- 1032 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HZ. MUHAMMED'İN (SA) ÖRNEKLİĞİ / MEDİNE'DE GELEN HÜKÜMLER (1)
MEDİNE VESİKASININ HUKUKSAL ÖZLERİ
Bundan önceki çalışmalarımızda Hz. Resulün örnekliği çerçevesinde Medine’deki olayları sosyal yapılanma ve savaşlar açısından incelemiştik. Bu çalışmalarımızda; Medine’deki 11 yıl boyunca ayetlerle Müslümanlara emredilen hükümler ele alınacaktır.
Ayetlerin Medine bölümünü incelediğimizde Medine’yi oluşturan, Müslümanlar, Yahudiler, Hıristiyanlar, Putperest Araplar arasındaki ilişkilere dair bilgiler görüyoruz. Savaşlarla ilgili durumu Medine’de 11 yıl çalışmalarımızda genişçe inceledik. Medine’yi oluşturan Müslümanlar, Yahudiler, Putperestler; 2. Akabe biatiyle başlayan serüvende, resulün Medine’ye hicret etmesiyle birlikte yeni bir boyuta girdiler. Aralarında yaptıkları ve tarihe Medine Vesikası olarak geçen metinleri bundan önceki çalışmalarda genişçe alıp, değişik açılardan incelemiştik.
Özetle Medine vesikasının temel ilkeleri şuydu. Muhammed Medine’nin yöneticisidir. Medine’deki bütün toplumlar Muhammed’e bağlıdır.
Medine’deki Putperest kabileler kendi aşiret reisleri tarafından yönetilecek. Aralarındaki ilişkiler kendi dinlerinin hükümleriyle çözülecek. Putperest Arapların kendi aralarındaki ilişkilerde uygulayacağı hukuk, atalarından gelen dinine göre olacak.
Medine’deki Yahudi Kabileleri, kendi reisleri tarafından yönetilecek. Aralarındaki ilişkiler kendi dinleri olan Museviliğe yani ellerindeki Tevrat’a göre çözülecek.
Medine’deki Müslümanlar ise; Muhammed tarafından yönetilecek. Aralarındaki ilişkiler Allah’ın gönderdiği ayetlere göre çözülecek…
Her toplum kendi liderleriyle yönetilirken, liderlik konumunda bütün liderler Muhammed’e bağlı olacak. Muhammed Müslümanlar için, resul, yönetici, hâkim sıfatlarını üzerinde taşıyacak. Putperest Araplar ve Yahudi kabileleri için ise; Muhammed, yönetici, hakem sıfatlarıyla hareket edecekti.
Bu ne demekti?
Muhammed; Müslümanlar arasındaki ilişkilerdeki anlaşmazlıkları Allah’ın gönderdiği ayetlere göre; hâkim olarak karara bağlayacak ve uygulayacak…
Putperest Araplar ve Yahudiler ise; aralarındaki ilişkilerdeki anlaşmazlıkları kendi dinlerinin hukuklarıyla çözecek. Ama çözüme itirazları olanlar itiraz mercii olarak en üstteki yönetici olan Muhammed’e konuyu getirecekler. Muhammed’de verilen kararların doğru verilip verilmediğini inceleyecek. Bu konuda hakemlik yapacaktı. Hakemlik ile Hâkimlik sıfatları birbirinden farklıydı. Hâkim; bir hukuka göre hükmeden kişi… Hakem ise; değişik hukuklara göre hükmedilmiş kararların, o hukuklara göre doğru verilip verilmediğini kontrol edendi.
Böylece; Müslümanların tarihine hâkim ve hakem tanımları girmiş oldu. Medine vesikasına göre yönetici ve hakem olarak Muhammed; adaleti sağlayacaktı. Aradığı adalet Allah’ın hukukuna göre değil, insanların kendi istekleriyle yaşayacakları, uyacakları hukuk düzenine göreydi.
