- 391 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MASA TOPU
MAZİYE YOLCULUKLAR – 41
1960’lı yıllara selam… Yaşananları anlatmaya devam…
Mahmut, ortaokul ikinci sınıf öğrencisiydi. Okulların kapanmasına birkaç gün kalmıştı. Hafta sonu Adıyaman’a gitti. İkindi vaktine kadar gezdi. Kâhta’ya dönmek için, Foto Bahar’ın bulunduğu caddeye girdi… Meram sinemasına doğru yürümeye başladı…
Çiğdem lokantasının önüne geldi. İçerden mis gibi yemek kokuları kaldırıma kadar geliyordu… Mahmut, sabah evde sıcak bazlama ve güzelim Kâhta peyniri ile kahvaltı yapmıştı. O saatten beri başka bir şey yememişti. Yemek kokusu açlığını hatırlattı…
Mahmut, Adıyaman’a her gelişinde parası olduğu zaman, Çiğdem lokantasında yemek yerdi.
Mahmut’un ağabeyi Mehmet Cantekin, lisede okuduğu yıllarda lokantaya bitişikteki evde bir yıl kiracı olarak oturmuştu… Evde yemek yapamadıkları zaman bu lokantada yemek yer, deftere yazdırır, paraları geldiğinde öderlerdi… Mahmut ağabeyi ile birlikte bu lokantada çok yemek yemişti… Bu ev, kedi büyüklüğünde cardonların (farelerin) olduğu bir evdi…
Çiğdem lokantası, birçok Kâhtalının yemek yediği yerdi…
Şimdi memur emeklisi ve ırkçı partilerden birinin ilçe başkan yardımcısı olan bir Kâhtalı buraya gelmiş, yemeklere bakmış, yiyeceği yemeğin Türkçe ismini bilmediğinden parmağı ile yemeği lokantacıya göstermiş “aha bundan ver” demişti…
Bu olayın tanıkları olan arkadaşları, şimdiki ilçe başkan yardımcısı ile uzun süre alay etmişlerdi:
“Aha bundan ver.”
Mahmut lokantaya girdi… Bu olayı anımsadı… İyi tanıdığı lokantacıya pirinç pilavını göstererek “aha bundan ver, salçası bol olsun.” Dedi…
Yemeğini yedi, çıktı.
Meram sinemasına doğru yürüyüşüne devam etti. Sıratut Polis Karakolunun bulunduğu caddeye gelince yukarı doğru döndü. Biraz yürüyünce soldaki kahvehanede oyun oynayan çocukların sesleriyle o tarafa döndü.
Çocuklar, bir masanın etrafında neşe içinde oyun oynuyorlardı. Mahmut yanlarına gidince masanın başında karşılıklı dört kişinin maç yaptığını gördü. Seyirciler de oynayanların neşelerine katılıyorlardı. Mahmut bu oyunu ilk defa izliyordu… Masa topu (langırt-cin can) denen oyunu bir saat izledi… Üç-dört oyun da kendisi oynadı. Oyun çok hoşuna gitti. Bir de kahvecinin kazandığı parayı gördü. Bu işi Kâhta’da yaparsa iyi para kazanacağını düşünmeye başladı…
Mahmut, kahvehaneden çıkmadan işyeri sahibinin yanına gitti. Masa topu masalarından birini satıp- satmayacağını sordu. “üç yüz lira getir, şu masayı götür” cevabını aldı.
Garaja doğru yürürken parayı kimden, kimlerden alabileceğini düşünüyordu. Garajda arabaya binip Kâhta’ya giderken aynı soruya cevap arıyordu.
