- 950 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'in the sand'
‘-başımın içinde filler sikişiyor. ‘ Ne, ne kadar güzel olabilir tarafını çoktan geçtim. Yolun güzel olmasının da benim açımdan önemi kalmadı. Issız bir yol oluşu muhtemel. İki saat içerisinde tek bir motorlu araç dahi geçmemeli. Diğerleri? Onların bu soğukta burada olmalarına mahal yok. Fakat hava soğuk mu, donmadan önce ilkel bir titreyişin esiri mi olacağım bilemiyorum. Başımın içinde o güzel yüzünü yerle yeksan edecek derecede güçlü filler var. Fil imitasyonundan tiksiniyordum. Bunu inkâr etmiyorum. Güçlü olduğu kadar da zarif o hayvanlara öykünenlerden bir ara nefret duyuyordum. Bariz şekilde nefretin de ilkel oluşuna tamah etmem gerekliliği güçlü çıktığından beri daha hafifim. O güzel yüzünü zarlarına ayıracak, suyun sitoplâzmasından kopup, iyonların ve moleküllerin kaza sonrası devrilen kamyon kasasından fırlayan toplar gibi etrafa saçıldığı, ribozomların ve lizozomların vazifelerini tükettiği, mitokondrinin sonsuza değin gücünü yitirdiği, endoplazma retikulumun proteinini unuttuğu, enzimlerin darbeyle mahvettiği ve parçaladığı yüzünü unutuyorum. Çok zor olmasa gerek; başımın içinde tepinen ve sikişen fillerin hayatlarını devam ettirmeleri için suya ihtiyaç duydukları noktadayız. Bizim de suyu arandığımız vakitler olacaktı. Herkesin suyu kendine. Şimdi kendi suyunu rahatça arayabilirsin. Ten soğuk ve yüzün ilkesel davranış gösteriyor.
Gereksiz bir yaşam. Daha fazlasını tanrıdan ben istemedim ama fazlasını da verdi. Bir sonraki nefes gibi. Ancak sonra? Geri kalan hayatımın nasıl olacağına dair plan yapmam gerekiyormuş. Öncelikle aylardır yıkanmamış tuvalet taşı gibi sararmış dişlerimden başlamam gerekiyormuş. Sonra bıyığımı düzeltmeliymişim. Dudaklarımı kapatan, ağzımın içine giren bıyığım kötü görünüyormuş. Ya üzerimdeki kıyafetlere ne demeli? Birden insanın gözüne çarpan, çamurdan, soğuktan iyice katılaşmış ve cismani bir varlık kazanmış sokaktaki kimsesiz pantolon ve mont giyiyormuşum. Ben buymuşum. Kaldırım taşları üzerindeki kumu ezmeden yürümeye çalışıyorum. Oysa bu kumlar ezilerek taşların arasına zamanla karışacak ve o kaldırım sağlam olacakmış. Her şeyin suçlusu benmişim gibi bakmıyorlar mı? Bir de beni eleştiriyorlar etrafa bakmadan. Şu kaldırım taşlarını yapanlara bir kez ciddi anlamda tepki koydunuz mu? Onun bunun çocukları; yağmur yağdığı zaman ayakkabım çamur içinde kalıyor. O kumlar ayakkabımda leke bırakıyor. Sonra neden kirli ayakkabılarla dolaşıyorsun diye kritik yapıyorlar. Dişçi dişlerimi temizlerken bunları düşünüyordum. Sonra rahatladım. Kumların ortasına yağmurlukla oturdum. Nemli kumların ortasında bir başyapıt aklıma getirerek kendi kendime ‘helal olsun’ dedim. İyi bir şeyleri düşünme hızım eskisine nazaran daha yüksek. Kaza geçirme riskim yok. Öyle keyifli. Sonra kendi sorunlarını başlarına dünyanın derdiymiş gibi gösteren zavallılar yok mu? Benim böyle bir derdim olmamalı. Bunu ilkel bir canlının ilkesel haykırışı olarak duyurmalı mıyım? Önce bunu varsayılması güç olmayan, kıymeti tek bir cümlede yitmeyecek form üzerine kurmam gerekiyor. Bu formun dönüşebilmesi de ihtimaller dâhilinde. Fakat dönüştüğü an özünü yitirmeden sadece daha yalın ve anlaşılabilir olmaya da namzet olmalı. Bu formu duyurmalı mıyım? Yoksa formun şikâyet alt metni olarak öncelikle benliğimde kullanılmasına izin verebilir miyim? Gereksiz bir heyecan yapıyorum. Kum avucumun etli kısmından milimetrelik çapıyla akıyor. Akışkan bir varlığı avuçta katı haliyle tutabilmek mucize gibi. Bu hissi özlem gidermek gibi düşünebilirim. Arka tarafta bir tabela gördüm. ‘Kısa bir film çekilebilir’ dedim. Her şey iç içeydi. Birbiri ardına insanlar avutulmayı bekliyordu. Aldanış keşke aldatılmaktan önce olsaydı.