Barış, anlayış, sevgi üzerine oluşturulan toplumsal birliktelikte; günümüze ışık tutan, hatta günümüzü aşacak hukuksal reform yapılmıştı. Aynı toplum içinde yaşayan farklı dinden, farklı inançtan insanlar; bir sözleşme ile kurulan devlete bağlılıklarını sunuyorlar. Bağlılıklarını sunarlarken, dinlerini, inançlarını ve hangi hukuka göre aralarındaki ilişkileri çözeceklerini beyan ederek sorumluluk üstleniyorlardı. Toplum tek inanç, tek din, tek ideoloji, tek hukuk düzeni ile değil, çok din, çok inanç, çok ideoloji, çok hukuklu bir düzen oluşuyordu. Tepede Muhammed’in liderliğinde, bütün toplumlar özgürlük, barış, sevgi, saygı, paylaşım içinde yaşamaya karar veriyor. Hiç kimse, hiçbir toplum, yaşadığı ülkede, dinine, inancına, ideolojisine, hukukuna göre yaşamadığını, başka bir dine, inanca, ideolojiye, hukuka göre yaşadığını iddia edemiyor. Toplumsal birliği bozacak, ayrılmayı gündeme getirecek yaşamsal nedenler ileri süremiyordu. Günümüzün sosyal ilişkilerinde var olan, egemen toplumun diğer toplumları, kendi dini, kendi inancı, kendi ideolojisi, kendi hukuku doğrultusunda asimile etmesi söz konusu değildi.
Medine’de oluşan toplumsal anlayışın, birlik anlaşmasını konu alan toplumsal sözleşmesinin özü; kişisel, toplumsal özgürlüklerinin garantiye alınmasından ibaretti. Hani bugün Amerika’da, Avrupa’nın bazı ülkelerinde var olan; farklı federal devletlerin veya eyaletlerin birleşerek bir devlet oluşturmasının esasını teşkil eden, her federal devlet veya eyalet kendi yönetimini, hukuksal düzenini oluşturabilme anlayışının temeli, daha ilerisi ile Medine’de atılmıştı. Federal devletlerde; her devlet kendi inancını, ideolojisini, hukukunu uygularken, genel federal ilkelerde, yasalarda anlaşıyordu. Eyaletlerde ise; her eyalet kendi otonom yönetimini, inancına, ideolojisine göre oluştururken, ülkenin genel yasalarında birlik oluşturuyordu. Bu oluşumlarda; diyelim ki, A federe devletinden veya A eyaletinden olan birisi, B federe devletine veya B eyaletine gittiğinde, gittiği yerin yasalarına tabi oluyor. Kendi federe devletinin veya eyaletinin yasaları geride kalıyordu. Ama resulün oluşturduğu devlet modelinde ise; Yahudi devlet içinde nerede yaşarsa yaşasın beyan ettiği Tevrat’a, Putperest devletin neresinde yaşarsa yaşasın “putperest atalar dinine”, Müslümanlar ise devletin neresinde yaşarsa yaşasın “Allah’ın gönderdiği hükümlerine” göre yaşamaya, kendi insanlarıyla ilişkilerini kendi inançlarına, hukuklarına göre çözmeye hak sahibiydiler. Hukuksal yapılanmada oluşan bu açılım; insanları özgür bırakırken, genel toplumsal ilişkilerde hakkı, hukuku esas alıyordu.
Örneklemeler yaparsak; bir Yahudi ile diğer bir Yahudi arasındaki ilişkide çıkan hukuki sorun Tevrat’a göre hükmediliyor. Hükmü Yahudi âlimleri veya hukukçuları veriyor. Hükme itiraz eden; Muhammed’e Hakem olarak haksızlık yapıldığı iddiasıyla müracaat ediyor. Muhammed; olayı, şahitlerini, Tevrat’taki hükümlere dikkat ederek, hükümde haksızlık yapılıp yapılmadığını kontrol ediyordu.
Aynı örnek; bir putperestle, diğer putperest arasında olduğunda da aynı şekilde uygulanıyordu.
Ama bir Yahudi ile bir Müslüman arasında veya bir Müslüman ile bir putperest arasında, bir putperest ile bir Yahudi arasında sorun çıkarsa; konu direkt olarak Muhammed’e geliyor. Önce olay, olaydaki şahitler, olaydaki suçlar, suçlular belirleniyor. Hüküm sırası gelince; hükümler ortaya konuyor. Taraflara hangi hükmün uygulanmasını istediği sorularak, suçluların ve mağdurların istekleri doğrultusunda hakem Muhammed tarafından karar veriliyordu. Tarihi bilgilerde; Beni Kureyza kabilesi hendek savaşı sırasında Müslümanlara ihanet etmiş, ihanetlerinin karşılığında adalet içinde cezalandırılmalarını istemişler. Kendi istekleriyle dostları Saad Bin Muaz’ı hakem olarak istemişler. Saad Bin Muaz’da onlara Tevrat’ın hükümlerini uygulamıştı. Hâlbuki Beni Kureyza Kabilesinin ortaya koyduğu sorun; Müslümanlar ile Yahudiler arasında idi. Resul; bu konuyu Allah’ın hükümlerine göre çözeceğim demedi. Bu konuda ısrar etmedi. Aslında soruna resul hüküm verseydi, daha hafif bir cezalandırma olabilirdi. Ancak Tevrat’ın hükmü çok ağır bir cezaydı. Cezaya göre; ihanet eden Yahudi toplumunun savaşa girebilecek durumdaki bütün bireyleri öldürülmüştü.
