- 1239 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YALAN SÖYLEYEN TARİHÇİLER UTANSIN...TRABZON MEBUSU ŞEHİT ALİ ŞÜKRÜ BEY GERÇEĞİ ...
Gün geçmesin ki gazetelerde televizyonlarda yakın tarihle alakalı haberler olmasın.Geçenlerde yine bir haberde CHP döneminde camilerin ahır hatta genelev olarak kullanıldığı söylenmekteydi.
Bu haberin bu kadar vahim olarak yazılıp çizilmesi aynı oranda tepkiyle karşılanarak yazarı adeta linç edilmek istendi.Doğrusu neydi gerçekten böylesi bir vakıa var mıydı bunu ancak gerçek tarih kitaplarından öğrenmek mümkündü.Biraz incelemekle olay öğrenilemeyecekti.Çünkü tarih kitaplarında böyle bir vakıa mevcut değildi.
Yakın tarihimizin Cumhuriyetin ilk yıllarında Boğazda lux vapurlarda bol rakılı şaraplı işret alemlerinde yabancı tarihçilerin yazdığı hezeyanlarla yazdırıldığını söyleyenler haklı mıdırlar?.
Bu nedenle mi yakın tarih kitapları yalanlarla doludur?.Gerçek sulandırılmamış tarihi yazanların kitapları toplatılmış hakikati haykıranlar darağacında sallandırılmışlar mıdır?.
Meşhur bir Kara Kitap vardı Eşref Edip merhumun gerçekleri dile getiren toplatıldı bendeniz biraz Türkçesinden okuma imkanı buldum o da on defa sansürden geçirilmiş bir metinden ibaretti.Kazım Karabekir Paşanın hatıraları sonradan piyasaya çıkarıldı orada da sansürün olduğunu söylemekte yanlışlık olmaz sanırım.
1980 öncesinde altı ciltlik orta boy resimli bir Yakın tarih ansiklopedisi var idi.Çıktığı sırada 12 Eylül İhtilali olunca piyasadan kaldırılmıştı.Ahmet Kabaklı merhumun Temellerin Duruşması adlı gri kapaklı bir kitabında gerçek tarihten bir nebze basediliyordu şimdilerde 28 Şubattan 1997 den beri onuda piyasada kütüphanelerde göremez olduk.
Bu kaçışla nereye varacaksınız?Milletten gerçekleri ne zamana kadar saklayacaksınız?Avrupalılardan ya da yabancı kaynaklardan mı yakın tarihte olan biteni öğrenmek zorunda kalacağız?Hoş onlarda doğruyu yazmayı bize layık görürler mi?
Bu ülkede taşları yerine oturtanlar cennet vatanımızı pazar haline getirip anayasayı kanunları Batıdan getirip yerleştirenler,milletin genleriyle oynayanlar,Osmanlının şahsında Yüce İslam dinini yaşayanları gerici,mürteci diye bize dikte ettirenler bu Haçlı kalıntısı Evanjelistler,Vatikanın ileri karakolları,siyonist üst aklın bizdeki temsilcileri değiller mi?
***
Öyle olunca bir sürü kirli bilgi ortada dolaşmaya devam edip duracak.İngilizler yüz yıl sonra arşivleri açaıp gerçekleri dünyaya gösterirler bizde yüzüncü seneyi bekleyelim bakalım belki açıklar Devletlülerimiz!!
Süleyman Demirel elli sene Osmanlıyı kötüledik,Cumhuriyet rejimi iyice benimsensin yerleşşin derken doğruları söylemiş,Ecevit bir tarihte Sultan Vahidettin hain değildi derken büyük dedesine olan vefasını göstermişti.
Aynı Ecevit yıllar sonra 1997 de 28 Şubat sürecinde birilerinin güdümünde Merve Kavakçıya dışarı dışarı diye bağırttırmıştı.Bu ülkede birileri kendi saltanatları devam etsin diyerek koskoca Osmanlıyı padişahlarımızı kötülemiş,Osmanlı bakiyesi şehzadeleri ve sultanlarımızı elin gavurunun bulaşığını yıkamak zorunda bırakmışlardı.
İsmet Paşa kimdi,Fevzi Çakmak dini bütün bir müslüman mıydı, neler yapmıştı bunlar tarih kitaplarına doğru ya da yanlış yazdırıldı.Birileri rahat lüx yaşamak için dış güçlerin yardımıyla on senede bir askeri darbe yaptırarak ülkeyi 70 cente muhtaç hale getirip milleti elli yıl geriye götürdüler.
Birileri koltuklarını devam ettirmek için Devrim arabasına benzini kasten koydurmadılar,birileri bakkal dükkanından holding patronluğuna getirildiler.Nuri Demirağın uçak fabrikası iflas ettirildi,yerli girişimciler birer birer ortadan kaldırıldılar.Nuri Killigilin fabrikası kendisiyle beraber havaya uçuruldu.Yerli silah sanayiii bir anda sıfıra müncer edildi.
Şimdi dünyanın silah lideri ülkesi biz olacakken sıfırdan başlamak zorunda kaldık .Her sahada bu bize reva görüldü.Aselsan mühendisleri bir bir ortadan kaldırıldı.Başbakanı içişleri Bakanı dönme olursa olacağı buydu.Sabataist dönme Kemal Derviş ve Çevik Birin elinde memleketin parası silahı heba edildi.Yazıklar olsun bunu bize reva görenlere..Sebataycılar saltanat sürdüler karşı çıkanı irtica yaftasıyla damgalayıp süründürdüler.
Laiklik maskesi takmış karanlık Yahudi Rum,Ermeni azınlık mensupları milletin öz evlatlarını sürüm sürüm süründürdüler.Aslında gören gözler görüyordu Gazi Mustafa Kemal Atatürk hayatta olsa bunların kökünü keserdi. Bunlar Ermeni artığı,Rum kalıntısı,İspanyadan kovulduğunda onlara el uzatan Osmanlıya ihanet eden İttihatçıların torunlarıdırlar.
Milletin öz evlatları öz yurtlarında paryaydı.Kanunları bunlar çıkartıyor,milletin Merkez Bankasının başına müdürü bunlar atıyor,1923 den sonra İngilizin elliden sonra ABD nin borusu ötüyordu bu güzelim ülkede..
Şartları gözönüne aldığımız zaman Türkiye Cumhuriyetinin sömürgecilerin istilası altına girdiği aşikardır.Egemen güçlerin dediği Lozan’da olmuş cephede kazanılan masada altın tepside mağluplara sunulmuştur.
Bunu dile getiren Kadir Mısıroğlu meczup yani deli diye yaftalanmış,1998 de 10 kasımda Demirele bağıran birisi meczup diye 4.5 sene cezaya çarptırılmıştır.
