- 1086 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
'fevri'
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Midem yanıyordu. Aslında tam olarak mide denemez, yemek borusunun yandığını hissediyordum. Başım da ağrıyordu. Tam olarak yemek borusunun yanışı da denemezdi, asitli bir şeyin hissi vardı. Başım ağrıyor tabiri de yanlış sayılabilirdi, yalnız bir bölümü sızlıyordu. Sivri burun bir ayakkabıyla vurulması gereken top gibi duruyordu kafam boynumun üzerinde. Galiba az önce içtiğim kahvenin etkisiydi. İki apartman sonra iki katlı ahşap bir meyhanenin içinden gelen sese âşıktım. Sanırım insan her boka âşık olabiliyor, evet tam olarak böyle söylense yeridir, bir insanın sesine, yüzüne, kulağına, gözüne, dudağına, kaslarına, göğüslerine, kalçasına, bacaklarına, ayaklarına, göremediği ruhuna, işine, gücüne, parasına, makamına ve her ne kadar bok varsa… Hümeyra’nın sesi stereo sistemli kolonlardan sokağa dağılırken, bir masa da okey oynayanların taşlarla oynama sesleri de geliyordu. Başka biri yüksek sesle konuşuyordu. Sol kulağım hızla kulak çeperimden geçiveren sivrisineği duymuştu. Birkaç kere daha olmuş ve aklımın karışıklığına iyi gelmeye başlamıştı.
Arkadaşı bekliyordum. Ankara’dan gelecekti. Eskiden komşuları olan bir ailenin en küçük kızının resmini görmüş ve beğenmişti. Kızla evlenmeyi düşünüyordu. Annesi aracılığıyla kızın annesine isteğini belirtip, kızın numarasını aldıktan sonra, annelerin onayıyla beraber kıza telefon açıp, meramını söylemişti. Kız görüşmeyi kabul etmişti. Beraber İstanbul’da buluşacaktık. ‘Tamam, Kadıköy’den geçeriz Pendik’e’ dedim. Onu bekliyordum. Bir yandan da denizi seyrediyordum. Oturduğum bank insanlar arasında koca bir yalnızlığa açılan pencere gibiydi. Çay bardağını yıkarken iki hafta evvel sağ el parmağımın orta parmağını kesmiştim. Tanrı’nın bir gazabı olarak parmağımın kesildiğini biliyorum. Çünkü ortaparmağımı birine gösterip, kendi küçücük aklımla alay ettiğimi sanmıştım. Karşılığını bulmuş, gece gece hastaneye gidip parmağıma dikiş attırmıştım. Tabi çok kolay değil bu hastane işleri. Hastanelerden, doktorlardan, hemşirelerden, sağlık memurlarından, hatta kat ve tuvalet temizleyicilerinden her zaman korkmuşumdur. Bu korkunun çekimserlikle alakalı bir yanı var. Ölümden ya da kan, et, iğne üçgeninden çekinmekle alakası yok, farklı bir mevzu bu, nasıl anlatsam pek bilemiyorum. Acildeki doktor on gün boyunca parmağımın kesinlikle suyla temasının olmamasını söylerken, ben gülümsüyordum. Doktor da gülümsüyordu. Nilay hemşire anlamsızca bakıyordu. Bir türlü enjeksiyon işleminde başarılı olamıyordu. Parmağımı uyuşturmak için çabalıyor, iğneyi çıkarıp, etime tekrar batırıyordu. ‘Acıyabilir’ diye yüzünü ekşiterek, beni uyarıyordu. Ben zaten parmağın ucundan dışarı çıkıp sallanan eti gördüğüm için zihnen uyuşmuş haldeydim. Normal de bir bayan elimle bu kadar uğraşırken bir şeyler de hissedebilirdim ama sanki vücut olarak tamamen uyuşmuş gibiydim. Tek istediğim bir an önce enjeksiyon işlemini başarıyla bitirip, dikişe geçmesiydi. Bir başka hemşireyi de çağırıp, beraber parmak uyuşturma işlemini başarıyla gerçekleştirdikten sonra, sıra dikişe gelmişti. Nilay hemşire gergindi. Hafiften terlemişti. Gerginliğini almak için espri yapmayı düşünüyordum. Yanımızda duran kat görevlisi bir adama dönüp; ‘Zamane kızları abicim, yok, öğrenmemişler ki nakış, oya, bak küçücük bir yeri dikemiyor bir türlü.’ Pansuman yapılan oda da gülen sadece kat görevlisi ve bendim. Nilay hemşire ‘ne alakası var, et dikiyorum ben. Can var burada’ diyerek, ciddiyetini belirtmişti. İki hafta süren dikiş muhabbetinden sonra, dikişi aldıracağım gün en güzel gündü. Hava sıcaktı ve üstümde ki montta kalındı. Hiç görmediğim bir hemşire dikişlerimi alacaktı. Razıydım, paramedik genç olsaydı memnun olacaktım, en azından erkekti, çekincesi olmadan konuşuyor, muhabbet edebiliyorduk. Hemşireler ise karşıt cinsle, hele ki bu bir hastaysa muhabbet etmekten çekiniyorlardı. Çok normal bir şeydi bu, anlayışla karşılamak gerekiyordu. İsmini bilmediğim hemşirenin yüzünde siyah bir ben vardı. Bir saat kömür taşıdıktan sonra burundan çıkan sümükle aynı renge sahip bir ben dudağının alt tarafında duruyordu. Yüzü yuvarlak, Tanrı onu altın orana uymak için gayet özenerek yaratmıştı. Güzel miydi? Bana ne, beni ilgilendirmiyordu bu konular artık ama dikiş alma hadisesi uzamaya başlamıştı. Bakmamaya çalışsam da, yüzümü sola çevirmeye çalışsam da, gözlerim elime doğru bakıyordu ya da onun giyindiği beyaz hemşire giysisine. Başımı çevirip, sol tarafa bakarsam korkuyor gibi gözükebilirdim. Bu tatmin olamayacağım bir kararsızlığın başlangıcı olabilirdi. Terliyordu. Alnında ki su damlalarını fark edince içimde garip bir sevinç var olmuştu. Elimin tersiyle alnını silesim gelmişti. Bunu kabul etmezdi ama kapalı kapı içinde yalnızca ikimiz vardık. Bir elinde küçük jilet, diğer elinde makas vardı. Mavi, balık ipi kadar sağlam gözüken dikiş ipini tek tek keserken, kapalı, penceresiz odanın verdiği ısıyla beraber terlemesi de devam ediyordu. Saniyeler geçtikçe başımı çevirmekten vazgeçmiş, olayın bitişine odaklanıp, etrafa bakınmaya gayret ediyordum. Karşıda küçük bir cam şişe de ‘alkol’ yazıyordu. Son kullanma tarihi belirtilmiş solüsyon hemen o şişenin yanındaydı. Terliyordu. Acil hastalarına yapılacak ilk yardım adımları karşıda büyükçe bir tabloda şematik olarak gösteriliyordu. Elleri güzeldi. Tentürdiyot pekmeze benziyordu. Yüzünde ve kalçasında beni olan biri nasıl yaşayabilir ki diye düşünmeye başlamıştım. Gözleri de güzeldi. Biraz sonra dışarı çıkacak, anahtarı deliğine sokup, hızla buradan uzaklaşacaktım. Terin metilfenol ve üreyle olan kısmı bir yana, koltuk altı ve genital kısmın kapalı kalışından ibaret kötü koku çıkarımı dışında alındaki terin sudan ne farkı olabilirdi ki? Elbette biraz tuz ve amonyak olabilirdi. Her şey diğer bir yana, hipotalamusları son derece başarılı çalışan iki insan yan yanaydı. Susamıştım ama canım sade soda istiyordu. Zaten meyveli sodadan tiksinirim. Duyguların merkezi olan hipotalamus canavarının hızlı çalışıp, ter var edebildiğini düşünmek aslında başarılı bir çıkarım olabilirdi. Yalnızca kapalı kapı ardınca, havasız bir odada hastaydım. Hapşırırken elimle ağzımı kapatmadan, balgamı dışarı çıkarmayacak yeni bir teknik bulmuştum. Bunu hemşireye anlatabilirdim. Aptalca geldiğinin farkındayım bir şeye, o bir şey kapasın kepçesini.’ Teşekkürler, kolay gelsin’ dedikten sonra terli alnın yüzüne son kez bakıp, kapıyı açıp çıkarken, düşündüğüm bir şey yoktu. İnsan bazen sadece yürür. Yürümek düşüncelerin yerini alır. Keşke çoğu zaman aynı şey olsa da, akla gelebilecek gereksiz şeylerden kurtulabilsek!