Suçun hiç kimsenin itiraz edemeyeceği şekilde sabit olması, suçluların tespiti hukuksal adaletin temelidir. Nihayetinde hemen her hukuk kuralı yazılı çizili olarak meydandadır. Hemen herkes; herhangi bir suçtaki, Yahudi, Hıristiyan, İslam, Budist dinlerine göre hangi cezalar verilir. Veya herhangi bir suçtaki; çeşitli devlet hukuklarına hangi cezalar verilir bellidir. Mesela; bir hırsızlık olayında, hırsıza verilecek ceza: Yahudi, Hıristiyan, İslam, Budist, Fransız, Alman, Amerikan, İngiliz, Türk yasalarında nasıldır bellidir. Asıl olan şey; olaydaki kararların ceza verme konumuna gelinceye kadar ki kısmıdır. Adaletin birinci temeli; verilen hükümde değil, suçun, suçluların tespitindedir. Bu tespitten sonra verilen cezaların adil olup olmadığı ikinci temelde tartışılır. Medine’de oluşan hukukta; resul Hakem olarak birinci temel adaleti gerçekleştiriyor. Olaydaki suçları, suç unsurlarını, suçluları tartışma götürmeyecek şekilde tespit ederek; hiç kimseye ben haksız suçlandım deme hakkı vermiyordu. Günümüzün yargılarında belki de en çok bu noktadan itirazlar var. Hâkimlerin yeterli delile dayanmadan, suçluları veya suç unsurlarını doğru tespit etmedikleri yönündeki yorumlar öne çıkıyor. Verilen cezalardan ziyade; ceza öncesi hukuksal uygulamalar toplumsal vicdanı sarsıyor. “Suçum olsa cezama razıyım, ama suçlu değilim” mantığı yargılananların çoğuna hâkim oluyor.
Medine’de oluşturulan hukuksal özü günümüzde örneklemeye kalkarsak; Mesela Türkiye Cumhuriyetinde, farklı dinden, farklı ideolojilerden insanlar yaşıyor. Eğer Türkiye Cumhuriyetinin hukuksal yapısı Medine özünde olsaydı; olayın tespiti, suç unsurlarının, suçluların tespiti ayrı bir mahkemede görülür. Ceza mahkemesi ayrı olurdu. Yani; öncelikle davada, suçların, suçluların tespitini karara bağlayacak uzman hâkimler olur. Bu hâkimler; toplumdaki bütün taraflardan oluşurdu. Yahudilerden, Hıristiyanlardan, Müslümanlardan, solculardan, laiklerden, ateistlerden, Türklerden, Araplarda, Kürtlerden, Ermenilerden, Rumlardan gibi… Geniş tabanlı bir hâkimler heyetinin huzurunda olaydaki suçlular, tespit edilirdi. Burada farklı inançlar, farklı ideolojiler önemli değildi. Önemli olan evrensel hukuk kurallarına göre, suçun, suçluların tespitiydi. Farklı inançta, fikirde, ırkta hâkimlerin olması, taraflı tespitleri önlemek adına olurdu.
Suçun, suçluların tespitinde Jüri sistemi ideal sistemlerden biridir. Hâkimler gibi; olayı tarafların, şahitlerin üzerinden dinleyen, delilleri inceleyen halkın değişik katmanlarından oluşmuş jüri heyetinin de hâkimlere katkısının sağlanması; olayı hem hukuka, hem topluma mal etme açısından önemlidir. Böylece iki vicdan, hukuksal ve toplumsal vicdan adaletin teşekkülüne esas teşkil eder. Hukuksal vicdanı hukuksal eğitimi, terminolojiyi almış hâkimler; toplumsal vicdanı da jüri heyeti mahkemede temsil ederek, vicdanları rahatsız edecek olayların doğmasını engeller.