Kadir Mısıroğlu samimi olarak gerçekleri haykıran bir tarihçidir.Ona gelen haberleri arşivleri araştırarak gerçek yakın tarihi milletin göz önüne taşımaktan kitaplarında Lozanın zafer değil hezimet olduğunu haykırmış,İsmet Paşanın gerçek yüzünü gözler önüne sergilemiştir.Bugünkü CHP lideri Kılıçdaroğlunun onu eleştirmesi haddi değildir.
Kendisiyle bir kere Havaalanında görüşme fırsatımız oldu.Bu kadar futursuzca savunmasınının başını belaya soktuğunu soranlara geldik gidiyoruz alemde birşey gizli kalmasın varsın bize meczup desinler demişti.Önemli olan ona halkın CHPlilerin ne dediği değil Allahın ne dediği imiş.
Aldığı mahkumiyetlerde yarın huzuru mahşerde kahramanlık payeleri imiş.Bende aynı görüşteyim.Bende onun yerinde olmak gerçekleri korkmadan haykırmak isterdim ama ne ilimden ne de cesaretten yana ona benzerliğim yok.
Gerçekleri haykırmak hala suçtur bu memlekette bu milletin öz evlatları hala paryadır köledir bu memlekette yalan diyen karşıma çıksın.Bakmayın iktidarda 15 yıldır İslamiyete yakın bir hükümet var,bir darbe ile herşey tersine döner Mısırda olduğu gibi..15 Temmuzu yapanlarda Kemalizm maskesi takan, arkasına ABD yi almış alçak hainler gruhu değiller miydi?
***
LOZAN MECLİSTE ZORLA NASIL KABUL ETTİRİLDİ.?
Lozan konusunda, Atatürk’e karşı çıkan Ali Şükrü Bey nasıl öldürüldü?
“Efendiler, soruyorum, düşmanların altı ay sonra iade etmiş olduğu bir toprak var mıdır? Yoktur efendiler. Hangi toprak bir daha iade edilmiştir?
Musul’u bir sene sonraya bırakmak… neticede kaybetmek demektir… “Mehmetçiğin süngüsüyle kazanılan muazzam zafer, Lozan’da heba edildi…
Misak-ı Milli’den taviz veriliyor…” Bu gür sadanın sahibi, Meclis’teki İkinci Grub’un (iktidardakilere “Birinci Grup” muhaliflere İkinci Grup” deniyordu) lideri Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’di.
Lozan Konferansı hiçbir sonuca ulaşmadan dağılmış (4 Şubat 1923), konu TBMM’ye getirilmişti.. (21 Şubat 1923).
Meclis Başkan Vekili olarak o günkü oturumu yöneten Ali Fuat PaşaTBMM’deki havayı şöyle anlatıyor: “Gerek hükümeti ve gerekse başmurahhas İsmet Paşa’yı mes’ul tutmak yoluna gidiyorlardı.
Konuşmaların hemen hepsi, şiddetli ve sinirli idi. Mebusların Misak-ı Milli’den bazı fedakârlıklar yapılmak suretiyle hazırlanan mukabil projenin müttefiklerce kabulü halinde Meclis’in millet muvacehesinde düşeceği durumdan son derece telaşlandıkları belli oluyordu.”
Muhalif olarak tanınan İkinci Grub’un lideri Ali Şükrü Bey, iktidarı amansızca eleştiriyordu.
Defalarca kürsüye çıkıp, “Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılan muazzam zaferi Lozan’da hebâ ettiniz” diye bağırıyor, Lozan heyetinin, Lord Curzon’un oyunlarına kurban gittiğini iddia ediyordu.
Öyle çok kürsüye çıkmıştı ki, esasen Lozan muhalifleri arasında bulunan Rauf Bey (Orbay) bile sıkılmış, “Şükrü, yeter!” diye bağırmıştı, “artık söz alma!’”
Ali Şükrü Bey:“Râuf!.. Ben bu işin fedâisiyim, anladın mı?” diye cevap vererek kürsüye yürümüştü.
Ali Şükrü Bey’in konuşmaları en çok Mustafa Kemal Paşa’yı sinirlendirmişti.
Tekrar söz istemesi karşısında öfkeli bir tavırla bağırmaya başladı: “Bir haftadır söylüyorsunuz, memleketi zarar dide ediyorsunuz, maksadınız nedir?”
Ali Şükrü Bey, maksadını anlatmak isterken, Mustafa Kemal Paşa tabancasını çekerek üzerine yürüdü. Ali Şükrü Bey de silahına sarılmıştı. Araya girenler tarafından olay güçlükle bastırıldı.
Oturumu yöneten Meclis Başkan Vekili Ali Fuat Paşa, o günü şöyle anlatıyor: “Mustafa Kemal Paşa, Meclis’te konuşurken, hava oldukça gergindi. O konuşuyor, sözü kesiliyor, o cevaplıyordu.
Paşa sözlerini tamamladıktan sonra, Ali Şükrü Bey’in, ‘Ben de söyleyeceğim’ demesi üzerine Gazi Paşa hiddetli bir tavırla: ‘Bir haftadır söylüyorsunuz, memleketi zarar dide ediyorsunuz,maksadınız nedir?’ dedi ve kürsüden inerek elleri cebinde olduğu halde asabî bir şekilde Ali Şükrü Bey’in üzerine yürüdü.
Bu arada herkes Meclis’in ortasında birbirine bağırmakta olan meb’usların etrafında toplanmıştı. Ali Şükrü Bey, ‘kimseyi ithama hakkınız yoktur’ diye bağırıyor ve Sinop Mebusu Hakkı Hami Bey de ‘Meclis’te emniyet yok mudur?’ feryadını basıyordu.”
Meclis’te zabıt kâtipliği yapan rahmetli Mahir İz,“Yılların İzi” isimli kitabında, Zabıt Müdürü Zeki Bey’in kulağına, “Ali Şükrü Bey bu gece idam fetvasını eliyle imza etti” diye fısıldadığını kaydediyor.
Nitekim de öyle oldu: Bu oturumdan yirmi gün kadar sonra, Ali Şükrü Bey aniden ortadan kayboldu. Konu Meclis’e geldi. Sinop meb’usu Hakkı Hâmi Bey kürsüye çıktı:
“Efendiler! Eğer Ali Şükrü Bey’e hürriyet-i efkârından(özgür düşüncelerinden) dolayı bir tecâvüz vukû bulmuşsa, ben bütün cihan huzurunda o gibi kirli ele derim ki, Ali Şükrü Bey gibi bu memlekette memleketin hürriyeti için feryâd edecek daha birçok beyler vardır.
Efendiler! Hiç bir zaman milletinfikr-i hürriyeti ve kanaatı silahla öldürülemez. Tehdid ile söndürülemez.”