Mahmut eve geldi. Annesine-babasına durumu anlattı. Üç yüz lira istedi. “Paramız yok” cevabını aldı. Sabaha kadar uyuyamadı… Düşünüyordu…
Bu masa topunu alacaktı. Bir yol bulmalıydı… Bir fırsat kollayıp annesinin sandığını aradı. Para çıkınını buldu. Sevindi. Açınca elli lira çıktı. Umudu kırıldı. Annesinin “çıkını” İstanbul şehrinde yalı alacak kadar para doğurmamıştı… Ellerin “çıkını” para doğuruyordu…
Mahmut morali bozuk bir şekilde evden çıktı. Bir arkadaşına gitti. Durumu anlattı. Arkadaşı elli lirası olduğunu, isterse verebileceğini söyledi. Yetmiyordu…
Mahmut, çok sevdiği, saygı duyduğu Hamit Evci’ye gitti. Durumu anlattı. İki yüz liraya ihtiyacı olduğunu söyledi. Hamit Evci iki yüz lira çıkarıp verdi. Mahmut sevinçten uçuyordu…
Arkadaşına gitti. Elli lirayı aldı. Eve döndü. Annesinin sandığından elli lirayı aldı. Masa parası tamamdı. Bir dükkân kiralamalıydı. Askerlik şubesinin aşağısında, marangozların arasında bir boş dükkân buldu. Sahibi ile görüştü. Aylık kirası yüz liradan kiraladı. Hemen işe koyuldu. Dükkânı tertemiz yıkadı. İş masayı alıp gelmeye kalmıştı. Zaman geçmiş, akşam olmuştu… Yarın sabah erkenden giderim diyerek eve gitti.
Heyecandan sabaha kadar on kere uyuyup uyandı. Güneşin doğması ile evden çıktı. Bulduğu ilk arabayla Adıyaman’a gitti. Masayı aldı, geldi…
Dükkânda ilk oyunu arkadaşları ile oynadı. Gelen geçen çocuklar, büyükler önce oyunu izlediler. Sonra oynamaya başladılar. Akşam dükkânı kapatıp eve giderken toplanan parayı hesapladı. Tam altmış lira toplanmıştı. Bozuk paraları Osi Beke’de kâğıt parayla değişti. Eve gitti. Elli lirasını annesinin sandığındaki eski mendilin içine geri koydu.
Annesine haber vermeden aldığı parayı ödemiş oldu. Zaten annesi farkına da varmamıştı…
Mahmut ikinci gün de erken kalktı. Kahvaltı etmeden evden çıktı. Fırından sıcak bir pide aldı. Dükkâna kavuşmadan pideyi bitirdi. Dükkânı açarken üç-dört çocuk bekliyordu… O gün akşama kadar sıra kavgası vardı. Tek masa yetmiyordu. Akşam kazanç yüz lira olmuştu.
Arkadaşından aldığı elli lira parayı da ödedi.
İki gün daha çalıştı. Sevgili Hamit Evci’nin yanına gitti. Aldığı iki yüz lirayı verdi. Hamit Evci’ye teşekkür etti. Parayı kimden alıp getirdin sorusuna “günde yüz lira kazanıyorum” dedi. Hamit Evci çok sevindi. “Mahmut ekmeğini taştan çıkarır diyordum. Benim mahcup etmedin. Aferin sana” dedi.
Mahmut sevinçten uçuyordu. Öğretmenleri aylık dört yüz lira maaş alıyorlardı.
Müşteri çok, tek masa yetmiyordu. İki bin lira biriktirdi. Antep’e gitti. Belediye pasajı karşısında Şehremini Spor Kulübünde satılık masa topu olduğunu öğrendi. Tanesi sekiz yüz liradan, daha güzel iki masa topu aldı. Kâhta’ya getirdi. Kazancı günlük iki yüz liraya çıktı. Sevinçliydi. Eve bol bol eşya alıyordu.
Mehmet dayısı dükkâna geldi. Kim dedikodu etmişse, sinirliydi. “Bu yaptığın iş günah, kazandığın para haram” dedi… Mahmut büyüklerine saygılı bir çocuktu. Bir yanda iyi kazandığı bir iş, diğer yanda dayısı vardı. Mahmut şaşırmıştı. Masa topu kumar değildi. Çünkü para kazanan taraf yoktu. Yirmi beş kuruşa altı top alıp oynuyorlardı. Yenilen kişi, altı topla oynanan oyunun parasını ödüyordu. Spordu. Yirmi beş kuruşluk spor.