Suç ve suçluların tespitine karar verecek mahkemenin karar metni cezalandırma mahkemesine gider. Cezalandırma mahkemesinde; farklı din, farklı inanç, farklı ideolojideki hâkimler bulunur. Cezalandırmada taraflılara hangi hukuka göre cezalandırılmaları sorulur. Beyanlara göre; her iki tarafın, yani suçlu ve mağdur tarafın arzularına veya çatışmalarında hâkimlerin kararına göre ceza verilerek adalet sağlanır. Bütün bu oluşumlar; farklı din, farklı inanç, farklı ideolojideki toplumları ilgilendiren davları ilgilendirir. Ama diyelim ki, suçlu taraf ile mağdur taraf aynı ise; o zaman birinci mahkemeden, yani suçu, suçluları tespit eden mahkemeden karar geldiğinde, ceza kararı, taraflar aynı olduğu için, tarafların tabi olduğu dine, inanca, hukuka göre karar verilir.
Elbette bütün bu adalet sisteminin gerçekleşebilmesi için; devlet içinde yaşayan bireylerin hangi dine, inanca, ideolojiye göre yaşayacağını devlete beyan etmesi gerekir. Devlet; bütün yapılanmalarıyla insanların dinlerine, inançlarına, ideolojilerine göre yaşamalarını garanti altına alır. Hukuksal anlaşmazlıklarda, adaleti bu beyanlara göre yapar.
Günümüzün çağdaş hukuksal devletlerinde; ister federal, ister eyalet, ister tek hukuk sistemi uygulanan devlet olsun, toplumda yaşayan herkes; hangi dinden, inançtan, ideolojiden olursa olun, orada uygulanan hukuka göre yargılanarak adalet aranıyor. Böylece kişiler, tabi olmadıkları dine, inanca, ideolojiye göre yargılanarak adaletten uzaklaşılıyor.
Türkiye Cumhuriyetinde tek tip hukuk, tek tip yasa uygulanarak; herkese aynı hukuksal metin, anlayış dayatılarak, kişi ve toplumsal vicdanlarda adaletsizliğe uğratıldığı yargısı oluşturuluyor. Hâlbuki toplumda yaşayan farklı dine, ideolojiye sahip kişiler, toplumlar adaletin oluşturulması için inandıkları yasaları beyan ederek devlete tabi olsalar, devlet kişilerin beyanlarına göre hareket etse, kimse biz farklı yasalara göre asimile ediliyoruz demez. Aksine; toplumun her kesimi, yasalarındaki adaleti öne çıkarmak için, kendilerini geliştirir. Hukuksal yapılarını özde düzeltir. Uygulamada doruk noktasına çıkarabilirler. Böylece atıl kalan hukuksal yapılar, toplumda adaletsizliği gerçekleştirirken, kendini düzeltenler topluma fark atarak diğerlerini kamçılarlar.
Bugün devletin uyguladığı inançtan, ideolojiden farklı dine, inanca, ideolojiye sahip olanlar; bireysel, toplumsal haksızlığa uğradıklarını iddia ederlerken, alternatif hukuksal düzen ortaya çıkaramıyorlar. Böylece hukuklar arası mücadele olmuyor. Adaletin teşekkülündeki özler kontrol dışında kalıyor. Çok hukuklu bir sistem uygulanmış olsaydı, her inanç, her ideoloji kendilerini göstermek için, hukuklarını doruk noktasına çıkaracaklar, hukuksal uygulamalarındaki adaleti öne çıkarıp diğerlerine fark atma yarışına gireceklerdi. Allah’ın dini İslam; hukuksal özünü bütün hukuklardan üstün kılarak, farklı inançlara özgürlük tanıma özgüvenine ulaşıyor. İslam dininin yasalarının adalet, eşitlik konusunda herhangi bir sorunu yok. O nedenle; her toplumu özgürleştirerek, adaletini gerçekleştiriyor. Farklı inançlara, toplumlara baskıyı ortadan kaldırarak, onları özgürleştiriyor. Böylece; insan vicdanında, aklında, kalbinde adaletiyle yer ediyor. Hâlbuki tek tip uygulanan hukuksal düzenlerde; özgüven kaybı var. O nedenle devletin gücüne dayanarak, farklı inançlar, kültürler, ideolojiler faşizan bir şekilde baskı altına alınarak, tek hukuk sisteminde asimile ediliyorlar. Bu durum; tek tip hukuk sistemlerinin kendine güvensizliğini, toplumların özgürleştirmediğini gösterir.