Ardından Erzurum Meb’usu Hüseyin Avni Bey kürsüye çıktı: “Efendiler! Bu şerefli kürsü bugün elîm bir vaziyete sahne oluyor.
Bu şerefli milletin meb’usları bugün kalbleri kan bağlamış bir zavallı, bîçâre gibi birbirlerine bakıyorlar.
Ey kâbe-i millet! Sana da mı taarruz! Ey ârâ-yı millet, sana da mı taarruz?
Ey milletin mukaddesatı sana da mı taarruz?”(Lânet sesleri, bu millet ölmez, zihniyet ölmez, fikir ölmez sesleri). Birkaç gün sonra Şükrü Bey’in cesedi bulundu.
İple boğularak öldürülmüş, Çankaya sırtlarında toprağa gömülmüştü. Recep Peker’in bile “Çok temiz, mert ve vatanperver bir arkadaş!..Yalnız sinirli!… Coştu mu kabına sığmıyor” dediği mert bir muhalif böylece susturulmuştu. Suç, Giresunlu hemşehrisi Topal Osman Ağa’nın üzerine yıkıldı.
Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş oluyordu! Nihayet o da katledildi. Bununla da yetinilmeyerek başı kesildi.
Meclis’in kapısına ayaklarından asıldı. Bu olayların ardından Birinci Meclis dağıtılıp titizlikle tek tek belirlenen isimlerden oluşan İkinci Meclis kuruldu ve Lozan bu Meclis tarafından onaylandı..!!!
Yavuz Bahadıroğlu
***
TOPAL OSMANIN KATLETTİĞİ 1.MECLİSTE TRABZON MEBUSU ALİ ŞÜKRÜ BEY KİMDİR?
İstanbul Kasımpaşa’da doğdu. Babası Trabzon’un Şarlı (Beşikdüzü) nahiyesinden çeşitli yerlerde liman reisliği yapmış, bahriye kolağası rütbesinde iken emekli olmuş Reisoğlu Hacı Hâfız Ahmed Efendi’dir. İlk öğrenimini tamamladıktan sonra 1898’de babası tarafından Heybeliada’daki Mekteb-i Fünûn-ı Bahriyye-i Şâhâne’ye kaydedildi.
1902’de harbiye sınıfına geçti, 1904’te teğmen rütbesiyle donanmaya katıldı. Başarılı eğitim hayatı sebebiyle kurmay sınıfına ayrıldı.
Heybetnümâ okul gemisinde güverte mühendisliği eğitimi aldı, çeşitli gemilerde seyir subaylığı ve ikinci süvari olarak çalıştı. 29 Ekim 1905’te kurmay üsteğmen rütbesiyle Mesudiye zırhlısı seyir subay yardımcılığına tayin edildi. Ardından Bahriye Erkân-ı Harb Reisliği’nde görevlendirildi.
27 Nisan 1901’de yüzbaşı oldu; Sultâniye ve Orhâniye gemileri, Yarhisar torpidosu ve Nevşehir gambotunda seyir subaylığı yaptı. Daha sonra Deniz Müzesi’nde göreve başladı, bu sırada istifasını verdiyse de Balkan Harbi yüzünden bu isteği kabul edilmedi.
İstifası ancak savaşın bitmesi üzerine, 13 Haziran 1914’te gerçekleşti ve binbaşı rütbesinde iken ordudan ayrıldı.
Ali Şükrü Bey, öğrencilik yıllarından itibaren Osmanlı Devleti’nin çöküş sebeplerinden biri olarak donanmanın zayıflığını görmüş ve bazı arkadaşlarıyla birlikte bu eksikliğin giderilmesi gerektiğine inanmıştı.
II. Meşrutiyet döneminde donanmanın güçlendirilmesi amacıyla 19 Temmuz 1909’da kurulan Donanma-yı Osmânî Muâvenet-i Milliyye Cemiyeti’nin kuruluş çalışmalarında yer aldı.
Henüz yüzbaşı rütbesinde iken, Erkân-ı Harbiyye bahriye reisi Râsim Paşa ile birlikte cemiyetin yönetim kuruluna girdi. Burada Bahriye Nâzırı Cemal Paşa ve Dâhiliye Nâzırı Talat Bey ile birlikte çalışma imkânı buldu. Cemiyetin yönetim kurulunda en aktif üyelerden biri oldu.
Donanma Mecmuası’nın yayımlanmasına önemli katkısının yanı sıra ülke düzeyinde gerçekleştirilen irşad ve yardım kampanyalarında görev aldı. Toplanan yardımlarla satın alınacak gemi ve askerî mühimmat işlemlerinde donanma adına askerî uzman sıfatıyla görevlendirildi. 1911 Mayısında Reşid Paşa, Midhat Paşa ve Giresun gemilerini İngiltere’den, 1914’te Çanakkale cephesinde kullanılan mayınları Almanya’dan ve 11 Haziran 1918’de Romanya’dan gemi teslim alarak donanmaya kazandırdı.
İngiltere’de bulunduğu sırada deniz hukukuna dair Zibel’den özel dersler aldı. İtalya’nın Osmanlılar aleyhindeki iddialarına Liverpool Times gazetesinde yazdığı makalelerle cevap vererek İngiliz kamuoyunu aydınlatmaya çalıştı.
Genç yaşından itibaren fikir ve neşriyat hayatının içinde yer alan Ali Şükrü, İstanbul’da kendi adıyla anılan bir matbaa kurdu. İlk yayını kurmay teğmenliği sırasında 1909’da yayımladığı Pusula Hatası ve Tashihi adlı eserdir. Daha sonra İdman Mecmuası’nı çıkardı. Bu dergide dikkat çeken en önemli yazısı “Keşşaf Yoldaşlığı” adlı izcilik hakkındaki makalesidir.
1 Nisan 1919’da ilk sayısı çıkan Gündoğdu Mecmuası doğrudan sahipliğini ve mesul müdürlüğünü onun yaptığı, Ali Şükrü Matbaası’nda basılan süreli yayın olup 29 Mayıs 1919 tarihli 9. sayısı ile yayın hayatına son verdi. Bunların dışında eğitim ve sosyoloji konularında İngilizce’den yaptığı bazı tercümeleri bulunmaktadır.
Ali Şükrü Bey, bir düşünce adamı olarak değil aynı zamanda bir eylem adamı olarak siyasetle Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından sonra ilgilenmeye başladı. İşgallerin giderek yaygınlaşması üzerine Esad Paşa’nın önderliğinde resmî, yarı resmî, özel birçok kurum ve kuruluş temsilcilerinin katılımıyla 29 Kasım 1918’de İstanbul’da ilk toplantısı gerçekleştirilen Millî Kongre Cemiyeti’nin faaliyetlerine katıldığı gibi bu tarihten itibaren cemiyetin başlattığı işgal karşıtı çalışmaların içinde yer aldı, kurduğu matbaayı, direniş amaçlı yayınların basılmasında kullandı.