Dışarı çıktıktan sonra hayatımı değerlendirmem için gereken süre iki saniyeydi. Kontağı çevirdikten sonra her şey bitmiş olacaktı.
Hatırlamamak gerekiyor her şeyi. Bazen unutmak için çabalıyorum. O unutmak için çabaladığım şey, benim onu unutmamı istediğimi bildiğinden aklımdan hiç çıkmıyor. Sonra nefret etmeye başlıyor insan. İnsan gelişimi için yazılmış kitapların nefretini de ekliyorum ve uzunca bir küfür sıralıyorum. Bir seferinde uzun süredir haber alamadığım arkadaş acil telefonla görüşmemiz gerektiğini söylemişti. Konuşmamız izin verilen süre kadar, buna Tanrı’nın izin verdiği zamanı olarak ayrıca belirtelim, konuşmuş ve sonra arkadaşın ‘biraz kitap okuyup, yatacağım’ demesiyle muhabbet sonlanmıştı. Okuduğu kitaplar ‘Bir dost nasıl elde edilir? Para sizin köleniz olsun; para kontrol etme sanatı, Başkalarına yardım etmeyi sevenler için iş hayatı, On üç saniye de dost edinme’ gibi isimleri bile insana emir hissi veren, eğilimi kişisel gelişim olan kitaplar okumaya başlamıştı. Aslında maksadı kitap okumak filan değildi. Seminer vermeye başladığından, dinleyicilerine hikâyeler, örnekler vermek için bu kitaplar ona gerekliydi. Menfaati olmasa o kitapları bile okumayacaktı. Bir başka zaman tekrar görüştüğümüzde ona aynen düşüncelerimi söylediğimde, gülüp geçmişti. Kitap okumasının tek sebebi daha fazla para kazanabilmek için birikim elde etmekti. Böyle bir pazarlık insanın ruhunu zevklerine teslim etmesidir. Korkunç ve tehlikeli olduğunun farkında olmadan, daha fazla para kazanabilmenin yollarını açmaya çalışmak, insanın ruhunu karanlıklara tutsak edip, içinden çıkılması imkânsız zindanlar da nefes almaya çabalamasından başka bir şey değildir de nedir? Aslında asıl hissedileni tanımlamak imkânsız olduğu için her şeyin saçma geldiğini hissettiğimden dolayı azap çekecek filan değilim, bunu hak edecek kadar kötü biri olamam, evet, kötü de sayılırım, bir noktanın üç yüz altmış derecelik mesafesini düşündüğümde, doğruyla yanlışı da için içine attığımın farkındayım ama yanlışı bilmeden doğrunun gerekliliğini anlayamayan insanların doğruluk sözcüsü oluşlarındaki komikliğin nasıl bir hayat trajedisi oluşturduğunu fark eden kimse yok mu? Bunu sadece ben mi anlıyorum? Daha iyi açıklayabilirim de, fakat ne hacet? Gençlerin yalnızca uçkur ve para hırsıyla büyüdüğü bir dünyanın içindeki irini, üreyi ve boku çıkaracağı bir delik, gerekli bir mekân lazım. Toprak herkese yetebilir ama tevazu ile ayaklar altıda, ölüm geç gelebilir ümidiyle yaşama bir mana katma telaşında, insan içini konyak, çay ya da yorgan ısıtabilir. Ben yine de bir battaniyeden yana tercihimi kullanıyorum. Eski, ikinci el, çimen kokan bir battaniye içerisinde toprağa karışabilirim. Hatta bunun bir öyküsü olabilir, Murphy gibi taşın toprağın içerisinde hayatlar çıkaran kelimelere de sahip olabilirim. Her şey olabilir, eğer o sınırı geçebilirse insan her şey olabilir. Yine de en ideali bedeninin toprağa dönüşmesi. Gayet mantıklı bir çözüm bu. Eğer ruh çıkıp, gidecekse bir yere ve beden karışacaksa toprağa… O değil de, çoğu mezarlığın çiçeklerinin ve ağaçlarının daha güçlü bir kokuya ve güzelliğe sebep oluşunun, toprağındaki insan