Türkiye Cumhuriyetindeki hukuksal uygulama birçok noktadan eksik kalıyor. Ülkede batıdan tercüme edilen; tek hukuk sistemi uygulanıyor. Üstelik batıdan tercüme edilen yasalar, toplumsal yapıya uymamasına rağmen baskılanıyor. Böylece hukuksal yapılanmalardaki yarış olmuyor. Yarış olmadığı için hukuk atalet içinde kalıyor. Siyaset; hukuka çıkarları doğrultusunda müdahale ederek hukukun adaletten uzaklaşmasına neden oluyor. Mahkemeler suç unsurlarının, suçluların tespitini ve cezalandırmasını aynı hâkimlere bırakıyor. Böylece çözümleyici hâkimler ile hükmedici hâkimler uzmanlığı geri planda kalıyor. Hâlbuki olayı çözümleyici hâkimler; savcılar, polisler, akademik uzmanlar ve jüri ile çalışarak, suç unsurlarının, suçluların tespitini yaparak, olaya hükmettiklerinde hiçbir tartışmaya gerek bırakmazlar. Cezalandırma hâkimleri ise; suç ceza ilişkileri üzerinde uzmanlaşarak yine jüri önünde bireysel, suçlu, mağdur, toplumsal vicdanını rahatlatacak hükümler verebilirler. Bütün bu unsurlar eksik kalınca; Türkiye Cumhuriyetindeki hukuksal uygulamalar vicdanları rahatlatamıyor.
Hâlbuki bundan 1500 yıl önce; Muhammed’in uyguladığı yönetim ve hukuksal sistem; bireysel, toplumsal vicdanları rahatlatacak, kişilerin, toplumların inancına, dinine, ideolojisine dayalı sistemlerine göre olduğu için kimse; bir dayatma altında değildir. Asimilasyon veya güçlü olanın diğer kesimleri yok etmesi; tek hukuklu sistemlerin kaçınılmaz sonucudur. O nedenle; tek hukuklu sistemi uygulayan Türkiye Cumhuriyeti; uyguladığı hukuksal sistemle, inançları, dinleri, ideolojileri kendi yapısında asimile ederek, yok etmiştir.
1500 yıl önce Medine’de; Yahudi’yi, Putperesti, daha sonra içlerine katılan Hıristiyanları ve Müslümanları özgür yaşatan Muhammed’in dünyaya bakışı, ne yazık ki, ne günümüzün yöneticilerinde, ne de hukukçularında var. Muhammed hem yönetim biçimiyle, hem de hukuksal uygulamalarıyla topluma özgürlüğünü vermiş. Kişiler, toplumlar kendi yönetim birimlerini oluşturarak, yöneticileriyle devlete tabi olmuşlar. Kendi inançlarına göre kendi aralarında inandıkları hukuku uygulayarak varlıklarını korurlarken, kendi adaletlerini gerçekleştirerek vicdanlarını rahatlatırmışlardır. Bu nedenle Medine’de yaşayan farklı topluluklar, ne kültürel, ne yönetimsel, ne de hukuksal olarak asimilasyona uğratıldıklarını, böyle yok edildiklerini iddia edememişlerdir. Ancak; tarih içinde bu özlerden aykırı gelişmeler oldukça, farklı iddialar söz konusu olmuştur. Aykırı gelişmeler ise; Müslümanların Mekke ile savaşları döneminde, bazı Yahudi ve Putperest Arap kabilelerinin Medine vesikasına aykırı olarak, Mekke ile gizliden anlaşarak ihanet etmeleridir.