Öte yandan kapatılan İttihat ve Terakkî Partisi’nin Enver ve Talat Paşa hiziplerini bir araya getiren, Kara Vâsıf Bey’in başkanlığında 5 Şubat 1919’da kurulan Karakol Cemiyeti’nin kuruluş çalışmalarıyla ilgilendiği ve kardeşi Şevket Bey’le birlikte bu cemiyetin üyeleri arasında yer aldığı da bilinmektedir.
İzmir’in Yunan ordusu tarafından işgalinden sonra İstanbul’da düzenlenen Sultanahmet mitinginin hazırlanmasına katkı sağlayan Ali Şükrü Bey, bu tarihten itibaren mücadelenin artık İstanbul’dan değil Anadolu’dan yürütülmesi gerektiğine karar vererek bir grup arkadaşıyla birlikte Trabzon’a hareket etti.
İkinci kongresini yaparak silâhlı mücadeleye karar veren Trabzon Muhâfaza-i Hukūk-ı Milliyye Cemiyeti’nin faaliyetlerine iştirak etti. Çok istemesine rağmen Erzurum Kongresi’ne delege olarak katılması mümkün olmadı. Bununla birlikte Erzurum Kongresi’nde alınan ulusal bağımsızlık kararının Sivas Kongresi’nde de kabul edilmesi üzerine Millî Mücadele hareketinin ısrarlı tutumu sebebiyle yapılan son Osmanlı Meclis-i Meb‘ûsanı seçimlerinde Trabzon’dan milletvekili seçildi.
İstanbul’da toplanan ve Mîsâk-ı Millî kararını alan Meclis-i Meb‘ûsan’ın etkili üyelerinden biri oldu. 16 Mart 1920’de İstanbul’un İngilizler’ce resmen işgalinin ardından meclisin çalışmasını engellemek üzere giden ve Rauf Orbay’ı tutuklamaya kalkışan İngiliz askerlerine karşı direnenlerin başında yer aldı.
İstanbul’un işgalinden sonra Mustafa Kemal’in çağrısı üzerine olağan üstü yetkilerle toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne katılmak üzere Anadolu’ya geçen milletvekilleri arasında Ali Şükrü de bulunuyordu.
Yakın arkadaşı Mehmed Âkif (Ersoy) Bey’le meclisin 1920’deki açılışına katıldı. I. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en aktif üyelerinden biri olarak dikkat çekmeye başladı. Dışişleri, İrşad, Anayasa, Millî Savunma, Millî Eğitim ve İç Tüzük komisyonlarında görev aldı. Otuz yedisi gizli oturumlarda olmak üzere toplam 183 konuşma yaptı, ayrıca altı adet soru önergesi verdi. Bunun yanı sıra birçok kanun teklifi sundu.
Millî Mücadele’nin en kritik aşaması olan Eskişehir-Kütahya muharebeleri sırasında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin Kayseri’ye taşınması gündeme geldiğinde Kayseri’ye gidip ulucamide Anadolu’daki mukaddes cihadla ilgili bir konuşma yaptı.
Bunun metni 24 Eylül 1921 tarihli Sebîlürreşâd dergisinde yayımlandı. Bu uzun ve önemli konuşmada I. Dünya Savaşı’nın başlangıcından Mondros Mütarekesi’ne kadar gelen dünya ve Osmanlı siyasetinin genel bir değerlendirmesini yaptı.
Mütarekeden sonraki süreçte İstanbul hükümetinin arz-ı teslimiyyet politikasını kabul ettiğini, müdâfaa-i hayat ve istiklâl politikasını benimseyen Türk milletinin ise asırlardan beri hür ve müstakil yaşadığını ve yine böyle yaşayacağı anlayışını benimsediğini dile getirdi.
Tarihçi Mahmut Goloğlu’nun taassup derecesinde vatanperver, dindar, ahlâklı ve idealist biri olarak tanımladığı Ali Şükrü Bey’in meclisin açılışından beş gün sonra 28 Nisan 1920’de verdiği ilk kanun teklifi 14 Eylül 1920 tarihinde Men‘-i Müskirat Kanunu adıyla kabul edilerek yasalaştı.
Meclis-i Meb‘ûsan’ın İngiliz kuvvetlerince basılması tecrübesinden hareketle 29 Nisan 1920 tarihinde meclis başkanlığına verdiği, meclisin güvenliğinin sağlanması için millî muhafız müfrezesi teşkili önergesi de kabul edildi, böylece Türkiye Büyük Millet Meclisi Muhafız Müfrezesi kuruldu.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışından Teşkîlât-ı Esâsiyye Kanunu’nun kabul edildiği 21 Mart 1921 tarihine kadar geçen süre içinde meclis içinde önemli görüş ayrılıkları, gruplaşmalar meydana geldi.
Ali Şükrü Bey, bu gruplaşmada Mustafa Kemal Paşa’nın başkanlığını yaptığı ve birinci grup diye anılan Müdâfaa-i Hukuk Grubu’na muhalif cephede yer aldı. İkinci grup diye bilinen, başkanlığını Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Ulaş Bey’in yaptığı grubun sözcülüğünü üstlendi.
Özellikle Başkumandanlık Kanunu’nun Mustafa Kemal Paşa’ya verdiği bazı olağan üstü yetkilerin meclisin egemenliğine aykırılık oluşturacağı konusundaki şiddetli tartışmalar sırasında kendi grubu adına Ali Şükrü Bey sert ifadeler içeren konuşmalar yaptı.
Onun muhalefet ettiği konulardan bir diğeri de İstiklâl mahkemelerinin faaliyetleriydi. 22 Eylül 1920 tarihli İstiklâl mahkemelerinin kurulması görüşmesinde bu mahkemelerin savaş suçlarına yönelik çalışmasını, bunun dışındaki konularda yargı faaliyetlerinde bulunmasının siyaset kurumunun önünü keseceği endişesini dile getirmişti.
Saltanat ve hilâfet konusundaki duyarlılığıyla tanınan Ali Şükrü Bey, değişik tarihlerde yaptığı konuşmalarda bu hassasiyetini vurguladıysa da 1 Kasım 1922 tarihli saltanatın kaldırılmasına dair kanuna olumlu oy verdi. Ankara hükümeti ile Enver Paşa arasında meydana gelen gerginliğin Trabzon üzerinde yoğunlaşması ve yaşanan gelişmelerden rahatsızlık duyulması sebebiyle 18 Nisan 1922’de arkadaşlarıyla birlikte Dahiliye Vekili Ali Fethi Bey hakkında Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir gensoru önergesi verdi, 8 Haziran 1922’de yapılan görüşmelerde birinci grup ile ikinci grup arasında sert tartışmalar yaşandı.
