- 911 Okunma
- 9 Yorum
- 0 Beğeni
Bedavaya Yurtdışı Seyahati...2
Çayeli civarında rastladığımız yağmur bulutlarından eser yok Batum semalarında. Mavinin en güzel tonlarıyla oynaşan sakin bir gökyüzü sarıp sarmalıyor günümüzü... Sağda solda ufak tefek bulut kümecikleri göze çarpıyor olsa da, öyle tatilimizi sevimsiz kılacak bir pozisyonda görünmüyorlar.
Sarp sınır kapısının 4-5km ilerisindeki Çoruh deltasını geçtiğinizde, Bafra ve Çarşamba ovaları hariç, batıdan doğuya tüm Kuzey Anadolu’yu kaplayan ve Karadeniz’in hırçın dalgaları ile, onun ikiz kardeşi Karayel’in öfkeli esişlerine ilk göğüs geren muhteşem dağlar, sessiz-sakin aniden ortadan kayboluyorlar, güneylere, gözden uzak coğrafyalara doğru eriyip gidiyorlar. İnsanın canını sıkıyor bu durum biraz. ’Keşke’ diyorsunuz kendi kendinize,’Şu Batum bizde kalsaydı da, sokağı, bahçesi, tarlası, arazisi düz bir tek şehrimiz olsaydı Karadeniz’de.’
Batum’un doğusundaki alçak tepelere tırmanırken, doğanın insana sunduğu enfes güzellikleri yudumlamakla meşgul araçtakiler. Zaman erken, trafik yok denecek kadar az ama, ben yine de pür dikkat kullanmaktayım arabayı. Virajlı, dar ve oldukça yoğun bitki örtüsü ile kaplı bir bölge burası. Oldukça yüksek bambu ağaçları, ilerlemekte olduğunuz yolun ileri istikametlerini görmenize engel oluyor. Gerçekten nefis görünüşleri var. Bambu çekirdeği, toprağa düştükten sonra altı yıl kadar beklermiş fide vermek için. Ama, bir de büyümeye başladı mı, günde 40-50 cm uzayabilirmiş. Çok şaşırdım bu ağaçları görünce. Burada, hemen burnumuzun dibinde yetişiyorlar ama, Türkiye’de asla bulunmuyorlar. Garip bir durum.
Tırmanışı bitirip, Kobuleti’ye doğru inişe geçmeden önce, yol kenarında bolca buluna ve ekseriyetle bambu ağacından yapılmış hediyelik eşya satan küçük büfelerin birinin önünde duruyoruz. Maksadımız içecek bir şeyler almak, sabah kahvaltımız için derlediğimiz malzemelerimizi tamamlamak.
60 yaşlarında bir bayan büfe sahibesi. Köşedeki soğutucu dolaptan bir şeyler seçeceğiz ama, bambudan imal edilmiş ve içeriye tıkış tıkış istif edilmiş koltuklar geçişimize imkan vermiyor bir türlü. İster istemez kızım ve oğlum ile birlikte yaşlı bayana yardım ediyoruz, koltukları büfe önüne çıkarıyoruz. Rusça bir şeyler söylüyor ama, bizim pek anladığımız ve de anlamak istediğimiz yok zaten.Sadece ’Spasiba’ kulağıma yabancı gelmiyor. Teşekkür ediyor olmalı yardımlarımızdan dolayı. Çabucak içeceklerimizi alıyor, yolumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Zira, zamanımız az, gezecek yerimiz çok.
Hoş manzaralı ve keyifli inişimizi tamamlıyor, bir tatil beldesi olan Kobuleti’ye ulaşıyoruz. Geniş ve temiz kumsalları, sahil boyunca uzanan çam korulukları, iki katlı ve bahçeli evleri, caddelerde sere serpe gezinen hür inekleri ile, gerçekten sempatik bir yer Kobuleti. Eskilerde, SSCB’nin sayfiye bölgelerinden biriymiş bu güzel yerleşim bölgesi ve sakinleri de genellikle pansiyonculuk yaparak geçimlerini sağlarlarmış.