Günümüz yöneticilerinin hukukçularının; Muhammed’in Medine’de uyguladığı yönetim tarzını, hukuksal yapıyı çok iyi irdelemeleri gerekir. Bilinçaltında oluşturulan Muhammed ve İslam düşmanlıklarını bıraktıklarında; yönetici veya hukukçu olarak, Medine vesikasını, Medine toplumunu araştırıp, hukuksal ufuklarını geliştirecek çok şey bulacaklardır. Ancak günümüzde; dayatmacı, faşist anlayışlar; bilerek, isteyerek, hem kültürel planda, hem de bilinçaltında Muhammed’e ve onun kurduğu Medine devletine karşı acımasızca, gerçek dışı düşmanlık oluşturmuşlar. Yeni yetişen nesillerin gözlerinde bir canavar yaratmışlar. Böylece kendilerinin açmazlarını dayatarak, nesillerin gücünü zayıflatmışlar, toplumları hem yönetimsel, hem hukuksal yapıda kaosa itmişlerdir. Türkiye Cumhuriyetinde uygulanan yasalar; yönetmelikler, tüzükler, mahkeme kararları, içtihatlar birbirine girerek içinden çıkılmaz noktaya varmıştır. Mahkemelerde çözümlenmesi gereken dosya yükü mahkemelerin boyunu aşmış. Davalar tarafları mağdur edecek sürelere ulaşmıştır. Tutuklu yargılanmalar; tutuklu olanların mağduriyeti üzerine kurulmuş, yıllarca tutuklu yargılanıp beraat edenlerden devlet özür dahi dilememiş. Oldubitti dünyası oluşturulmuştur. Bırakın; bir, iki, üç, beş, altı veya daha çok sürelerde tutuklu yargılanmayı, “suçu mahkeme kararıyla kesinleşmeden hiç kimsenin bir gün dahi özgürlüğü kısıtlanamaz, mahkeme karar verinceye kadar herkes suçsuzdur” prensibine aykırı davranılmıştır. Eski hukuksal metindeki “beraat-i zimmet asıldır”, yani “herkes suçu kesinleşinceye kadar suçsuzdur” prensibi dahi çağdaş hukuk olarak tarif edilen hukuk sisteminde rafa kaldırılarak adaletin temeli dinamitlenmiştir.
Şimdi şöyle bir hayal kurun. Günümüzde birçok din; birçok ideoloji var. Diyelim ki bütün bu gruplar bir devlet çatısı altında yaşamak için karar verdiler. Önce yönetimsel olarak; her din, her ideoloji grupları kendi yönetimlerini oluşturdular. Ülkenin farklı yerlerinde yaşamaları gerekmez. Aynı köyde, kasabada, ilçede, ilde yaşayabilirler. Valiliklerde; devleti temsil eden üst yönetici; yardımcılıklarında dinleri, ideolojileri temsil eden yöneticiler. Her yönetici kendi toplumunun yönetiminin sorumluluğunu üstleniyor. Vali ve kaymakam yardımcıları yerine, farklı din, inanç, ideoloji sahipleri temsilcilerini atıyorlar.
Sonra her toplum uyacağı hukuksal yapıyı oluşturuyor. Kendi hâkimlerini belirtiyor. İlçelerde, valiliklerde oluşturulan mahkemeler ikiye ayrılıyor. Olaylardaki suçu, suçluları tespit eden mahkemeler. Bu mahkemelerde her ideolojinin, her dinin hâkimleri üyelik yapıyor. Halktan jüri oluşturuluyor. Jüri içine toplumdaki her kesimden bir veya birkaç üye dâhil ediliyor.
Uygulama başladığında olacaklar şunlardır. Öncelikle farklı din, ideoloji sahipleri devlete beyanlarını yapacaklardır. Dinlerini, ideolojilerini, hangi yöneticiye hangi hukuka bağlı olacaklarını beyan edeceklerdir. Kimlikleri bu yönde teşekkül ettirilecektir. Her toplum; kendi yöneticisini seçerken, kendi hukukçularını yetiştirerek, bilgili, bilinçli toplumlar olacaktır. Bir toplumun diğer toplumları asimile etmesi söz konusu olmayacaktır. Farklı toplumlara yapılacak her türlü, tahkir, alay, baskı en temel suç sayılacaktır.