bolluğu olup olmadığını hep merak etmişimdir. Bu konu da ağış dalaşı yapmışlığım yoktur, kendimden ödün veremem. Kendim zaten kendime hem yetiyor hem de gerekli cezayı veriyor. Cezaların çoğunda iç sıkıntısı var oluyor. Bu iç sıkıntısının altında yatan günahların ve yok olma arzusunun şahsen yakışıklı olduğunu düşünüyorum. Bu konu da en azından özverili olabilirim. Ama özverili olmak hayatta giderek azalıyor. Bireyci tavırlarıyla kendini okşatmayı seven insanlar çoğalıyor. Kedi sesine bile sinir kapan insanların kendilerini yakışıklı bir şey olarak gördüklerini sandıkları o ışığın asıl kaynağını merak etmiyorlar. Her köşe de, hayatın tutulması güç demirlerinde engellerle karşılaşıp sinen ruhum vahşileşmiş ve ne yapacağımı, nereye dönüp ilerleyeceğimi, ne hale geleceğimi asla bilmiyorum. Şahsen buna karşı çıksam da, hizmet etmeyi, ödevleri yerine getirmeyi, sevmeyi, kaçınılmaz olarak ölmeyi de başkalarına bırakmak istiyorum. Benim gibi düşünen insanların da olabileceği bir dünya da kaçınılmaz sonun bile güzel gelebileceği haddini bilmiş bir balığın yiyeceği şeyi bile artık oltadaki yem olarak gördüğü garip, gerilimli bir dünya var olabilir. Oksijene muhtaç olmanın kudret dışı bir cılız bırakılmışlığı mevcut! İnsanları çıplak görmenin verdiği hadsiz tiksinme arzusu denizin farklı anlamlar taşıma gayretiyle alakası olmalı. Yoksa bir seksin ya da erotizmin yeme içme kadar faydalı bir eylem olduğunu herkes biliyor. Soyunmadan da bu işlem gerçekleşebilir ve elbette ünlü modacıların hepsi de iyi biliyor ki, erotizm soyunmak değil, giyinik halde bir insanı seksapel haline dönüştürmek, ona arzunun en doruk noktalarını üzerine dikişi belli olmayacak şekilde yerleştirmekten ibarettir. Bir eteğin, tangadan daha yüksek erotizm var ettiği moda var olabilir. Yoksa mankenlere iç çamaşırı giydirip, podyum üzerinde yürütmenin adı zaten moda olarak kalamaz. Moda nü resimleri tarihsel bir imgeye dönüştüren, ona bir nevi trend yükleme için kendinden ödün veren makine olsaydı, insanların tarihinde sanatçıların değil, soyunan insanların ismi kalırdı. Böyle bir makine olmadığı için, her zaman moda sanat olarak kalacak, eskiyi bile tekrar etse, modanın özgü bir yanı var olacak.
Neler düşünüyorum, neler! Hümeyra’nın şarkısı çoktan bitti, ben hala oturmuş, arkadaşın gelmesini bekliyorum. Eve gidince güzel bir öykü yazmayı planlıyorum. Bilmiyorum, adı ne olur ne olmaz ama bir şeyler anlatmak istiyorum. Kızın arkadaşımı beğenip beğenmeyeceğini konusu muamma ama böyle gereksiz buluşmalardan, hatta evlenmelerden, çoluk çocuk sahibi olmalardan bir mana çıkarmanın hiç zamanı değil. Arkamda mızıka çalan adamdan ders almalıyım. Aldığım mızıkayla yalnız ‘eski dostlar’ şarkısını çalabiliyorum. O da arada birkaç nota eksilterek çalıyorum. ‘Yağ satarım, bal satarım’ zaten her türlü çıkıyor. Biraz daha zaman geçse de, elimdeki sigarayı yakmasam. Sigara sağlığa zararlıdır diye yatağın ortasında oturmuş kadınla erkeğin resmi gözüküyor. Ereksiyon olamamış ya da erken boşalmış bir adamdan haz alamamış kadın oturuşu bu. Adamın güvendiği dağların yükseltisi azalmış ve o eski yoğunluk, trafik de yok gibi. Akan kan bile küsebilir.
