- 311 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Peygamberi öldürmek
Enbiya sûresinin 34. ayetinde geçen bir ifade var. Okuyunca kalbimi şöyle bir avuçluyor. Tarifi zor bir hisleniş yaşatıyor. Sonra şefkatle bırakıyor. Kısa bir meali şu: "Şimdi sen ölürsen onlar bâkî mi kalacaklar?" Payıma şöyle birşeyler de anlıyorum ben bu ayetten: Bizim canımız Aleyhissalatuvesselamın yaşadığı/yaşatıldığı yerdedir. Onun varolmadığı mecliste hayatımız da yoktur. Yahut da talibi olduğumuz cinsten değildir o hayat. Orada biz yaşayamayız. Yaşarsak ’biz’ kalamayız. Kökü öldüğünde dallar hayatta kalamaz. Güneşi söndüğünde ayların/aynaların da nuru söner. Suyu kesildiğinde bostanı bekleyen çoraklıktır. Böyledir. Bekâmız ondadır. Onunladır.
Bunu bana düşündüren biraz da mürşidimin şu türden izahlarına rastlamamdır arkadaşım: "(...) Öyle de, maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsatü’l-hülâsadır ve risalet-i Muhammediye dahi (a.s.m.) , kâinatın his ve şuur ve aklından süzülmüş en sâfi hülâsasıdır. Belki maddî ve mânevî hayat-ı Muhammediye (a.s.m.) , âsârının şehadetiyle, hayat-ı kâinatın hayatıdır. Ve risalet-i Muhammediye (a.s.m.) şuur-u kâinatın şuurudur ve nurudur."
Hatta, burada da bırakmaz meseleyi mürşidim, coşku sezilen bir tonda ekler: "Evet, evet, evet! Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (a.s.m.) nuru çıksa, gitse, kâinat vefat edecek. Eğer Kur’ân gitse, kâinat divane olacak ve küre-i arz kafasını, aklını kaybedecek, belki şuursuz kalmış olan başını bir seyyareye çarpacak, bir kıyameti koparacak." Allahu’l-a’lem kaydıyla diyelim: Sanki söyledikleri mezkûr ayet-i kerimenin de tefsiridir. O gidince bâki kalamayacağımızın bir parça izahıdır.
Aleyhissalatuvesselamın ’yaşamasını’ biliyoruz da ’yaşatılması’ nedir peki? Bencileyin bunu ’sünnete ittiba’ başlığı altında toparlayabiliyorum. Evet. Biz sünnet-i seniyyeyi hayatımızın merkez noktasında tuttukça, ona ittiba ettikçe, itibar gösterdikçe Aleyhissalatuvesselamı da yaşatmış oluyoruz. Hâşâ, anısına saygı duruşunda bulunma, mezarına çelenk bırakma, heykelinin önünde dikilme gibi ’salt kabuktan ibaret’ bir hürmet değil bu. Bizim ona hürmetimiz capcanlı. Hayatlı. Dipdiri. Çünkü hayatımızın her yerinde. Alışımızda-verişimizde, yatışımızda-kalkışımızda, söyleyişimizde-susuşumuzda, her dokusuna sinmiş bir şekilde hayatın, Aleyhissalatuvesselamı ’yaşatıyoruz’ biz. Zira onu zaten ’yaşıyoruz’ biz.
Yaşatışımız Aleyhissalatuvesselamın zatına değil, bize gelen ışığına, çiçeğine veya timsaline yönelik. Eyleyişine yönelik. Tebliğine yönelik. Dileyişine yönelik. Ahlakına yönelik. Düşünüşüne yönelik. Sanki arkadaşım, bütün bir ümmet, geçtiği yolları unutmamak için arkasına işaretler bırakan yolcular gibiyiz. 14 asır öncesi ile sonranın bağı kopmasın, yol unutulmasın, beşer kaybolmasın diye işaretleri yaşıyoruz. Yaşadıkça yaşatıyoruz. Hem nurlanıyoruz hem de gelecek nesiller o ışığı bizden tanıyorlar. Ya bu hizmet yapılmazsa? O zaman karanlık başlar. O zaman ölmeye başlarız. Onun kevserinden akan bereket ulaşmazsa medeniyetimizin her yanına ölüm hükmeder. Manamızı yitiririz. Kendimize ’biz’ desek de başkası oluruz.
Söylesem şaşırmazsın. Çünkü sen de örneklerine rastlamışsındır arkadaşım. Bugün "Yeni bir fıkıh lazım!" diye bağırıyor birileri. "14 asır öncesinin kurallarıyla yönetilemez ülke!" diyor başkaları. Niyetlerine baksanız, iyi gibi, bize bambaşka bir hayat vaadediyorlar. Ölüyor olduğumuzu düşünüp kendilerince yeni bir hayata çağırıyorlar. "Çağın gazozuyla hayatlanın!" diyorlar. Ancak canına kastettikleri?
Öyle ya. Kökü kesildikten sonra saksıda kaç gün dayanır şu çiçek? Güneşini çekiverseniz kaç an daha parlamaya devam eder şu aynalar? Kalplerine birşey demem ama bu arkadaşlar akıllarıyla nasıl görmüyorlar? Orwell’ın benzetişiyle, 2 artı 2 eşittir 5 yazanın, artık kendisi olarak yaşayamayacağını sezemiyorlar mı sahiden? Bunun onu kendisinden edeceğini görmüyorlar mı? Lakin, evet, görmüyorlar. Modern medeniyetin gazoz fabrikalarına bakarak bağlarından çağlayan pınara küsüyorlar. "Şekersiz bu!" deyip taş atıyorlar. Bir kaşık nutellaya kovan satıyorlar.
İşte ayet-i kerime taptaze, sapasağlam, dosdoğru, hiç kıvırmadan söylüyor. 14 asır öncesinden bugünün istikametini kaybetmiş kulaklarını çınlatıyor: "Şimdi sen ölürsen onlar bâkî mi kalacaklar?" Sahi, arkadaşım, sünnet-i seniyyeyi hayatın içindeki tezahürleriyle öldürmeye kastedenler, aslında kimin canına kastediyorlar? De mi ya? Sünnetin yaşamadığı yerde mü’minin bekâsı olur mu? Bizim asıl bekâ sorunumuz bundan ibaret değil mi? Âl-i İmran sûresinden cevap alalım: "Allah’ın hışmına uğradılar ve üzerlerine de miskinlik damgası vuruldu. Bunun sebebi Allah’ın ayetlerini inkar etmiş olmaları ve haksız yere peygamberleri öldürmeleridir."
YORUMLAR
Aklımın oyunlarına ve aklıma oyun oynayanlara esir olmaya başladığım şu günlerde, ilaç gibi gelen bir yazı oldu bu bana. İmanın ehemmiyetini bir kez daha kavrattı diyebilirim.