- 758 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
KALBİME DOĞRU SIRLI YOLCULUK
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
İkindinin son demleri…
Güneş karşıdan batışa meyletmiş. Akasya ağacının kurumuş yaprakları, kıble rüzgarına dil olmuş bana selam veriyor. Ben de sırlı bir dost edasıyla cevap veriyorum;
‘Ve aleyke’s selam ey kadim dostum!’
Oturup hasbi hal ediyoruz. Kah hüzünden, kah mutluluktan bahsediyoruz. İlaç gibi bir sohbet havası. Bir de ikindi güneşiyle birleşince… Yine doyumsuz dakikalar. Yine topuklarımda şahikalar.
Muhabbet bittikten sonra Rüzgar’ı da alıp yanıma, sırlı bir yolculuğa başlıyoruz. Derinlerde, çok derinlerde… İkimiz de bilmiyoruz; hangimiz Hızır, hangimiz Musa. (aleyhimüsselam) Elimizde yok ki denizleri yaracak asa!
Yolumuz bir kalbin içine, kalbimin içine. Adım adım ilerliyoruz. Kah şehrahta geziyor kah patikada emekliyoruz. Tepeler aşıyor, dereler geçiyoruz. Ormanda ağaçlara selam veriyor, çölde kumlara serap oluyoruz.
Ve nihayet yol bitecek gibi. Fakat ben çok yoruldum. Dostum Rüzgar’sa devam ediyor. ‘Biraz bekle.’diyorum, dinlemiyor. Artık takatim kalmadı ve çöktüm dizlerimin üstüne.
Rüzgar gitti, ben geride kaldım. Kader bu ya yine yalnızdım. Biraz oturdum dinlendim. Çok hüzünlendim. Rüzgara çok kızgındım. Zira dost böyle olmazdı. Yolun yarısında bırakıp kaçmazdı.
Hayır, hayır! Belki de zamanı o kadardı. Belki de hiç kaçmamıştı. Bir bildiği vardı demek ki. Rüzgar öyle biri değildi ki.
İşte karşıdan gelen o değil mi? Geliyor işte. Demek ki bir hikmet vardı bu gidişte.
‘Nereye gittin ey dostum.’ diye sordum. Cevap vermedi.
‘Atla sırtıma.’ Dedi.
‘Ne?’
‘Çok soru sorma!’
Ne yapıyım ben de atladım sırtına. Ve başladık uçmaya. Bir anda bulutlara doğru yolculuk başladı. Ormanların üstünden geçiyor, denizlere gülümsüyordum. Derken güneşe selam veriyor, bulutlara sarılıyordum. Ve tamamen bıraktım kendimi rüzgara. Kollarımı açtım süzülüyorum havada. Seyrediyorum Rabbim’in san’atını, kainatın bu güzel hâlâtını.
Rüzgar ‘geldik’ dedi ve yere doğru nüzul etti. Gökteki macera bitmişti. Sıra yerdekine gelmişti.
Önündeydik artık kalbimin. Bir kapı var; aslı beyaz fakat üzerinde siyah lekeler var. Önüne kadar geldim kapının. Ancak bende bir huzursuzluk var. Karşımdaki kalp göğüs kafesimin içine sığmamaya başladı. Soğuk soğuk terler döküyordum. Ürkek ürkek adımlarla yaklaştım. Fakat kapının kolunu çeviremiyorum. Rüzgar’ın yüzüne baktım, rahatladım. Kalbimden içeri doğru aktım.
Fesübhanallah! Bu ne korkunç bir manzara. Kalbim nasıl kirlenmiş böyle. Yıllardır kimsenin girmediği metruk bir binayı andırıyor. Kapıları kırık, sıvaları dökük, çatısı çökmüş bir bina. Üzerine türlü böceklerin üşüştüğü bir bataklık adeta.
Yıllarca kendimi kandırmışım. Günahların içinde yaşamış aldırmamışım. Uçurumdan aşağı atlamış, farkına varamamışım. Fücur denizinde yüzmüş, hissetmemişim. Meğer intihar etmek üzereymişim.
Yüzleşmeliydim bu günahlarla. Cesaretimi topladım ve yürümeye başladım. Fakat yine de içimde bir korku var. Ya daha kötü manzaralarla karşılaşırsam. Ya bu yolun dönüşü yoksa, ya kalbim tümden felç olduysa, ya iyiliklere kapısını tümden kapattıysa.
Rüzgar’ın eli sırtıma değdi. Rüzgar yanımdayken her şeye karşı dayanabilirdim. Ve ilerledim dostumla beraber. Karşımıza bir koridor çıktı. Çok uzun ve dar. İçinde binlerce kapı var. Herhangi birinin önünde durduk. Simsiyah bir kapı, üzerinde bir yazı; lümme-i şeytani…
Bir fesübhanallah daha çektim. Bu da ne demekti? İçinde şeytan geçtiğine göre iyi bir şey değildi. Çevirdim kapının kolunu ve girdik içeri.