Trabzon meselesi olarak adlandırılan önergenin reddedildiği bu görüşmeye Ali Şükrü Bey’in yürütmenin hukuka aykırı uygulamalar yaptığı iddia ve beyanları damgasını vurdu.
Ali Şükrü Bey’in Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde muhalif tavrıyla öne çıktığı diğer bir tartışma konusu da Lozan’dı. Lozan Konferansı’nın 3 Şubat 1923’te kesintiye uğraması üzerine Ankara’ya dönen Türk heyeti başkanı İsmet Paşa’nın gelişmeler hakkında 26 Şubat 1923 tarihinde düzenlenen gizli celsede Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne bilgi vermesi üzerine bu hususta da günlerce süren tartışmalar yapıldı.
Bu tartışmaların temelini, özellikle ikinci grup temsilcilerince öngörülen Lozan’da Mîsâk-ı Millî’den tâviz verildiği iddiaları oluşturmaktaydı. Şubat ayı boyunca devam eden görüşmeler mart ayına da sarktı, en sert tartışmalar 5 Mart tarihli celsede meydana geldi.
Bu görüşmede Ali Şükrü Bey, Musul meselesinin bir yıl sonraya ertelenmesinin Mısır ve Girit gibi kaybedilmesi anlamına geleceğini, Ege adalarının Yunanistan’a bırakılması halinde Anadolu’nun denizden savunulamaz duruma geleceğini vurguladıktan sonra ülkenin kaderinin İsmet Paşa liderliğindeki Lozan Heyeti’ne emanet edilemeyeceğini belirtti ve konuşmasını, “Mehmetçiğin süngüsüyle kazanılan bu muazzam zafer Lozan’da heba edilmiştir.
Bu murahhasa heyetinin barış meseleleri üzerinde sözleri olamaz efendiler! Artık bunların vazifeleri bitmiştir” sözleriyle tamamladı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Lozan görüşmeleri hakkında yaptığı konuşmalarla diğer muhalif görüşleri, 19 Ocak 1923 tarihinde İstanbul’dan Ankara’ya taşıyıp başyazarı olarak yayımlamaya başladığı Tan gazetesi aracılığıyla kamuoyuna aktaran Ali Şükrü Bey 27 Mart 1923 Salı akşamı ortadan kayboldu.
Bütün aramalara rağmen nerede olduğu hakkında herhangi bir sonuç alınamadı. 29 Mart günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde söz alan ikinci grup başkanı Erzurum milletvekili Hüseyin Avni Bey, Ali Şükrü Bey’in kayboluşundan duyduğu üzüntüyü dile getirdi ve yetkilileri göreve çağırdı.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde hükümet aleyhine şiddetli konuşmalar yapılmaya, basında da çeşitli ithamlarda bulunulmaya başlandı. Nihayet yapılan soruşturma ve araştırmalar sonucunda Ali Şükrü Bey’in cesedine Ayrancı’daki Papazınbağı mevkiinde gömülmüş vaziyette ulaşıldı.
Tanık ifadelerinden edinilen bilgilere göre Ali Şükrü Bey’in Topal Osman Ağa’nın evinde öldürüldüğü ortaya çıkınca, Mustafa Kemal Paşa tarafından muhafız alayı komutanı İsmail Hakkı Bey’e (Tekçe) verilen tâlimat üzerine 1-2 Nisan 1923 gecesi gerçekleştirilen baskın sonunda yaralı olarak ele geçirilen Topal Osman Ağa hastahaneye kaldırılırken yolda öldü.
2 Nisan tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir konuşma yaparak Ali Şükrü Bey’in bir cinayete kurban gittiğini belirten Rauf Bey (Orbay), olayın fâili olan Topal Osman Ağa’nın da gereken cezaya çarptırıldığını belirtti.
Ali Şükrü Bey’in cenazesi İnebolu üzerinden Trabzon’a nakledildi. 10 Nisan 1923 Salı günü Trabzon’a ulaşıldı.
İskenderpaşa Camii’nde kılınan cenaze namazının ardından Amerikan torpidosu komutanı mülâzım Lolberi ve Trabzon Rus konsolosunun da aralarında bulunduğu büyük bir kalabalığın katılımıyla Belediye Meydanı’nda yapılan merasimin ardından Boztepe’deki mezarlığa defnedildi.
Cenaze merasiminde İstikbâl gazetesi başyazarı Faik Ahmet Bey’in (Barutçu) yaptığı konuşmada ve İstikbâl gazetesinde eski Trabzon valisi Hamit Bey’in (Kapancı) bu münasebetle yazdığı yazılarda Mustafa Kemal Paşa hedef alındı.
Ali Şükrü Bey emperyalizme karşı bağımsız duruşuyla öne çıkmış, bu mücadelenin Müslümanlık dairesi içinde şekilleneceğine inanmış, millî egemenlik ve hukukun üstünlüğü ilkesini benimsemiş, doğruluğuna inandığı fikirleri sonuna kadar savunmuş bir siyaset adamıydı.
Katli hadisesi, Cumhuriyet tarihinin karanlıkta kalmış önemli bir siyasî meselesi olarak halen tartışılmaktadır. Ali Şükrü Bey’in gazete makaleleri yanında bazı yazıları şunlardır: “Anadolu’nun Büyük ve Mukaddes Cihadı” (Sebîlürreşâd, XIX/490, 24 Eylül 1337, s. 233-246; aynı makale, haz. Veysel Usta, Yunus Dergisi, sy. 13, Ocak-Mart 1996, Trabzon 1996, s. 31-48); “Gazi Barbaros Hayreddin’in Türbesi ve Evkafı” (Donanma Mecmuası, sy. 4, Haziran 1326, s. 290-295); “Keşşaf Yoldaşlığı” (İdman Mecmuası, sy. 1, 15 Mayıs 1329); “Varna Müdafaası” (Risâle-i Mevkūte-i Bahriyye, III, nr. 5, Mart 1333, s. 193-206).
***
Bize tarihi hep yalan anlatmışlar.Kahraman sandıklarımız aslında gerçekte hain,hain sandıklarımız aslında vatansever birer kahraman.!!
Çerkez Ethem Bey bir kahraman,Yunan’ı denize döken şanlı asker.Ama hain olmuş.Enver Paşa,Yozgatlı Çapanoğulları,Hamitli Rıza Bey,Ali Şükrü bey liste uzar gider.
Ama bunun yanında Cumhuriyetin kuruluşunda bu millete hainlik eden Sabataycı dönmeler,yahudiler azınlık Ermeni ve Rumlar bize kahraman olarak yutturulmuşlar.
