- 1844 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
GECENİN KARANLIĞINI BÖLEN İHTİYAR
Üçkaraağaç Köyü, Anadolu’nun ortasına kurulmuş çok güzel ve şirin bir köydü. Burası Yozgat’ın Akdağmadeni ilçesine bağlı, dağlık bir köydü. Anadolu’nun köklü köylerindendi. Köy sırtını dağa yaslamıştı. Hem de çam ağaçlarının bulunduğu bir dağa. Bu güzelim dağlardaki ormanın yeşilliği köye oksijen depoluyordu. Köyün ortasından suyu çok az olan bir dere akıyordu. Öyle ki suyun akışını bile duymazsınız. Sessiz sesiz akar ve gider. Köyün yeşili boldu, havası ise güzeldi…
Köyde taş ve kerpiçten yapılmış eski evler çoktu. Köyün girişindeki mezarlık kenarında iki katlı, yarı ahşap ve yarı betonarme bir ev vardı. Önünde su kuyusu bulunuyordu. Ayrıca evin ön tarafında birkaç meyve ağacı vardı. Bu ağaçlar erik ağacıydı. Çağla iken yediğinizde yüzünüzü ekşitirdi. Yettiği zaman simsiyah erikleri olurdu. Tadından yenmezdi. Bildiğiniz bal gibiydi. Bu evin giriş katında, iki yaşlı ev sahibi kalıyordu. Evin ikinci katı boydan boya boştu. Han gibiydi. Evin ikinci katına bakmak için gelenler vardı. Bu evin ikinci katında beş kişilik bir aile kalacaktı. Ev sahiplerinin yaşları, seksenine merdiven dayamıştı. Her ikisi de yardıma ve bakıma muhtaçtı. Yaşlı çift:
“Tek birileri gelsin evimizde otursun, bize can şenliği olsun para pul istemiyoruz. Bize bir bardak çorba, bir tas su versinler yeter.” diyorlardı. Bu yaşlı çiftten biri Behçet Amca, diğeri ise hanımı Fadime Teyze idi. Behçet Amca; orta boylu, aksakallı, avurdu içe çökük ve beli kamburdu. Elleri ve başı durmadan titriyordu. Dişleri dökülmüştü. Kelimeler dilinden patır patır dökülüyordu. Başında bir hacı takkesi vardı. Behçet Amca, tatlıydı ve sevecendi. Fadime Teyze ise kısa boylu, tombul, yanakları dolgun, ufacık gözleri olan bir hanımdı. Uzunca bir fistan giyerdi. Başında bir yemeni vardı. Kınalı saçlarının bir kısmı yemeniden dışarı taşardı. Güzel ve tatlı konuşurdu. Yaşlı çifte şöyle bir bakıldığında; Behçet Amca, Fadime Teyze’ye göre bakıma daha muhtaçtı. Zaten hanımı Fadime Teyze, kendi ihtiyacını ancak karşılayabiliyordu. Başkasına bakacak mecali yoktu. İhtiyarlığın verdiği yorgunluk ve bitkinlik her ikisinin halinden de okunuyordu…
Fadime Teyze ve Behçet Amca, yalnız başlarına kocaman bir evde kalıyorlardı. Kalmasına kalıyorlardı da bu evde yemek yapılacak, bulaşık, çamaşır yıkanacaktı. Evin sobası yanacaktı. Odun balta veya nacakla kısaltılıp sobaya sığacak hâle getirilecekti. Bu doğranan odunlar sobaya taşınacaktı. Bir ineği, tavukları, cücükleri vardı. Tavuk ve cücüklerin yemi suyu ve verilecekti. Onlar için dışarda kümes hazırdı. Akşama tünemeleri sağlanacaktı. Akşamları orada tünerdi hayvanlar. Yoksa tilkiler bir gecede uçurur, gider. İneğin, buzağının; yemi, suyu, altının çalınması, dışkılarının temekten kürekle atılması kolay iş değildi. Peki, bu ihtiyarlar bütün işleri, bu ihtiyarlar nasıl yapacaklardı? Dışardan her şey güzel gözüküyordu. Ancak hiçbir şey gözüktüğü gibi kolay değildi. Velhasıl yaşlı çiftin imtihanı zordu be! Köyde sabah namazından önce uyandırır sizi horozlar. Bu duyduğunuz sesler şarkı ve türkülerin en güzeldir. Horozlar, sizi sabah namazına uyandırırlar. Güne horozların selamıyla merhaba dersiniz. Abdestinizi alıp huşu içinde sabah namazını eda edersiniz. Erken kalkanın rızkı bol olur. Atalarımız erken işe başlama konusunda: “Erken giden yol alır, erken evlenen döl alır.” Demişlerdir. Köyün güzelliklerini yaşamak için lütfen biraz köyde yaşayın. Bu mutluluklar sayesinde hayatınız daha da anlamlı olacaktır.
