11
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
981
Okunma

Nisan’ın başları... Ege üzerinde tek tük bulutlar... Güneş parlıyor, parladıkça kabini ısıtıyor. Hızlanıyorum. Titreşim sadece kollarımı değil, vücudumu da kaplıyor. Korkumuyorum. Kontroller elimde, araca hükmettiğimi görüyorum.
Yola çıkmadan yapılan tek kişilik brifingdeki harita şu aralar burnumu kuzeydoğuya çevirmem gerektiğini söylüyordu ki öyle de oldu. Ege sırtımda kaldı, yüzüm Trakya’ya dönük. Kadranlarda sayılar uçuşuyor. Ara ara göz atıyorum ama dikkatim aslında çevreme yönelik. Eşlikçim yok. Denemelerde takipçiniz olmaz. En fazla radarda parlayan bir noktasınızdır; ben de öyleyim. Tepemdeki radar ikazı yanıp sönüyor, aldırmıyorum.
Birden içimi bir sıkıntı kaplıyor. Motordan gelen seste bir sorun yok ama bir şeylerin yolunda gitmediğini düşünüyorum. Yakıt göstergem daha 346 millik mesafeyi alabileceğimi söylüyor. Navigasyon haritasına göre doğru yerdeyim, hedefime çok bir şey kalmamış. Rahatlamıyorum. Bir şeyler yanlış ama ne?
Çok geçmiyor, sebebini anlıyorum. Motora verdiğim gücü azaltıp hız kesiyorum. Bulutların geçişi yavaşlıyor. Hız kesme de yetmiyor ama neredeyse durma noktasına gelmişim. Yapacak bir şey yok, çekiyorum kenara; duruyorum.
Üniformasının beyazları dikkatimi çekiyor. Yavaştan geliyor kapımın hizasına. Camı indiriyorum. Elini uzatıyor, benimkini yakalıyor.
“Tebrik ederim” diyor, “performansınız için.”
Anlamıyorum. Açıklıyor:
“Tek şerit, gidiş geliş yolda saatte 128 kilometre yapmışsınız. Hem de bununla!”
Arabamı işaret ediyor. On bir yaşındaki arabanın neresini beğenmediğini anlamıyorum. Dahası canım sıkılıyor. Memuru düzeltmek,
“Ne 128 i! Ben 160 yapıyordum.” demek istiyorum. Nerelerden geldiği belli olmayan ama belli ki sadece benim duyduğum bir ses susmamı söylüyor. Susuyorum.
“Gel bakalım, seni şöyle alalım” deyip ilerideki ekip otosunu işaret ediyor. İster istemez oraya doğru yollanıyorum. Arabanın içinde iki memur daha oturuyor. Yolcu tarafındakine yaklaşıyorum. Belgelerime bakıyor, elindeki lsiteden plakamı kontrol ediyor ve hükmümü veriyor:
“Aşırı sürat... Hımm... Cezası kırk lira.”
Cüzdanımdaki durumu gayet iyi bildiğim için:
“Cezayı yazsanız, sonra postayla ödesem” diye rica ediyorum.
“Makbuzumuz kalmamış.”
Yapacak bir şey yok, orada ödeyeceğim. Cüzdanı açıyorum, içinden tam da kırk lira çıkıyor. Arabadaki memura uzatıyorum.
“Senin başka paran yok mu?”
“Yok” diyorum. “Sorun değil, buradan otoyola gireceğim, OGS ile idare eder, eve varırım.” Nasıl olsa üç yüz küsur mil gidecek benzinim var.
“Ya para gerekirse?”
“Bir şey olmaz” diyorum.
“Burada oldu ama. Bak, para gerekti sana. İleride aynısı olmayacağı ne malum?”
“Onların makbuzları vardır inşallah.”
İkna olmuş görünmüyor. “Ne yapsak” kabilinden direksiyonda oturan polise dönüyor, o da omuzlarını silkiyor.
Beni araçtan indiren polis de yanımıza geliyor ama o da duruma çare bulamıyor. Yapacak bir şey olmayınca alakasız bir soru soruyor:
“Sen ne iş yapıyorsun?”
“Üniversitede araştırma görevlisiyim.”
“Hangisinde?”
Bu gibi durumlarda “Soldan üçüncüde” deme eğilimim vardır ama kimsenin duymadığı sesi tekrar duyup, bu sefer de dinliyorum:
“Boğaziçi...”
Diyemiyorum ki “Çok para kazanmak için asistanlığı geçen sene bıraktım, Ford’a girdim. Bakmayın siz gariban halime. Bugün değilse bile seneye para basacağım.”
“Bak” diyor, “Sen de devlet memurusun. Al belgelerini, bu seferlik seni affediyoruz. Ama bana söz ver, sürat yapmayacaksın.”
Belgelerimi alıp, sözümü veriyorum.
...
O sene bitmeden Ford’dan ayrılıp, okula geri dönüyorum; çok paraları da ara ara hala rüyamda görüyorum.
Arabamı yedi yıl sonra, on sekiz yaşındayken satıp, yerine sıfır Ford alıyorum.
Değişmeyen tek şey ise aradan on üç sene geçmesine rağmen memura verdiğim sözü hala tutuyor olmam.