Cumhuriyet kurulduğunda tarih kitabı yazmak için davet edilen İngiliz ve Batılı tarihçiler Boğazda rakı ve balık sofralarında vapurda gezinti yaparak yazmışlar yakın tarihimizi.
1909 31 Mart Harekat Ordusunun yaptığı tertipte Yıldız Sarayını yağmalamış koca koca Paşalar.
Sultan Abdülhamid Hana gelen, Yıldız Sarayına gelen yabancı konuklarca verilen nişanlar elmaslar,silahlar zümrüt yakut taştan hediyeler yemek takımları mobilyalar ve zati eşyaları vs.
Bir bir yazılmış o tarihte gazetelerde.Sonra sansür gelmiş hadiseyi halktan gizlemişler..Aralarında kimler yok ki.
Avrupa’da müzayedede satmışlar Sultan Abdulhamidin eşyalarını.
Mustafa Kemal Paşa da 31 Mart Ayaklanmasında bu Saraydaki yağma hadisesinde varmış,o günkü Osmanlı gazetelerinde bu yağmayı yapanlar arasında adı çıktığı haberi sonraki yıllarda sorulunca -Ben orda yoktum dermiş.Doğrusunu Allah cc. bilir.
Sadrazam (Başbakan)Mithat Paşa,Harekat Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşa ve onlarcası mezarlarından kaldırılıp mahkemeye çıkarılsa saki vardım yaptım mı diyecekler.
Bildiğiniz yakın tarih kitaplarını kaldırıp bir bir çöpe atın.Boş yere beyninizi bu yalan tarih haberleriyle doldurup kirletmeyin.
Sultan Abdulhamid Han’ım gerçek bir vatansever.Sultan Vahidettin Cennetmekan dedem bu ülkeden asla kaçmadı.Ankara Hükümeti sabık Padişahı idam etme niyetindeydi.Sarayın çevresinde her akşam tabanca tüfek atışlarıyla Padişaha gözdağı veriliyordu.
Sultan Vahidettini Avrupaya götüren Malaya zırhlısı 1938 de Atatürk ölünce bir defa daha geldi İstanbul’a...
Vatanı İngilizlerin işgalinden kurtarmak için elinden geleni yaptı.
Mustafa Kemal Paşa’yı 40 bin Osmanlı altını vererek özel fermanla Anadolu’ya Samsuna gönderdi.
Samsuna giderken İngilizler Bandırma Vapurunu Boğazdan Karadeniz’e çıkarken durdurdular.Sultan araya girip teminat verince seyrü seferine izin verdiler.
Ben bizzat TGRT de kulaklarımla o günkü İstanbulda bulunan İngiliz subayının ağzından işittim bu hadiseyi.
Milli Mücadele esnasında sürekli Mustafa Kemal Paşa Sultan Vahidettin Hanımla sürekli gizlice haberleşti.
Mustafa Kemal Paşa Padişahımıza vefasızlık yaptı.
1923 ten beş sene sonra Yunan Kralı Ankara’ya İstanbul’a geldi.İsmet Paşa karısını Yunan Kralının kollarına verdi.
İsmet Paşada onun karısını kollarına alarak resmi geçit yaptılar.
Mustafa Kemal Paşa 1930 da İngiliz Prensini İstanbulda müsafir etti.On yıl içerisinde yapılacakları bir bir dikte ettiler.Hilafet kaldırıldı.Ayasofya Müze yapıldı.Musul Kerkük Petrolleri İngilizlere bırakıldı.
Sonra Lozan geldi.Lord Curzon İsmet Paşayı Lozanda iki hafta oyaladı.Onların elinde 14 katır yükü belge vardı.
İsmet Paşanın elinde bir A4 top kağıdı kadar belge.
Burası mesirelik yer gezin dolaşın dedi.İki hafta güle oynaya gezdi istirahat etti Heyet.Kalpakla giden Heyetin her bireri birer yahudi foteri taktılar Ülkeye öylece döndüler.
Lord Curzon Lozanda bizimkileri devamlı oyaladı.Haberleşme telgrafla Romanya ve Almanya üzerinden yapılıyordu.
İsmet Paşanın Mustafa Kemale söylediklerini Mustafa Kemal Paşadan evvel İngilizler duyuyor ona göre hesaplar yapılıyor.Masada bıyık altından İngilizler gülüyorlardı.
Lod Curzon Musul’u sonraya bırakalım dedi kabul edildi ama sonunda bir oturumda Musul Kerkük petrollerini on yıl Osmanlıya petrol parası verilmesi şartıyla kabul ettiler.
1950 ye kadar bu alındıysa da sonunda 500 bin dolar almak suretiyle İngilizlere Musul Kerkük petrolleri satıldı.
Savaşta kazandığımız toprakları Musul Kerkük ve Batı Trakyayı Lozan’da masada kaybettik.
5 milyon km.kare toprakla girdiğimiz savaştan 780 bin km.kare toprağa hapsolduk.Dinimizi,dilimizi her şeyimizi Batının emriyle değiştirdik.Yetmedi Padişah ve hanedanı Avrupaya sürgüne yolladık.
Gavurların fabrikalarında hizmetçi bulaşıkçı olarak çalışıp ölünce de kimsesizler mezarlığına defnedildiler.Dedem sürgünde ölüp cenazesi günlerce rehin tutulup en sonunda gemiyle Şama götürülüp defnedilirken...
Birileri İstanbul’da Ankara’da en güzel yerlerde kendilerine mezar yeri hazırlatıp defnedildiler.Atam,Ceddim Sultan Abdulhamid Hanım,Sultan Vahidettin Hanım Dedelerim sizler rahat uyuyun.Sizler biliyorum inşallah cennettesiniz.Sizler torunlarınızın kalbinde ölmediniz yaşıyorsunuz.
***
Yavuz Bülent BAKİLER, eski Mv.merhum İsmail Hakkı YILANLIOĞLU’nun damadı idi. Hakkı Bey merhum babamın yakın dostu idi.Diyeceğim o ki Yavuz Bey Hasib Beylerin dâmâdıdır.
1925-1930 yıllarında Kastamonulu Hasib Efendinin dilinden o günleri bir dinleyelim:
“…O, 1925’li, 1930’lu yıllar korkunç yıllardı.Kelâmî Dergâhında benim gibi yirmi kişi daha vardı. Hoca Efendiden Arapça-Farsça yanında, fıkıh, kelâm, sarf, nahiv, tecvid gibi dersler de görüyorduk. Dergâha gireli daha bir yıl bile olmadan Şeyh Said ayaklanması başlamasın mı? Esad Efendi üzüntüden ne yapacağını şaşırdı. Bir gün beni yanına çağırdı: “Oğlum, dedi İslamın sancılı günleri yakındır!