Mahmut çaresiz dayısına bir öneri sundu:
— Dayı müftüye gidelim. Durumu anlatalım. Haram derse ben bırakırım.
— Gel gidelim.
Dayısı önde Mahmut çocuk arkada, Ulu caminin yanındaki iki katlı müftülük binasına gittiler. Dayısı oturdu. Müftüyü tanımayan ama güvenen Mahmut çocuk, ayakta saygıyla bekliyordu.
Dayısı masa topunu müftü efendiye anlattı. Hayatında masa topu görmeyen müftü efendi fetvayı verdi:
- Zevk için yapılan her şey haramdır!
Mahmut çocuk merakla sordu:
- Bisiklet?
- Haramdır…
- Top oynamak?
- Haramdır…
Mahmut çocuk yıkıldı… Güvendiği dağlara kar yağmıştı. Bir müftü nasıl böyle konuşurdu. Kendi oğlu bisiklete biniyordu. Müftünün oğlu olunca helal, demircinin oğluna her şey haram… Haram herkese haram, helal herkese helal olması gerek diye düşündü… Mahmut birdenbire bağırdı:
—Haram dediklerin haram değil…
Mahmut’un dayısı elini kaldırıp ayağa kalkarken, Mahmut yayından çıkmış bir ok gibi dışarı çıktı ve ikinci kattan aşağı atladı. Arkasına bakarak, yel gibi uçuyordu. Bir çocuk, hem de dayak yiyeceği kesin olan çocuk dayısına yakalanır mı?
Mahmut, haram değil diye işe devam etti… O yaz iyi para kazandı.
Okullar açılınca Çetinkaya otelinin altında bulunan işyerini kiraladı. Otele de bakıyordu. Bir yıl okul ve işi birlikte yürüttü. Ortaokul bitmişti. Besni Öğretmen okulunu kazandı. Dükkânı, mahalle arkadaşı Hamdi Saygılı’ya teslim etti.
Mahmut okulda okurken, dükkânın jandarma karakolu tarafından kapatıldığını ve masaların götürüldüğünü öğrendi.
Masa topu oynatmak yasak diye dava açıldı. Hamdi Saygılı yargılandı. Ceza verdiler. Dava temize gitti…
19 Eylül 1969 yılında ağabeyini kaybeden Mahmut, Okulu bıraktı. Kendisini çok seven edebiyat öğretmeni Kâhta’ya haber göndererek, Mahmut’u Besni’ye çağırdı. İkna gücünü kullanarak, Mahmut’un okula devam etmesini sağladı.
Mahmut’un okulda varlığından rahatsız olan siyasetçi iki öğretmen vardı. Öğretmenler bir gece kendi evlerinin dış tarafına ses bombası koyup “Mahmut yapmıştır” diye karakola şikâyet etmişlerdi…
Polisler, Mahmut’un evini basar. Arkadaşlarından sinemada olduğunu öğrenirler. Hiçbir şeyden haberi olmayan Mahmut, Besni’de tek gazeteci olan ve yanında ders dışı saatlerde çalıştığı Şekip Önder beyle sinemada film izlemektedir.
Polisler sinemaya geldi. Mahmut’u almak istedi. Şekip bey nedenini sordu. Yarım saat önce öğretmenlerinin evine bomba attığını söylediler. Şekip bey şaşırdı. Okuldan çıktığından beri Mahmut ile birlikteydiler. Mahmut bir saniye olsun yanından ayrılmamıştı. Beraber yemek yemişlerdi. Sinemaya gelmişlerdi. Film izlediği bir sırada üç mahalle uzağa Mahmut nasıl bomba atabilirdi…
Bir iftira vardı. Mahmut’u polislere vermedi. Mahmut ile aynı evde oturuyorlardı. Birlikte evlerine gittiler. Polisler savcılıktan kâğıt alıp eve geldiler. Mahmut polislerle hükümet konağında bulunan savcıya gitti.