Yönetim sisteminde yöneticiler; yönetimsel konulardaki fikirleriyle üst yönetime, yani devletin en üst kademesine görüşlerini rahatlıkla sunabilecekler. Birlikte karar alacaklar. Üst yönetim hiçbir şekilde alt yönetimleri atamayacaktır. Üst yönetimin atayacağı kişi; devleti temsil edecek tek kişidir. O da alt yönetimlerden gelen yöneticileri devlet adına organize edecek, birlikte doğru karar vermelerini sağlayacaktır. Bu yapılanmada hiçbir toplum biz yönetim dışında kaldık iddiasında olmayacak. Her toplum kendi seçtiği yetkili ile toplumun yönetimine katkıda bulunacaktır. Geçmişte Müslümanlar Ehli Zimmet hukuku diye bir hukuk sistemi oluşturmuşlardır. Oluşturulan hukuk sistemi; Müslümanların devletinde yaşayan Gayri Müslimler; yani Müslüman olmayanlarla ilgili hukuk sistemidir. Bu hukuk sistemi günümüze uyarlanarak çağdaş boyut kazandırılabilir. Zira Ehli Zimmet hukukunun temel prensibi, Müslümanların devletinde yaşayan Müslüman olmayan toplumların, temel haklarını, temel özgürlüklerini ele almaktadır. Bakara Suresinin 256. Ayetindeki “dinde zorlama yoktur” prensibi doğrultusunda hukuk sistemi oluşturulmuştur. Ehli Zimmet hukuk sisteminde; Müslüman olmayanlar askere alınmamış, Müslümanlardan askere alınanların karşılığı eşitlenerek askerlik bedeli olarak cizye adında vergi alınmıştır. Tabi bu durum; modern ordu sisteminde yeniden ele alınabilir. Ordunun yapılaştırılması, görevleri yeniden tanımlanabilir. Belki de; Müslüman olmayanlar askere alınmadıkları için koruma bedeli olarak alınan cizye farklı yorumlanarak, farklı uygulamaya sokulabilir. Örneğin; toplumların kendi iç disiplinini oluşturmak için polis, asker gücü oluşturulabilir. Oluşturulan polislerin, askerlerin yetkileri birlikte gözden geçirilebilir. Aslında; tarihi süreçte görülmüştür ki; Mekke döneminin ilk dönemlerinde, Mekkeli putperestlere karşı yapılan savaşlarda, konu putperestlikle İslam arasındaki savaş olduğu için Müslüman olmayanlar işe karıştırılmamıştır. Ancak sonraki bazı dönemlerde konu vatanın savunması söz konusu olduğunda, alınan cizyeler iade edilmiş, Müslüman olmayanlar da savaşa dâhil edilmişlerdir. Birlikte yaşayan toplumların birbirine güvenleri arttıkça, düşman tehlikesi devleti, toplumu tehdit ettikçe, birlikte hareket etmenin bilincine ulaşmışlardır.
Şurası muhakkak ki; çoklu hukuku uygulayan hukuksal sistemde hukukçular; Mahkemelerde kendilerini temsil ederek; hem suç unsurlarını, hem suçluları tespitine karar veren mahkemelerde, hem de cezalandırma mahkemelerinde farklı dini, inancı, ideolojiyi temsil eden hukukçular, adalete özgürce katkıda bulunabilecekler. Araştırmalarıyla, önerileriyle toplumsal bütünlüğü sağlayacaklardır.
Jüri sisteminde ise; toplumsal kaynaşma sağlanacak. Toplumun her kesimi adalet sisteminin içine alınarak, kendilerine değer verildiği, toplumun hukuksal vicdanından sorumlu oldukları belirtilmiş olacaktır.
İlk anda bu yapılanmalar toplumdaki kişileri ayırır endişesi yaşanırken, böyle olmayacak, tam aksine, toplumun her kesimi, yönetime, hukuka, toplumsal yapılanmaya katkı sunarak, birlikte yaşamanın yolunda birbirlerine güç katacaklar. Aynı ideal uğrunda, toplumun her kesimi varlık göstererek yarışa girecekler. Toplumun gelişmesine katkıda bulunacaklar. Aklın, bilginin, bilimin, inançların, ideolojilerin gözetiminde ilişkilerini düzenleyecekler. Birbirlerini ötelemeyi değil, birbirlerine destek olayı öne çıkaracaklardır.
Peki, bugün nasıldır?
Ülkede uygulanan ideoloji, hukuk formunda her toplum; asimile edilmiştir. Devlette uygulanan ideolojinin, hukukun dışında, farklı toplumlar hiçbir şekilde kendilerini temsil etmemektedirler. Sadece Lozan anlaşması çerçevesinde ekalliyetler, yani Rum, Ermeni, Yahudi ekalliyetler kendilerini cemaatler olarak temsil ederler. Yönetimde, hukukta temsil hakları yoktur. Cemaat yapılanmaları yasal olarak tanınır. Cemaatlerin kendi dinlerine göre, dillerine göre eğitimlerine imkân verilir.
Böylece tek tip yönetim, tek tip hukuksal yapılanmada; farklı inanç ve ideolojiye inananlar, temsil haklarına sahip olmayarak, yok sayılırlar. Kendilerini ortaya çıkarmak için yaptıkları girişimler yasaklanır. Onlarda mecburen içleri başka, dışları başka, Kur’an’ın ifadesiyle münafıkça, riyakârca bir yapılanmaya girerler.