Bu kısa filmi tabeladaki köpeği gördükten sonra küçük not defterine yazmış olmam şaşırtıcı olmamalı. Yakın zamanlarda izlediğim bir filmden açık seçik etkilendiğimi itiraf ediyorum. Hatta notunu dahi atmışım: ‘dogman’a atıfla.’
zavallı marcello. ona böyle seslenmek doğrusu benim de hoşuma gitmiyor. erdemin gereksizleştiği ya da olmaması gereken anlar olması gerekiyorsa, marcello yanlışlıkla orada olmuş olabilir miydi? sigaranın ucunu yalayıp, sonra kibritle ucunu yakan adam durmuş, marcello’ya bakıyordu. marcello’da ona bakıyordu. aslında onun bakmaktan ziyade gözlerinin sonsuz bir düzlemde arandığını söyleyebiliriz. varsayımların ucu bucağı yok. marcello öksürüyor. adama yaklaşıyor. adamı tanıdığını biraz daha durup, onları seyretsek anlayabilirdik. fakat bizim daha önemli işlerimiz var. ‘televizyonu aç. siteye dizinin heyecanlı bir bölümü eklenmiş; aç izle. hiçbir şey yapmasan çık dışarı, aptalca bir mekânda otur, aptalca bir çaydan ya da kahveden yudumla.’ ‘pablo, bir dal da bana verir misin?’ pablo eski bir otomobil hırsızı. son zamanlarda bu işlerin pek kazanç sağlamadığı ortada. annesinin emekli maaşıyla idare ediyorlar. arada çıktığı ufak tefek işler var. iş dedim de, yanlış anlamayın; ufak tefek hırsızlıklardan bahsediyorum. pablo ‘al paket sen de kalsın’ diyor. pakette iki tane sigara var. az yürüyor pablo. duvarın kenarına geliyor. pantolon fermuarını açıyor. duvara işemeye başlıyor. sol tarafta ‘özgürlük için mücadele et. kazan ya da kaybet; gurur senin’ yazıyor. bunu önce arapça yazmışlar sonra da altına ingilizce açıklama getirmişler. latince bir özdeyişten alıntılandığı besbelli ortada. pablo elini duvara sürüyor. marcello sigarasını yakmış, kızıl gökyüzüne bakınıyor. gün ağır ağır değişime uğruyor. yorgun bir zamanın esiri gibi yaşayanların mutlu olmak için plan yapmaları gerekiyor. bir tatil planı keyiflerini yerine getirebilir. ancak tatil sırasında yaşabilecek aksaklıkları düşünüp, kendini baştan mutsuz kılacak pek çok insan da var. aralarında bu çoğunluğa denk gelme olasılığımız yüksek. başımızı çevirdiğimiz de iki penceresi yeşil bir denize bakan evi hemen fark edebiliyoruz. duruyoruz. kamera duruyor. güneş asılı kaldığı yer de duruyor. insanlar duruyor. köpekler, kediler, kuşlar; her biri duruyor. taşlar da, kendisinden başka varlıklarında durması karşısında şaşkın ama bir o kadar mutlu gözüküyorlar.