Bu ayaklanma yüzünden başımıza bir takım belaların geleceğini görür gibi oluyorum. Artık senin buralarda kalman doğru olmaz. Çünkü din eğitimi için gerekli zeminler kurutulacak; birtakım kimseler ortadan kaldırılacaktır. O bakımdan senin hemen Kastamonu’ya dönmen lazım. Toparlan ve en kısa zamanda yola çık!”
Hocanın elini öpüp İstanbul’dan ayrıldım. Ben Kastamonu’ya döndükten bir süre sonra, tekkeler ve türbeler kapatıldı. Esad Efendinin dedikleri bir bir çıkmaya başladı. Dindarlar göz hapsine alındı. Kur’an kursları yasaklandı. 1928 yılında Harf inkılabı ilan edilince, biz Kastamonu’da iki dehşetli hadiseyle karşı karşıya kaldık: Vali tellal bağırttırdı:
“Ey ahali! Bundan sonra hiç kimse Arap alfabesiyle okuyup-yazmayacak! Arap alfabesi yasaklanmıştır. Kimin evinde eski Türkçeyle yazılı kitap varsa getirip vilayete teslim etsin! Evlerinde, dükkânlarında eski Türkçe eser bulunduranlar şiddetle cezalandırılacaktır! Duyduk duymadık demeyin haaa!”
Halk korku içindeydi. Bazı kimseler, evlerindeki eski Türkçe kitapları, bahçelerinin bir tarafına gömdüler. Bazı kimseler, o kitapların değerine bakmadan götürüp sulara attılar. Bazı kimseler de getirip vilayetteki yetkililere teslim ettiler.(Moğol baskınları ile yakıp yıkılan nice değerli kütüphanelerimizin hikayesi ciğerlerimizi dağlarken o günün şartlarındaki uygulamaya ne demeli) Gözlerimle gördüğüm dehşetli bir hadiseyi hiç unutamıyorum: Hacı Kadı Camiinin (Ferhat Paşa Camii) kitaplığında, binlerce kitap vardı ki hepsi de eski harflerle yazılıydı.
O kitaplar arasında el yazması çok kıymetli eserler, salnameler, cönkler, divanlar, padişah fermanları, ilim ve fen kitapları da bulunuyordu. Bir gün o eserlerin hepsini, belediyenin gübür (çöp) arabalarına abur-cubur yığarak şehrin dışına çıkardılar ve orada hepsini birden cayır cayır yaktılar.
Dersaadetten gelen padişah fermanları, gümüş çerçeveliydi. Kitap yangınına o gümüş çerçeveli fermanlar da atıldı. Halk üzerinde öyle büyük bir korku vardı ki, oradaki vazifelilerden hiçbiri, cesaret edip de o gümüş çerçeveleri olsun alamadı. Kastamonu, sanki yunan işgaline uğramıştı.
Artık, Kur’an okumak da, okutturmak da suç sayılıyordu. Sokaklarda zaman zaman şöyle manzaralarla karşılaşıyorduk: Bekçiler veya jandarmalar önünde bir cami imamı görüyorduk. Adamın elleri kelepçeli olurdu. Bazen de bilekleri bir dana ipiyle bağlanırdı. Koltuğunun altında suç unsuru olan bir Kur’an-ı Kerim bulunurdu. İmamın yanında da 8-10 yaşlarında üç beş çocuk yürürdü. Adamın suçu: Çocuklara Kur’an okumayı öğretmekti.
Bu kitap yakma işinden sonra sıra vakıf eseri olan camilerimizin satışına geldi. Diyeceksiniz ki, “vakıf eseri hiç satılır mı? Vakfeden kişilerin maksatları dışında kullanılır mı?” Devir, başka devir beyefendi! Memlekette muhalefet yok! Muhaliflerin kafaları koparılıyor! Muhalifler zindanlara atılıyor! Padişahlık kaldırılmış ama herkes bir padişah gibi!
Kastamonu’da yaşadığım dehşet verici ikinci hadise vakıf eseri olan camilerimizin satılması oldu 1930’lu yıllardı, şehrin içinde 42 veya 44 camimiz vardı. Devrin valisi, bu camilerden 33’ünü satışa çıkardı. Satışı istenen camiler arasında, bizim Yılanlı Camimiz de vardı.
Onu, belki üç yüz sene önce, benim dedelerim hayır için yaptırmışlar ve halkın ibadetine cami olarak vakfetmişlerdi. Şimdi o yetkili geliyor, sanki Yılanlı Camii kendi babasının tapulu malıymış gibi, onu satışa çıkarıyordu,
iyi mi? Biz kendi camimizi devletten, o zamanın parasıyla beş bin liraya yeniden satın aldık ama onun cami özelliğini katiyen bozmadık. Onu yine cami olarak halkın ibadetine açık tuttuk. Satılan otuz üç camiden, bu gün sadece üç tanesi ayaktadır: Biri bizim Yılanlı Camimizdir. Diğer ikisiyse: Karanlık Camiyle, Keskin Efendi Camii!
Diyeceksiniz ki öteki camiler ne oldu? Onlar, yeni sahipleri tarafından yıkıldılar. Yerlerine ya ev yapıldı ya dükkân ya bahçe! Şimdi burada belirteceğim önemli bir husus var: Ben, ömrüm boyunca, çeşitli tecellilere şahit oldum.
Vakıf eseri o otuz camiyi devletten satın alarak yıktıranların hepsi de perişan oldular. Vallahi billahi onlardan kimisi iflas etti. Kimisi, amansız hastalıkların pençesinde inleye inleye öldü. Kimisi zürriyetsiz kaldı. Zamanla dilenenleri bile gördüm. Kimisi de paraya pula rağmen huzurunu kaybetti. Bir lokma ekmeği, ağız tadıyla yiyemedi.
O 1930’lu yıllardı, halk, korkusundan Cuma namazlarına bile gelemiyordu. Hazin hatıralarımdan biri de şudur: Ben, bizim Yılanlı Camimizde müezzinlik yapıyordum. Camimizin bir de imamı vardı. Vakit namazların genellikle ikimiz kılardık.
Ama Cuma namazı için en az üç kişi olmak lazım! Cuma vakti girince kalkıp ezan okuyordum. Görüyordum ki üçüncü kişi yok. Kapının önüne çıkıp gelene gidene yalvarıyordum. “Yahu biriniz Allah rızası için gelin de cemaat olup Cuma namazını kılalım!” diyordum. Halk ürküyor, omuz silkip geçiyordu.
Kastamonu bir gâvur işgaline uğramış olsaydı, halk bu zulme karşı direnirdi. Ama kendi yöneticilerinin zulmü önünde kan kusuyor, “kızılcık şerbeti içtim!” diyordu.