Savcı Mahmut’un ellerini, elbiselerini kokladı. Bu sefer Mahmut şaşırdı… “Savcı bey beni niye kokluyorsun?” Dedi… Savcı bey “barut kokusu” aradığını söyledi. Sinemada seyrettikleri filmde silahlar patlıyordu ama seyircilere barut kokusu bulaşmıyordu.
Sinemada birlikte film izledikleri en az on kişi ile gazeteci Şekip Önder savcılığa geldi. Tanıklık yaptılar. Mahmut kurtuldu. Olayı araştıran Mahmut, pencere camının kırılmasına sebep olan ses bombasını öğretmenlerin kendi evlerinin penceresinin sokak tarafına koyduklarını öğrendi… Paraları çok gitmesin diye az barut koymuşlardı. O barutla da iki cam kırılmıştı…
Aynı öğretmenlerin başka bir dalaveresi ile Mahmut hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. 17 yaşında olan Mahmut, olayı sinemaya gideceği bir sırada öğrendi… Arkadaşlarının aralarında topladığı yüz lira para ile yağmurlu bir gecede yaya olarak çok sevdiği Besni’yi terk etti…
Gölbaşı ilçesine kadar yaya yürüdü… Gelen arabaların ışığı ile yolun kenarına, görünmeyecek şekilde yatıyordu. Çünkü gelen arabalar polis ya da jandarma arabası olabilirdi… Boş yere cezaevinde yatmak zoruna gidiyordu.
Gölbaşında bir tankere bindi. Antep’e doğru yola çıktı. Yeni bir hayat başlamıştı. Gaziantep, Ankara, İzmir, İstanbul, Siverek, Diyarbakır cezaevi, Mamak cezaevi ve 1974 affına kadar süren bir zaman dilimi çileyle geçti.
1974 yılında Mahmut Kâhta’ya döndü. Ne iş yapacağını düşünürken masa toplarının beraat ettiğini öğrendi. Masa toplarını karakoldan aldı. Eski Ziraat bankası karşısında bir dükkân kiraladı…
Çalışmaya başladı. İlk kazandığı parayla baba evine elektrik çekti. Gaz lambasının saltanatına son verdi. Bir de eve buzdolabı aldı. Çamaşır makinesi de almak istedi. Annesinin “Benim ellerim yok mu?” itirazından dolayı alamadı.
Bir süre daha çalıştı. Kazandığı paralarla Kâhta’da kitap okuma alışkanlığı kazandırmak için, “CANTEKİN KİTABEVİNİ” açtı. Masa topundan gelen paralarla kitap işini yürüttü. “Yeşil Kâhta” isimli haftalık bir gazete çıkardı.
Namık Kemal Zeybek Kâhta kaymakamıydı.
Karakol komutanı Siirt’te albay olarak görev yaparken, kimlerin şehit ettiği belli olmayan sevgili Rıdvan Özden üsteğmendi. Mahmut’un Adını hatırlayamadığı kurt köpekli bir de savcı vardı.
“Alavere-dalavere Kürt Mehmet nöbete” diye bir deyim vardır. Mahmut’un 1974 yılından 1975 Kasım’ına kadar (askere gittiği tarih) Kâhta’da kaldığı süre “alavere-dalavere Kâhtalı Mahmut zindana” dönemidir.
Bu kısa sürede bir gün dışarıda, iki gün Kâhta cezaevi veya Adıyaman cezaevinde kalmıştır.
Askere gittikten sonra masa topu devri sona ermiştir.
Gurbet bir sakız gibi yakasına yapışmış, Mahmut’a çile çektirmektedir…
Yüreği katran karası kişiler, Mahmut çocuğu eğmeğe çalıştılar.
Mahmut, Kâhta’da güzel büyüklerinden “kırıl ama eğilme” öğüdünü almıştı. Bu öğüde hiç ters davranmadı… Çok kırıldı… Ama eğemediler…
Kâhta sevgisini, insanlık sevgisini yüreğinden söküp atamadılar… Yüreği paramparça, bedeninde binlerce işkence izi ile başı dik, alnı açık yaşam mücadelesine devam etmektedir…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.