Pis bir koku, acayip bir oda. Harıl harıl çalışma var burada. Simsiyah adamlar… kalbimin içinde ne işleri var? Ne yapıyorlar? Derken yaklaştım birisinin yanına beni hissetmedi. Omzuna dokundum. Bana doğru döndü yavaşça. Pis bir koku sardı etrafı. Neredeyse burnumun direği kırılacaktı. Sordum;
‘Kimsiniz siz? Burada ne yapıyorsunuz?’
‘Bizler, şeytanın vesveseleriyiz. Buradan şeytan bizi kalbe üfler. Biz de buradan bütün vücudu dolaşırız. Namaz vakti gelince ‘Sen biraz daha uyu.’ deriz. Yahut ‘Daha vakit var, biraz daha eğlen, sonra kılarsın. Abdest alana kadar peşini bırakmayız. Namaza durursa türlü türlü şeyler getiririz aklına. O da onlarla oyalanır. Anlayamaz namazın manasını.’
Gittim bir başkasının yanına, sordum yine;
‘Siz kimsiniz? Ne işiniz var burada?’
‘Bizler şeytanın vesveseleriyiz. Şeytan bizi buraya üfler. Biz de buradan tüm vücudu dolaşırız. Ta beyne kadar ulaşır, gözleri kaydırırız, harama baktırırız. Bakmadıysa peşini bırakmayız. Fakat gücümüz biraz da azalır. Ama pes etmeyiz. Hayaline türlü türlü resimler getiririz. O resimler üzerinde düşünmeye başlarsa işi bitmiştir artık. Aklına ve kalbine hakim oluruz. Aksi halde imanı öyle artar ki, bu oda tuz buz olur, bizler de yok oluruz.’
Çok ilginçti bu duyduklarım. Şaşkınlık ve merakla bir diğerinin yanına yaklaştım. Aynı soruyu sordum;
‘Kimsiniz siz burada ne yapıyorsunuz? Biz şeytanın vesveseleriyiz. Şeytan bizi buraya üfler. Biz de buradan vücudu dolaşır, ta beyne kadar ulaşırız. Dilin ucuna kadar geliriz. Boş sözler söyletir, kalpleri karartırız. Dedikodu, gıybet yaptırırız. Arkadaşını, onu bunu çekiştirtiriz. Bunu yapması için elimizden geleni yaparız. Anne babaya ‘öf’ dedirtiriz. Herkese asi sözler söyletir, kalp kırmasını sağlarız. Bunun için de her fırsatı kullanırız.
Bunun da söyleyecekleri bitti. Ben de döndüm geri. Sonra karşıma iki üç tel sakalı olan, iğrenç yüzlü bir adam çıktı. Çok geçmeden şeytan olduğunu anladım. Bana türlü türlü günahlar işleten, Rabbim’e ibadetten alıkoyan şeytan karşımdaydı. Koşup yakasından tuttum. Dövüşecektim onunla ama gücüm yetmedi. Ne oluyor bana diye düşünürken ben, o, pis dişlerini göstererek kahkaha atıyordu;
‘Sen bu kavganın pazıyla olacağını mı sandın? Ben senin en büyük gücünü zayıflattım. Günahlar işlettim. Bilmiyor musun ki, her günahın içinde küfre giden bir yol vardır. Bu kadarcık imanla beni mi öldüreceksin?’
Afallamıştım. Bu kadar kötü durumda olduğumu bilmiyordum. Dizlerimin üstüne çöktüm. Ellerimi yüzüme kapattım ve ağlamaya başladım.
‘Allah’ım. Senden başka ilah yok. Sende hiç noksanlık yok. Şüphesiz ki ben kendime zulmettim. Rabbim. Şüphesiz ki zarar bana dokundu. Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Sen ‘benim rahmetim gazabımın üzerindedir.’ diyorsun. Beni bağışla, günahlarımı affet. Beni kendine kul kabul et. Kalbimi temizle ve iffetimi koru.’ Diye dua ettim. Yine Rüzgar’ın elini omzumda hissedince kendime geldim. Sübhanallah! Bulunduğumuz o kötü yer gül bahçesine dönmüş sanki. Kalbimdeki siyah lekelerde silinmiş. Şaşkın şaşkın sordum Rüzgar’a;
‘Burası nasıl bu hale geldi?’
‘Cehennemin ateşi, öyle bir ateştir ki; Fırat ve Nil birlik olsalar söndüremezler. O ateşi ancak iki damla gözyaşı söndürür.’ dedi.
‘Elhamdülillah Ya Rabbi! Sen merhametlilerin en merhametlisisin.’ dedim ve binlerce kez şükrettim.
Şimdi yola koyulma vakti. Atladım Rüzgar’ın sırtına. Uçarak geldik yine akasyanın altına. Fakat ayrılık vakti. Bir daha ne zaman buluşuruz belli değil. Sarıldım sımsıkı dostuma sonra tekrar koyuldu Medine’ye doğru yola.
AKİF ÇALDIRAN
07.05.2013
ÇORUM