Yaşlı çiftin oğulları ve kızları:
“Baba! Şu ineği, buzağıyı satalım, tavuk cücük kalmasın onları da satalım siz rahat edin Allah aşkına!” Diyorlardı ancak ihtiyarlara laf anlatmak o kadar kolay değildi. Allah’tan İhtiyar çifte, köyde yaşayan iki kızı yardım ediyordu. Ama onların kendi evlerinin işi de vardı. Allah aşkına köy yerinde iş biter mi hiç? Bağ, bahçe, öz, tarla, dağdan odun getirme, ev işleri, mal melal vb. işlerin sonu gelmek nedir bilmezdi. Gördüğünüz iş de bir cevizin kabuğunu doldurmazdı.
Evin arkası ve yan tarafı mezarlığa bakıyordu. Diyebilirim ki evin duvarlarının dibinden hemen mezarlık başlıyordu. Burası uçsuz bucaksız bir mezarlıktı. Uzaktan bakınca yaşlı çiftin evleri sanki mezarlığın ortasında koca iki katlı bir ev gibi gözüküyordu. Köyde Mezarlıkların bir kısmı aile mezarlıklarıyla kaplıydı. Bazı aileler, evlerinin yakınlarını çevirerek aile mezarlığı edinmişti. Köy hanımlarının kaderi çile ile yoğrulmuştu. Sigorta yatmazdı, maaş da yoktu. Ev hanımları hep şunu diyordu: “Bizim derdimizi kim dinleyecek, biz ömür billah emekli olamayacak mıyız? Birileri bu işe bir el atmayacak mı?” Diye söylenip durulardı.
Ülkemizde 1970, 1980 ve 1990’lı yıllarda çoğu kişi, evini geçindirmek için yurt dışına işçi olmak için gidiyordu. Buna mecbur bırakılmışlardı. Köyde geçim zordu. Köylü ne yapsın? Çoluk çocuk ekmek aş istiyordu. Dağ köyünde iş sahası yoktu. Ekilen tarlalar da ev geçindirmiyordu. Köylüler, yurt dışını bir çıkış noktası olarak gördüler ve oraya gittiler. Zamanla oraya yerleştiler. Orayı ev bark yurt edindiler. Anadolu’daki köylerin çoğu aynı kaderi paylaşıyordu. Fadime Teyze ve Behçet Amca’nın çocukları da bu sebeple yurt dışına işçi olarak gitmişlerdi. Bu köyün çoğunluğu Fransa’ya işçi olmak ve orada çalışmak için gitmişti. Köyden giden herkes, Fransa’nın Mulhouse vilayetinde konaklıyordu.
Yurt dışına giden köylüler, yazdan yaza izne geliyorlardı. Onlar, lüks arabalarla izne gelirlerdi. Köyde yaşayanlar ise buna imrenirlerdi. Bu yüzden köyde yaşamak istemezdi gençler. Okuyanların sayısı, bir parmağın sayısını geçmeyecek kadar azdı. Her gencin hayalinde Fransa’ya gitme vardı. Fransa’ya gitme işi iki türlü olurdu. Birincisi oradaki bir işçinin kızı veya erkeğiyle evlenip işçilik statüsü kazanarak gitmek, ikincisi ise kaçak olarak gitmekti. Evlenerek gitmek kolaydı. Evlenerek oraya giden damatlara ithal damat derlerdi. Derlerdi demesine de karşısındaki insanın incindiğine, gururunun kırıldığına dikkat etmezlerdi. İncitip gururlarını kırarlardı. Anadolu’dan giden damatlar ve gelinler bu yüzden hep burukluk yaşarlardı. Kaçak olarak gitmek ise bir zulümdü. Devletleri, şehirleri, kasabaları, köyleri; dağları, taşları aşarak giderlerdi. Oryaya ulaşmak için devletleri geçebilmek gerçekten çok zordu. Bazı yerleri yaya olarak geçerlerdi. Yağmurda yaşta aç susuz kalırlardı, ama yine de giderleri. Oraya ulaştıklarında kaçak turistlerin barınmaları ise çileydi. Bu kaçak gidenlere, ya akrabaları sahip çıkacaklardı ya da köşe bucak kaçarak kurtulacaklardı polisten askerden. Kendi hesaplarına göre; oraya kaçak olarak gidenler, Fransız vatandaşı ile para karşılığında anlaşmalı bir evlilik yapıp işçilik kazanacaklardı. Böylece kaçmaktan kurtulup rahatça çalışabileceklerdi. Velhasıl hayat zordu kardeş. Çile, ıstırap ve hasretlik vardı...