El yazması eserlerimiz, kitaplarımız yakıldıktan, camilerimiz satıldıktan sonra sıra kıymetli halılara ve antika eşyalara geldi. Size hangisini anlatsam beyefendi? Musa Fakih veya Zihnizâde Camiinin çok güzel ve çok büyük bir halısı vardı.
Bütün Kastamonu, o halının vakti zamanında beş yüz altına alındığını bilirdi. İşte o güzelim halıyı bir gün, Zihnizade Camiinden alıp valinin makam odasına serdiler. İtiraz etmek kimin haddine düşmüş.
Halı, bir süre valinin ayakları altında kaldı. Sonra bir gün nasıl olduysa o nadide halı, vilayet konağından, hem de valinin makam odasından çalınıp gitti. 70-80 metrekare büyüklüğünde bir halıyı tek başına kim dürebilir, tek başına kim omuzlayabilir ve sonra hiç kimseye görünmeden vilayet konağından kim sıvışıp gidebilir? Hiç kimse, o halının, bir gece yarısı, nasıl kanatlanıp uçtuğunu öğrenemedi! Hiç kimse, o modern hırsızlık üzerine yürümek cesareti gösteremedi.
Kastamonu halkı “Bizim o antika halımız ne oldu?” diyemedi. Zamanın Kastamonu valisi de o müthiş hırsızlık üzerinde hiç durmadı. Sanki odasından, eski, günü geçmiş bir gazete parçası alınıp götürülmüş gibi bir tavır takındı.
Polisler, eskici pazarlarında bir-iki dükkâna şöyle bir girip çıktılar, sonra onlar da işin peşini bıraktılar. Halının nerede, kimin evinde dürülü kaldığını çok iyi bildikleri halde oralara yanaşamadılar. Hatta çalınan halının çok yakınlarında nöbet tuttular. Hırsızlığa göz yumdular.
Ben dinsiz münevverden de, dindar cahilden de, yobazdan da daima endişelenmişimdir beyefendi! Çünkü dinsiz münevverle dindar, fakat zırcahil adamlar, milleti öylesine uçurumlara sürüklemişlerdir ki içinden kolay kolay çıkamamışızdır.
Ah biz ne günler yaşadık beyefendi! Rabbim, milletimize ve devletimize o karanlık günleri bir daha göstermesin!”Alıntı
***
Bu ülkede ne kadar sözde İslami ama maskesi Kemalizm olan tarikat,tasavuf grubu holding sahipleri,kanal sahipleri varsa arkasında ABD ya da İngiliz entel ajanslarının olduğu aşikardır.Müslümanın bu oyunlara gelmemesi lazımdır.İlerde tezgahlayacakları yeni Fadime-Müslüm ya da Fetö benzeri ihanetlere hazırlanan bu alçakların oyununa gelmemesi için gerçek tarikat mensuplarının uyanık olması elzemdir.
Atatürkü seyyid olarak vasıflandıranlar,onu yere göğe sığdıramayan şarlatanlar ya bunu bir şeyleri kamufle etmek maksadıyla yaparlar ya da Atatürkü Koruma Kanununun gazabından kendilerini korumak için yaparlar.Hiçbirisinin bu konuda samimi olmadıklarını samimi tarikat mensupları cemaat bağlıları bilirler.Derin devletin ya da İngiliz ABD uşaklarının CİA nın yapamayacağı alçaklık yoktur bu memlekette..
Bırakalım onun hakkındaki hükmü gerçek tarihi yazanlar gerçek din adamları versin.İfrat ve tefritten kaçınılmaz ise kime göğe çıkarır kimi de yerin dibine geçirmek için fırsat kollar.Bu kulaklarım otuz senelik öğretmenlik hayatımda aslı astarı olmayan ne hezeyanlar duydu bir bilseniz.
Doğru tarihi korkmadan yazabilen tarihçiler susduğu sürece gerçeği kimseler öğrenemeyecektir.
Üçüncü Dünya ülkesi olmanın gereği de budur sanırım.
KAYNAKLAR:
Cumhur Odabaşıoğlu, “Ali Şükrü Bey’in Erzurum Kongresi’ne Of Temsilcisi Seçilmesi”, İkinci Tarih Boyunca Karadeniz Kongresi Bildirileri (1-3 Haziran 1988), Samsun 1990, s. 111-114.
Murat Yüksel, Faik Ahmet Barutçu’nun İstikbal Gazetesi Belgelerine Göre Ali Şükrü Bey ve Topal Osman Ağa, Trabzon 1993.
Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet, İstanbul 1994, tür.yer.
a.mlf., Ali Şükrü Bey’in Tan Gazetesi, İstanbul 1996.
Fahri Çoker, Türk Parlamento Tarihi: Milli Mücadele ve TBMM I. Dönem 1919-1923, Ankara 1995, III, 923-924.
Kadir Mısıroğlu, Trabzon Mebusu Şehid-i Muazzez Ali Şükrü Bey, İstanbul 1996.
Sadık Sarısaman, “Birinci Dönem TBMM’de Trabzon Mebusu Ali Şükrü Bey’in Faaliyetleri”, Trabzon ve Çevresi Uluslararası Tarih-Dil-Edebiyat Sempozyumu Bildirileri (3-5 Mayıs 2001), Trabzon 2002, I, 733-754.
İsmail Hacıfettahoğlu, Ali Şükrü Bey, Ankara 2003.
İsmail Akbal, Millî Mücadele Döneminde Trabzon’da Muhalefet, Trabzon 2008, tür.yer.
Süleyman Beyoğlu, Milli Mücadele Kahramanı Giresunlu Osman Ağa, Ankara 2009, s. 267-287.
Mahmut Goloğlu, Cumhuriyete Doğru, İstanbul 2010, tür.yer.
Osman Fikret Topallı, Müdafaa-i Hukuk ve İstiklal Harbi Tarihinde Giresun (haz. Veysel Usta), Trabzon 2011, s. 72-78, 112.
Veysel Usta, “Ali Şükrü Bir İttihatçıydı: Mehmet Altan’ın ‘Birinci Cumhuriyet Üzerine Notlar’ Adlı Kitabına Bir Eleştiri”, Virgül, sy. 51, İstanbul 2002, s. 67-70.
a.mlf., “Trabzon’da Bolşevik Bir Aydın. Kahkahacı Esat Ömer Eyyubi”, Müteferrika, sy. 41, İstanbul 2012, s. 49-106.
Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2020 yılında Ankara’da basılan (gözden geçirilmiş 2. basım) EK-1. cildinde, 80-82 numaralı sayfalarda yer almıştır.
27.02.2018//KIRIKKALE
HİDAYET DOĞAN OSMANOĞLU
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.