Kritikçiler her yanda. Denizin ortasında gemiyle ilerlerken artık sersemlik anını çoktan geçmiş ve iyiden iyiye kendinizi kaybetmenin eşiğinize gelmiş olursunuz. Sanat kim için? Bu sorunun cevabı artık benim için eskisinden daha hafif. Bazı soruların ağırlığını kabul edip, cevap vermediğim için de bilgisizliğimden ötürü utanç duyduğum oluyordu. Kumun akışkanlığı kısa filmin keyfini de o pencerede duraksatıyor. Bazı sahnelerin insanların olağan haliyle duraksadığı karede sonlanmasından zevk alıyorum. Kritikçiler her yanda, haksız mıyım? Köpeğiyle tepemdeki kaldırımda yürüyüşünü sürdüren ihtiyarın gözlerine denk geldim. Kumun ortasında oturmama itiraz ediyor. ‘Oturmamalısın!’ Neden diyorum? ‘Hayır, bir nedene ihtiyaç duymadan oturmamalısın diyorum.’ Aptal! Bunaksın, aptal bir bunaksın sadece. Belki de bu küçük meseleyi büyütüyorum. Aramızda yaşanan küçücük bir olay ama ben onu büyütüyorum. Neden gözlerine baktım ki? Belki de benim oturmamı sorun etmemiştir. Öyle olsa gerek. Meseleyi büyüterek kendime eziyet ediyorum. Bunu seviyormuşum bir de! Peh, zavallı yalancılar! Yalan söylemekten ve insanları eleştirmekten başka ne işe yararsınız ki! Siz bir de arada hobi niyetine seviyormuşsunuz da! Yalanın böylesi! Sevginizi de o boktan kritiklerinizle beraber yerin dibine gömün. Kurtuluşunuzu işte gösteriyorum: Her neresi olur bilmiyorum ama gidin gömün.
Yazacak hiçbir şey yok. Heves, niyet, umut, gurur, azıcık da duyumsanması güzel olabilecek mutluluk ve başka kırıntılar. ‘Yazacak hiçbir şey yok’ diyerek yazmanın sebebi o olsa gerek. O, yani La Maladie de la Mort; ölüm sevgisi. Duras’ın nicelik olarak hafif ama nitelik olarak ağır kitabını anımsıyorum. Çeviriyi bilerek yanlış yapıyorum. Hastalık yerine sevgi diyorum. Bir nevi sevginin de hastalık olduğu çağda, durup dururken saf bir sevgiden bahsetmeye kalkarsam küstahlık etmiş olurum. Yıllar önce bir film izlemiştim. Türkçe ya da İngilizce altyazısını bulamadığım, kıyıda köşede kalmış bu Fransız filmini pek çok defa anlatırken, insanların ‘o ne be, nasıl film’ dediklerini anımsıyorum. Yıllar sonra Ölüm Sevgisi (hastalığı) adlı kitabı okurken, gözlerimin önüne filmden kareler geldi. Filmi kitabın orijinal adıyla da aratınca da bir sonuç elde edemedim. Sanırım kurgu kitaba aitti ama filmin adı farklı olduğu için herhangi bir sonuç elde edemedim. Kumun üzerinde bir Kobo Abe karakterinden farksız bir şekilde oturmuş, yaşanmakta olan bir tereddüdü Marguerite’nin söylemiyle tekrar ediyorum:
‘Kadını tanıyor olmalıydınız, onu aynı anda birçok yerde bulmuş olmalıydınız, bir otelde, bir sokakta, bir trende, bir barda, bir kitapta, bir filmde, kendinize, sizde, sende, geceler, konacağı yeri, içini dolduran hıçkırıkları boşaltacağı yeri arayan kalkmış cinsel organının rastgeleliğinde.
Ona para vermiş olabilirsiniz.
Günler boyunca her gece gelmeniz gerekecek, demişsinizdi.
Size uzun zaman bakmış ve sonra, o halde pahalı olduğunu söylemiştir.
Sonra sorar: Ne istiyorsunuz?
Denemek istediğinizi, bir denemek, tanımaya çalışmak, ona, o bedene, o göğüslere, o kokuya, güzelliğe, şu bedenin temsil ettiği dünyaya çocuk getirme tehlikesine, ne kuvvetli ne de kaslı engebeleri olan o tüysüz biçime, o yüze, o çıplak tene, şu tenle içinde barındırdığı yaşamın çakışmasına alışmak istediğinizi söylersiniz.
Denemek, belki günlerce denemek istediğinizi söylersiniz ona.
Belki haftalarca.
Belki de tüm yaşamanınız boyunca.
Neyi denemek? Diye sorar.