Yurt dışına gidemeyen köylüler ise yurt içinde çalışırlardı. Genelde Bodrum’a gidip orada kış boyunca kalırlardı. Yurt dışında, gurbetliğin ve vatan sevgisinin hasretliği yürekleri yakıyordu. Köyün çöplükleri, yolları, belleri, horozları, tavukları, inekleri, öküzler, keçileri, oğlakları, koyunları, kuzuları, camızları, sebzeleri, meyveleri, köpekleri, kedileri, harmanları, sapları, samanları, ırgatlığı, dağları, dereleri, eşmeleri, pınarları, mezarlıkları, bağları, bahçeleri, söğütleri, kavakları vb. gözlerinde tüttükçe tütüyordu. Vatan sevgisi ve hasretlik yüreklerini inceden inceden yakıyordu.
Yurt dışında çalışan işçilerin, her sene izine geldikleri söylenemezdi. Ekonomik durumlarına göre izinlerini ayarlıyorlardı. Bazen beş yıl hatta on yıl bile köyüne gelemeyenlar vardı. Onlar, gurbet ellere keyiflerinden gitmemişlerdi. Geçim sıkıntısından kurtulmak çocuklarına rahat bir hayat sunabilmek için gitmişlerdi. Onlar için gurbet eller yurt, yuva ev bark olmuştu…
Yaşlı çiftin ikisi de hastaydı. Behçet Amca’da Parkinson hastalığı vardı. El ve ayakları titriyordu. Bu titreme bildiğiniz titremenin aşırısıydı. Onun imtihanı da buydu. O, yemekleri kendi başına asla yiyemiyordu. Eline aldığı yemek tabağı ve kaşığı titremenin etkisiyle düşüyordu. Suyunu dahi içemiyordu. Genelde çorba içerdi. Yemeklerini bir hortumla yiyor, suyunu da aynı şekilde içiyordu. Kaşık tutması, yemekli kaşığı ağzına götürmesi mümkün değildi. Bütün bunları yapması için mutlaka birinin yardımına ihtiyaç duyuyordu...
Behçet Amca ve Fadime Teyze’nin üçü erkek, üçü kız olmak üzere altı çocuğu vardı. Bunlardan iki kızı hariç, diğerlerinin hepsi de yurt dışındaydı. Çocuklarının hepsi de evliydi. Anne babalarının, yaşlılıklarında bakım zamanı gelmişti ancak geçim sıkıntısından dolayı onlar yurt dışına gitmişlerdi. Köyünde iki kızı kalıyordu. Yaşlı çiftin yardımlarına köydeki kızları, damatları ve torunları koşuyorlardı. Evlat hasreti yaşayan yaşlı çift, yaz tatilini dört gözle beklerlerdi. “Evlatlarımız izne gelecekler” diye umutla bekleyip dururlardı. Onlar, bazen izne gelirlerdi bazen de gelemezlerdi ancak onlar hep beklerlerdi hem de gözleri yaşlı olarak. Gelmeyeceklerini bile bile beklerlerdi. Onlar, hep umut yüklüydüler. Umutlarını hiç yitirmediler ve beklemekten hiç usanmadılar. Sabırla beklediler ve beklediler. “Latif’im, Omar’ım, Vahdettin’im ve Şengül’üm” gelecek diye... Onlar, tâ altı ay önceden çocuklarının ve torunlarının izne gelme hayallerini kurarlardı. Yurt dışındaki evlatları, anne ve babalarına ya mektup gönderirlerdi ya da ses kaseti. Böylece bir nebze olsun hasretliklerini gidermeye çalışırlardı. Köyde muhtarlıkta bir telefon vardı. Yurt dışından veya yurt içinden bir telefon geldiğinde bekçiler anons geçerler. Telefon bekleyenler de koşarlardı muhtar odasına. Bazen hatlar kesilir, sevinçleri boğazlarında kalırdı. Bu yüzden telefon çok nadir olarak kullanılırdı. Köylerde pek telefon da bulunmazdı zaten.