Hâlbuki Muhammed’in kurduğu yönetimsel, hukuksal düzende, riyakârlığa, münafıklığa gerek yoktur. Asıl yönetici Muhammed’in gözetiminde, yönetiminde; ne Müslümanlar, ne Hıristiyanlar, ne Yahudiler, ne Putperest Araplar, ne de Müslüman olmayan başkaları, kendi yönetimlerini, hukuksal yapılarını oluştururken, münafıkça, riyakârca davranmaya ihtiyaç duymazlar. Herkesin kendini olduğu gibi temsil etme hakkı olduğu için, münafıklık, riyakârlık yasaklanmış. En büyük suç sayılmıştır. Bundan sonra ortaya nifak, riyakârlık, yalan çıkıyorsa, bunun nedeni, bireylerin, toplumların hırslarından kaynaklanan, farklı ideal, faşizan yaklaşımlardan ibarettir. Yani; bazı toplumlar devleti ele geçirip, başkalarını egemenlik altına alma eğiliminde olabilirler. Bazı ideolojik gruplar, bütün ülkede kendi ideolojilerini uygulamak için devleti ele geçirip, diğer inançları, ideolojileri sıfırlamanın hayaliyle riyakârlık yapabilirler. İşte bu noktada herkese; birliği bozacak cezalandırma en şiddetli şekilde uygulanmalıdır.
Bugün Müslümanlar münafıklık denilince; sadece Müslüman olmayanların Müslümanlara gelip, İslam’a inanmadıkları halde ben de Müslümanım demelerini anlarlar. Hâlbuki münafıklık sadece bu değildir. Münafıklık; aynı şekilde bir Müslümanın da, çeşitli nedenlerle putperestlerin, Hıristiyanların, Yahudilerin yanına giderek, Müslüman olduğu halde ben de sizin gibi inanıyorum demesidir. Yani münafıklık; herhangi bir kişinin inanmadığı halde, başka bir topluma giderek, bende sizin gibi inanıyorum demesidir. O nedenle, Münafıklık sadece Müslümanlara karşı işlenmez. Münafıklık herkese karşı işlenir. Bir ateist; Allah’a inanmadığı halde “ben de Müslümanım, ben de Hıristiyan’ım” derse münafık olur. Bir solcu, bir laik; dine inanmadığı halde “ben de Müslümanım, ben de Hıristiyan’ım” derse münafık olur. Bir Müslüman hayatını İslam’a göre kuracağına inanırken, “ben de laikim, ben de solcuyum” derse münafık olur. Aynı şekilde bir Hıristiyan, bir Yahudi, Hıristiyanlığa, Yahudiliğe göre hayatını kuracağına inanırken, “ ben de laikim, ben de solcuyum” derse münafık olur. Çünkü münafıklık; kişinin inancı dışındaki inananların yanında onlar gibi olduğunu söylemesidir. Ama diyeceksiniz ki; dinler vicdan işi, laiklik, solculuk, sağcılık, kapitalistlik, demokratlık siyaset işidir. Böyle diyenlere sadece şunu söylerim. Hepsini yanlış biliyorsunuz. Dinsel yaşamlar varken, laiklikte, solculukta, kapitalistlikte dinsel yaşam tarzlarını yıkmak için ortaya konulmuş sistemlerdir. Zira o dönemler dinsel sistemler de, din dışı sistemler de, siyasal yaşam olarak kabul ediliyordu. Gün geçtikçe yorumların farklılaşması konuyu değiştirmez. Sadece kişilerin bilgi eksikliğini ortaya çıkarır. Çağımızda; laikler, ateistler, solcular, liberaller kendi keyiflerinde din tanımı yaparak, dini başka bir yere oturtmaktadırlar. Halbuki Allah’ın ayetlerinde; din bireyin, toplumların, devletlerin uyguladıkları, hukuksal sistemlerinden ibarettir. Resul Muhammed İslam’ı tebliğ ederken, putperest Araplar, bireysel, toplumsal, siyasi yönetimsel uyguladıkları sistemlere, “atalar dinimiz” diyorlardı. Farslar, Hıristiyanlar dinimiz diyorlardı. Allah’ın ayetlerine göre; bireyin, toplumun, devletin tabi olduğu yaşam sistemi dindir. Yani Arapça din kelimesinin karşılığı bireyin, toplumun, devletin yaşama düzenidir. İster Allah tarafından emredilen hukuk kurallarına göre bireyler, toplum, devlet yaşamını sürdürsün, ister insanların ürettikleri hukuka göre bireyler, toplum, devlet yaşamını sürdürsün. Bu yapılanmanın adı; Arapçada din kelimesiyle anlatılır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.