Sevmeyi, dersiniz. ‘
Sevmeyi denemeye ait ilk kısmı hızla geçiyorum. Sonrasında adam ve kadın arasında bir fiyat değerlendirilmesi yapılıyor ve 70’lerde kendi de sinema tecrübesi geçiren Madam Duras yazıya dökülmüş şöyle bir video-yazı ortaya çıkarıyor:
‘Tanrı önünde dindar kadınlar gibi yazgısı sizin elinizde olacak şu biçime azar azar alışabilmek için, gün doğarken bedeninizi nereye yerleştirebileceğinizi, hangi boşluğa doğru seveceğinizi bilmemekten de daha az korkmak için, atalarının karıları gibi susması, size, sizin isteğinize tamamen uyması, hasat sonrası samanlıklarda erkeklerin üstlerine gelişlerini uyuyarak karşılayan köylü kadınlar gibi size boyun eğmesi gerektiğini söylersiniz. Size bakar. Sonra artık size bakmaz, başka yere bakar. Sora cevap verir. O halde daha da pahalı olduğunu söyler. Ödenecek rakamı söyler.
Kabul edersiniz.’
Virginia Woolf yaşamak/ yazmak adına neye ihtiyacını sorguluyordu. Basit ve özet haliyle ‘kendine ait bir oda’ ya da kendini yalnız bırakabildiğin, kendinle baş başa kalabildiğin ve böylece yaşayabildiğini, yazabildiğini fark ettiğin yer de nefes alman kuvvetlenir. Belki de nefesini soluksuz kesen anlardır. Burada yaşamayı hissetmekle, ölümü, nefesin kesilmesi anını eşit düzlemde değerlendiriyorum. Marguerite’nin hayatına, çocukluk zamanından beri duyumsadığı o yitik cennetinin açlığına, kitaplarına ve de filmlerine dair bir açıklama yapmaktan ziyade, bu hacmi küçük ve az sayfalı kitabındaki derin manayı daha yakından hissetmek istiyorum. Bunun için nemli kumun ortasına yüzümü geçirebilirim. Bazı yüzleri unutturacak fil tepinmelerine ihtiyaç duyduğum gibi, yüzümün canlı olabildiğine inanmak için kuma ihtiyaç da duyuyor olabilirim.
Kum, bana yirminci yüzyılın Fransa’sına davetiye çıkaran bir ilham hediye ediyor. Marguerite gibi biri için tıpkı Cioran gibi doğmuş olmaya ait bir sitem ya da kaygı ve de ölüme olan bir hayranlık; dahası hayranlıktan ziyade beslenmeye aç sevgi duyulmaması güçtür. Bunu intihar fikriyle özdeşleştiremiyorum. İntihar fikrinde ‘her şeyi yaptım olmuyor’ kısmı genellikle bahanelerle örtülüdür. Yani, çoğu zaman denenmemiş pek çok seçenek vardır ama intihar eden güçsüz olduğunu belirten eylemiyle seçenekleri denemeden ölmeyi tercih ediyor. Peki, ölüm sevgisi nedir? Biz ölüm sevgisini yaşarken doğuma en yakın, o diri hissin ürpertisiyle –bir nevi derin cinsellik arzusu saptamasını- Marguerite yöntem olarak kullanmıştır. Bizi sarar, sarsar ve bize bir şeyler yapmak adına güç verir. Başta ‘yazacak hiçbir şey yok’ diye yazdığımda, şimdi bu süre zarfına kadar o ince çizgide duran sevgi ölüme ait olandan başkası olabilir mi? Bu korku mudur? Bir kadını sevmek, yitirmekle mi azalan bir şiddete sahiptir yoksa o sevgiyi bilmemekten mi kaynaklanıyordur yitirmenin özü? Kitabın sonunda yazarında dediği gibi bu arayışın neticesi sonuçsuz kaldığında, ağlamaya başlanıldığında, o gerçekleşmeyen aşk için, sonsuz birlikteliği olumsuzlayan durumdan ziyade insan kendisi için ağlar. Yoksa ıslak ve nemli, kokusunu çarşafa sindiren, karanlık bir ıstırabı andıran cinsel organının kuytuluğundan ziyade, insan kendini arayan bir şaşkındır. Bu yol bulamamazlık, kendinde olana bir türlü rast gelmemiş olma epey hayal kırıklıkları oluşturur. Bir de buna şöhret gibi zehir eklenirse, insan kendini topyekûn kaybeder ve karşısına çıkacak bir cinsin onu tam anlamıyla tatmin edeceği söylenemez. Varsayımları ya da sonuçları itibariyle komedi dünyasına kendimi istemsizce sokuyorum. Bunda gülecek ne vardı hâlbuki! ‘Böylece yine de bu aşkı sizin için olabilecek tek şekliyle yaşayabildiniz, başınıza gelmeden kaybederek.’