Yaşlı çift:
“Gelecekler, inanın ki gelecekler. Çocuklarımızı, torunlarımızı göreceğiz, doyasıya öpeceğiz, koklayacağız ve hasret gidereceğiz. Çocuklarımız gelince bizi hastaneye götürecekler ve tedavi ettirecekler. Hasret gidereceğiz. Onların kokularını alıp, koklayacağız.” Diye söylenir dururlardı. Evlat sevgisi, hasretlik ve özlemek galiba böyle bir şeydi…
Köyde İlköğretim Okulu mevcuttu. Eksiklikler olmasına rağmen branş ve sınıf öğretmenleri bulunuyordu. Bu ilçeye uzak bir dağ köyü için büyük kazançtı.
İstanbul Kazım Karabekir İmama Hatip Lisesi’nde öğretmen olarak görev yapıyordum. Bin dokuz yüz doksan dokuz yılının soğuk Şubat ayında, zorunlu hizmet için Üçkaraağaç Köyü İlköğretim Okulu’na tayinim çıkmıştı. Burada Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerine girecektim. Anadolu’nun saf, temiz, masum ve körpe çocuklarının derslerine girecektim, melek yüreklerine ve ruhlarına dokunacaktım. Aman Allah’ım! Bu ne güzel bir duyguydu böyle? Toprak kokusu alacaktım. Toprağa basacaktım. Çamurlara banacaktım…
Ben, kaderime ne çıkarsa razıydım. Vatanın neresi olursa olsun, orada her zaman görev yapmaya hazırdım. Benim için Trakya, Anadolu fark etmezdi. Doğu, batı olsun önemli değildi. Görev görevdir ve de kutsaldır. Tayinimin çıktığı bu köye ilk defa gidecektim. Eşyaları getirmeden önce köye gitmedim. Görüştüğüm köyün muhtarı:
“Hocam! Sen, eşyalarını al ve köye öyle gel. Gerisini merak etme. Biz sana her türlü yardımı yaparız.” Demişti ve içimi rahatlatmıştı. Ben de öyle yaptım. Ev eşyalarımı alıp köye geldim. Kışın tam ortasıydı. Kucakta altı aylık bir erkek bebeğimiz vardı. Acilen bir eve yerleşmemiz gerekiyordu. Buraların kışı pek çetin geçerdi. Kar çok yağar, yollar kapanırdı. Muhtar, bana oturabileceğim Behçet Amca’nın evini gösterdi. Eşyalarımız, köylülerin yardımıyla Behçet Amca’nın evine taşınarak yerleştirildi. Biz, ailecek acilen bu eve yerleşmiş olduk. Yoksa bebek soğuktan donacaktı…
Ocak, Şubat aylarının günleri hızla geçiyordu. Şubat ayının ortalarında gece yarısı şiddetli bir rüzgâr esmeye başladı. Dağlarda, taşlarda fırtınalar kopuyordu. Elektrikler kesildi. Her taraf kapkaranlık oldu. Önünüzü dahi göremiyordunuz. Bütün köy karanlığa boğuldu. Oturduğumuz evin ikinci katındaki salon kocamandı. Isınmayan bir salondu burası. Bütün soğuk havayı kendisinde topluyordu. Ahşap evin çatısında rüzgâr ıslık çalıyordu. Korkunç sesler çıkarıyordu. Sesler fiyyo sesi gibiydi. Bu ses, adeta korku filmlerindeki sese benziyordu. İki çocuğumuz vardı; biri beş yaşında, diğeri ise altı aylıktı. Çocuklar bu şiddetli ıslık çalan sesin korkusundan ağlamaya başlamışlardı. Bir müddet sonra çocuklar ve anneleri karanlığın derinliğinde uykuya dalmışlardı. Ben de günün yorgunluğu ile bir müddet sonra uyuya kalmıştım ama yarı uykuluydum…
Gece yarısını çoktan bölmüştü bile. Her taraf ıssız ve zifiri karanlıktı. Göz, gözü görmüyordu. Fırtına dinmişti ama korkunç karanlık hâlâ devam ediyordu. Sessizliği, mezarlık ve korku bozuyordu. Dışarıda ise yağmur şıvgın halinde devam ediyordu. Cama şıp şıp diye vuran yağmur damlaları insanı mutlu ediyordu. Çok güzel yağmur yağıyordu. Dışardan yağmur sularının şırıl şırıl sesi geliyordu. Yağan yağmur, durma bilmeksizin devam ediyordu. Uykumun ve gece karanlığının tam ortasında giriş kapımızın tarafından bir ses geliyordu. Ne söylediği anlaşılmayan bir sesti bu. Her şey çok korkunçtu. Ben ve eşim bu gelen ses ile fırlayıp yataktan doğrulduk. Bu zifiri karanlıkta adım atmaktan korkuyorduk. Mezarlık, karanlık, korkunç sesler hepsi bir aradaydı. Üstümüze, üstümüze geliyordu. Gecenin korkunç ve ürkütücü karanlığı, yüzünü bize göstermeye başlamıştı. Aman Allah’ım! Mezarlığın dibinde yalnız kocaman bir ev, evin kapısından gelen korkunç sesler...