Parmağıma bakıp duruyorum. Uykum da gelmiyor değil, gündüz vakti böyle yayılıp oturmak can sıkıcı. Yürümeliyim. Tüm dikilitaşların altında yeraltı şehrine açılan gizli bir kapı var. Şehrin en gizemli yeri ölülerin zindanı ve bağıran karganın var olduğu, bindiği dal. Her şey aslında ne kadar da basit gözüküyor. Önümde ağır ağır ilerleyen kedinin terleyip terlemediğini de merak ediyorum. Öyle ya, kediler terler mi acaba?
YORUMLAR
"Di'li geçmiş zaman ile başlayan anlatıcı "şimdiki zamanla finali yapıyor. Bu göze batıyor. Baş da son da "şimdiki zamanda" yazılmalıydı. Çünkü geçmiş zaman kipiyle anlatım yaptığınızda "sıradışı bir olay" bekler okuyucu. Yani ağırlık görüp hissettiklerinden ziyade "olay" üzerinedir. Ama şimdiki zamanda, o an gördüklerinizi ve hissettiklerinizi, zaman zaman küçük geri dönüşlerle pek ala yapabilirsiniz.
Bunun dışında bir adamın karışık duyguları bana göre çok güzel kurgulanmış. Özellikle bir oda tasviri, bir hemşirenin tasvirini yaptığın bölümü farklı buldum. Film sahnesi gibi.
"Bir ailenin en küçük kızını görmüş beğenmiş" detayını okuyucuya verdin. Böylece bende ilerleyen bölümlere dair değişik fikirler oluşturmayı başardın. Merakla "acaba ailenin ortanca kızını görünce fikir mi değiştirdi" gibi fikir yürütmeye başladım. Fakat "eski komşunun en küçük kızı" sadece bir detay olmakla yetindi. Kahraman olamadı :)
Anlatıcı hakkında bir çok fikir edindim. Onu tanıyor gibi oldum. Mesela büyük ihtimal solak olduğunu gördüm. Çay bardağını yıkarken sağ elinin orta parmağını kesebilmesi için bardağı sol eliyle tutuyor olmalı. Koyu renk kıyafetler giyinmiş. Kapüşonlu bir hırka ve siyah salaş bir kot pantolon. Saçları kıvırcık ve adam biraz tombiş. Ana karakteri kafamda cisme büründürdükten sonra her şey daha kolay.
Senin deneme, öykü ya da adına ne diyorsan bütün çalışmaların psikolojik yönü ağır basan kurgularla yazılmış. En çok bunu seviyorum. Keyif veriyor, hepsinden önemlisi bu.
Selamlar ve tebrikler.
renbo
ayrıca
hakkınsesi
postmodern bir yazar.zamanı çok önemsemez ki zaman mefhumu olmaz bu eserlerde.
Aynur Engindeniz
renbo
Ayrıca mevzu ettiğiniz bir aksaklıktır-yani öyle görülürdü eskiden-aynı olayın aynı zaman diliminde kaymalar olması.bu konuda haklsnz ama burada geriye dönüş be bilinçakısı sözkonusu.
selamlar
beklemenin yürümeyi adımlaması, sınır taşlarını yerinden oynatır..,
Yüzünü ille de yerden ayırmayan yürüyüşler bilirim. Kendinden başka yerde, uzakları adımlar.
” İnsan bazen sadece yürür “ dediğiniz o esna; düşünce yere bakışlar, en çok geriye kalanız..oysa isteriz ki, o yolda önceye dair hiçbir ‘iz’ olmasın.
ve yine dediğiniz gibi “ toprak herkese yetebilir”
yeterince kutsal, yeterince insan yüzlü.
Saygı ve selam ile..