Kum kaybedileni, kaybedilmesi muhtemel olanı betimlerken, avucuma tekrar alıyorum. Yüzüme yapışmış kumlardan soyunmadan önce daha fazlasını hissetmem gerekiyor. Beyaz diyorum. Bembeyaz bir sayfa üzerine ne eklenirse o saflığı yitirmesine sebep olur? Cevap eğer her şeyse, özünde bir şeyin beyazlığından da ya da sonradan kirlendiğine dair bahsinden de mevzu edinmeye ne gerek var? Gereksinim boş laf üzerineyse, bu konuda sessiz kaldığım bu anda tereddütsüz bir şekilde tek silahım gülümsemek ve sessiz kalmak. Bunu başarabiliyorum. Not defterinin şükür sarıya çalan bir yüzeyi var. Sayfaların beyaz olması şu an için dert olabilirdi. En azından bahsi geçen kurtuluş adına yansıtma yapma imkânı tanırdı. Bu tür basit ancak değersiz bir meseleyi dert edinmem, özgül ağırlığı iki yüzyıldır yanlış bilinen bir maddenin varlığını dert edinmiş çocuk gibi komik kaçardı. Ancak şartlar zorluyor.
‘beyaz olanın kirlenmesi diye bir endişe varmış. böyle bir şeyin bilimsel açıklamasının olup olmaması şu an için pek de umurumda değil. hiçbir şeyi göremediğin an, göremediğin için üzülmekten başka kedere dönük şeylerin yoksa, çokta zararda değilsindir. öyle bir an. hiçbir şey o anından daha değerli değildir. fakat sonra ’her şey değişebilir mi’ diye ummaktan da geri duracaksın. böylece tehlikeyi en aza indirgeyebilirsin. karar vermen ya da vazgeçmiş olman önemli değildir. o an senin ne halde olduğunun kimse için önemi yoktur. çünkü şunun farkına varacak olgunluğa erişmişsindir: ’seni senden daha fazla düşündüğüne şahit olduklarına bile anlatamayacağın düzeyde bulantın vardır. ’ bu bulantıdan kurtuluşun özü saflıktır. saf kalışın diğer anlamıyla özüne erişiminde sana kolaylık sağlar. ancak duvarların olması gerekmektedir. eğer duvarlarını iyi seçememişsen, yeteri miktarda sağlam malzemelerin -buna istersen bahane bile diyebilirsin- er geç eskisine nazaran daha fazla üzülmen mümkündür.’
Arasına kalem konulmuş birkaç kitap, vadesi dolmaya yakın bir banka cüzdanı, gazete üzerinde kurumaktan bitap düşmüş bir avuç tütün, demlikte posası çıkmış çay, yıkanmak için makine de bekleyen çamaşırlar, içinde azıcık bal kalmış bir şeffaf plastik kutu, 1.5 litrelik yarısı boş bir su şişenin yanında daha açılmamış su şişeleri… Herhalde varlığımın devamını iddia edecek sadece bunlar. Konuşmaları mümkün olsaydı, kendilerine şefkatle yaklaştığımdan bahsederler ve beni özlediklerini de ilave ederlerdi. Fakat benim kumdan bir kalem yok. Kumların ortasında bir kadının acısını da paylaşmıyorum. Bir beklentimin olmayışını yine kumlara dillendirince, geriye kalanlar soyut bir mavilik ortasında kalmış posadan başkası da değil. Ağzımda kuruyan tükürük sonrası dişlerimin gıcırdayışı ‘la maladie’ kelimesiyle şen bir yutkunmaya öykünüyor. Anlatabilmek, içinden geçenleri yazıya dökebilmenin en ufak avantajı olsaydı, şimdiye kumların arasında berrak bir suya bakıp, yüzümü görebiliyordum.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.