Ben, yatağımdan fırladım ve:
“Sesin geldiği tarafa doğru sessizce gideyim.” Dedim. Bu arada gürültü, kapıya vurma ve büyülü ses devam hâlâ ediyordu. Bütün cesaretini topladım. Adımımı koca loş salona yönelttim. Adımlarının ikisi ileri gidiyor, biri geri dönüyordu. Yani iki ileri, bir geri hareket ediyordum. Kocaman salon kapkaranlıktı ve göz gözü asla görmüyordu. Karanlığın, korkunun ve rüzgârın gizemli sesi benim üzerime doğru yürüyordu. Mezarlık korkusu da bambaşkaydı. Ben, bu durumda iken bile salonun ortasına doğru ilerliyordum. Tam salonun ortasın geldiğimde, gürültü bir anda durdu ve tekrar başladı. Gürültünün arasında anlaşılmayan sesler yükseliyordu…
Ben, cesaret yüklü yüreğimi açarak, salonun ortasından dış kapıya doğru ilerlemeye başladım. Kaderimde ne çıkarsa onunla yüzleşmeliydim. Başka çaresi de kalmamıştı. Demirli dış kapıya ulaştığımda, perdeyi hafifçe açarak dışarıya bakmak istedim ancak karanlıktan hiçbir şey gözükmüyordu. Cesaretle dış kapıyı yavaşça açtım. Betim benzim atmıştı. Kalbim küt küt atıyordu. Kapıyı açtığımda bir de ne göreyim? Tam karşımda aksakallı bir ihtiyar duruyordu. Arada sırada bu ihtiyarın:
“Hoca! Hoca! Hoca! Aç kapıyı! Aç kapıyı!” sözleri tekrar ediyordu. Titreyen bu sözler, dudaklarından anlaşılmaksızın pıtır pıtır dökülüyordu. Ses, artık net duyuluyordu. Ben, aksakallı ihtiyarın ev sahibi Behçet Amca olduğunu anladım. Bu; bizim ev sahibi aksakallı, Behçet Amca’dan başkası değildi. Heyecan yüklü nefesim biraz rahatladı. Kalp atışlarım yavaşladı. Betim benzim yerine geldi. O, yaşına rağmen ayaktaydı ancak zor ayakta durabiliyordu. El ve ayakları tir tir titriyordu. Kapının kulpuna tutunmuştu. Hızla yağan yağmur, cımcılık yaş etmişti, üstünü başını. Bu ihtiyar, gecenin karanlığını korkusuzca biliyordu…
Behçet Amca:
“Hocam! Ben hastalandım. Çok kötü durumdayım. Yatamıyorum. Sabahlar olmuyor. Bana şifa niyetine oku, bana oku…” diyordu. Alnına şöyle bir dokundum. Behçet Amca’nın biraz ateşi vardı. Ancak bu korkulacak kadar değildi. Yaşlı Behçet Amca’nın koluna girdim ve merdivenleri yavaş yavaş adımlayarak karanlıklar arasında evine doğru yöneldim. Tahta merdivenleri yavaş yavaş iniyorduk. Dikkat etmezsek merdivenlerden aşağı yuvarlanabilirdik. Yağmur hâlâ ısrarla yağıyordu. Esen rüzgâra ne demeli? Onun evine sağ selamet ulaştığımızda, Behçet Amca’nın hanımı Fadime Teyze, sıcacık yatağında horul horul uyuyordu. Bir müddet sonra bizim sesimize uyandı.
Fadime Teyze:
“Herif herif! Öğretmen ve çocukları korkar, oraya gitme dememişiydim ben sana?” dedi. Demişti de dediğini eşine bir türlü dinletememişti. Eşinin sözlerine rağmen Yaşlı Behçet Amca üst kata doğru tırmanmıştı elleri ve ayakları titreyerek…
Behçet Amca hâlâ:
“Hocam! Hocam! Bana oku. Bana oku. Rahatsızlandım bana oku. Bana oku…” demeye devam ediyordu. Behçet Amca’yı yatağına uzattım. Yorganı üzerine örttüm. Bildiğim sûre ve duaları okumaya başladım. Okudukça rahatlıyordu ve bana duâlar ediyordu. Behçet Amca ve Fadime Teyze ile biraz sohbet ettikten sonra onlara şifâlar dileyerek yanlarından ayrıldım ve evime doğru yola koyuldum. Sabah olunca da onu hastaneye götürdüm. Doktora muayene ettirdim ve ilaçlarını alıp evine getirdim. Bana durmadan duâlar ediyordu.
Behçet Amca, ibadetlerine çok düşkündü. Hasta durumunda bile ibadetlerini hiç aksatmadan yapardı. Namazlarını kılar, oruçlarını tutardı. Hayır ve hasenatını bırakmazdı. Köylü tarafından çok sevilirdi. Elleri ve ayakları titremesine rağmen abdestini alır ve bütün namazlarını eksiksiz kılardı. Bu haliyle bile yüce yaratıcısına dâima şükrederdi. Onun elleri titreye titreye tekbir almasını, titreyerek rükûa eğilmesini, secdede uzun uzun kalmasını, başı ve boynu titreye titreye selam vermesini asla unutamadım. Yine o, elleri titreyerek duâ ederken yüce Allah’tan yardım dilerdi. Sokak lambasının loş ışığında, gece yarılarına kadar ibadet ederdi. Tespih çekerdi. Yavruları ve vatanı milleti ve ümmeti Muhammed için duâlar ederdi. O, hasta iken ibadetlerini tam yaparken, Yüce Rabbim sapasağlam vücut verdiği halde acaba biz ibadetlerimizi yapabiliyor muyuz? Yüce Allah’a şükrümüzü yerine getirebiliyor muyuz?
Behçet Amca; hasta ve yaşlı olmasına rağmen bize güzel bir örnekti. Güzel insanlar, iyi izler bırakarak göçerler bu dünyadan. İşte gecenin sessizliği bölen ihtiyar da bu güzel insanlardandı.
22.02.2021
YORUMLAR
Hocam, köylerigüzel anlatıyorsunuz, ekseri köylerde imamlık yaptınız sanırım. Bir de köyde doğdu iseniz, anlatımınız daha samimi ve hedefe dokunur oluyor gibi. Lakin din artık gerileme dönemine girdi, en parlakdönemini yaşadı ülkemizde ve mecburen grafiksel olarak bakarsak da düşüş ve değersizlenme kaçınılmaz.
ancak anadolu'nun bir çok köyünde ve dahi bizden önceki kuşağın iş bulmak için yurt dışı ve yurt içi gurbetliklerinin hüznünü anlatmak zor. şu an anadolu köyleri yurtdışından ve yurt içinden kendilerine dönmesini bekledikleri çocukları ve torunları dört gözler, hasretle arıyor değil mi??
köyler o köyler! okulları eğitim sisteminin değişmesi yüzünden harabeye dönmüş, camileri ise cemaatsiz kalmış. camiler neyse derim de,o okulların temelleri, taşları, bayrakdirekleri, kimi kırık camları, sıraları bir dile gelse; neler anlatır kim bilir??
saygı ve sevgilerimle..
huzur eksik olmasın çevrenizden..
İDRİS ÇETİN
hoca sözcüğü üzerinde durmak istiyorum yazdığım pek bilimsel sayılmaz daha ziyade benim yorumum.
farsça bir kelimedir. her konunun erbabı anlamındadır. her meslek için kullanılır. ama ülkemizle imam kelimesiyle içselleşmiştir. üniversite hocası, doktora hoca denir vb.
camilerde görev yapan imam ve müezzindir. imam namaz kıldırma görevini yapan müezzin ise ezan okuyup kamet yapan ve tesbihat dualarını okuyandır. şair de işin hocasıdır yani erbabıdır. veteriner mühendis vb bunları çoğaltabiliriz.
Allah'ın rahmeti bereketi üzerinize olsun
selam ve saygılar.