Aslında verimli topraklara sahipler. Eskiden çay tarımı yaparlarmış ama, sosyalist birlik dağılınca, çay fabrikaları kapanmış, dolayısı ile çay tarımı da cazibesini kaybetmiş buralarda. Çay bitkisinin Türkiye’ye, Zihni Derin tarafından Batum’dan getirildiğini de hatırlatalım bu arada. Çay bitkisinin yerini, kısmen narenciye almakla beraber, halkın gözü hala gelmesini çok arzu ettikleri turistlerde. Akdeniz’e, Eğe’ye tatile gitmektense, bu sakin yörede denizin tadını çıkarmayı yeğlerim kendi adıma. Üstelik de, o bölgelerden çok daha ekonomik şartlarda.
Bu mütevazi yerleşim alanından, trafiğin sakin oluşundan da yararlanarak, oldukça düşük bir hızla, çevreyi enine boyuna inceleyerek ilerliyoruz. Sağ tarafımızda yer alan geniş balkonu, iki katlı ve birbirlerine benzer mimari ile inşa edilmiş evlerin bahçelerini süsleyen rengarenk çiçekler dikkatimi çekiyor. Hele de ortancalar... Bunca yer gezmişimdir, mor renkli ortanca çiçeğinin bu denli yoğun olduğu ve bu denli hoş gözüktüğü bir başka bir yer hatırlamıyorum.
Sol yanımızda, kocaman okaliptüs ve sarı çam ağaçlarından oluşan bir koru uzanmakta; ağaçların seyrekleştiği bölgelerde ise, yöresel yemekler sunan gösterişsiz lokantalar göze batmakta. Koru, bakımsız ama oldukça temiz durumda. Bu yöre insanlarının temizliğe çok önem verdiklerini de hatırlatmadan geçmeyelim burada. Bu temizlik kişisel bazdadır. Ortak kullanma alanları devletin sorumluluğunda olduğu ve onun da bu aralar bu görevi tam manası ile yerine getirecek kudreti bulunmadığı için, ülke geneline pejmurde bir görünüm hakim olmakta maalesef. Şimdilik, sadece Acerya özerk bölgesinin baş şehri olan Batum bu makus talihi yenme kıpırdayışları içindedir. Diğer bölgeler ise, derin bir sukut esintisinin kucağında, bu mahzun tabloyu uzun senelerden beri muhafaza etmekte; maalesef istikbalde de bu durumu müsbet yönde değiştirecek bir ümit kıvılcımı gözükmemektedir.
Bu güzel koruluğun müsait bir bölgesinden giriyor, sahil manzaralı bir noktaya aracımızı park ediyoruz. Sabah kahvaltısı için hazırlıklara başlamadan önce, küçük yürüyüşlerle çevre keşfine çıkıyoruz ailece. Nefis bir sahil... Geniş kumsallar, temiz bir deniz... Kumsalın hemen arkasından yüksek ağaçları ile koruluk başlıyor ve kilometrelerce devam ediyor bu görünüm. Devlet yolu ile, deniz arasında asla yerleşime izin vermemişler, sadece ufak tefek turistik işletmelerin kurulmasına imkan tanımışlar.
Gerçekten güzel bir yürüyüş yolu var koruluk içinde. Temiz hava, denizin iyot kokusunu burnunuza taşıyan serin bir sabah rüzgarı, sağınıza-solunuza dökülmüş çam kozalaklarının da bütünlüğünü tamamladığı inanılmaz güzel bir doğal ortam.
Bizim bu şaşkın halimize aldırmadan, sağımızdan solumuzdan geçip giden yaşlı insanlar... Sabah sporu yaptıkları yürüyüş alanlarının bir bölgesini aracımızla kapattığımız için, şüphesiz sitem ediyorlardır kendi aralarında ama, doğrusu bize alenen bir şey söyledikleri yok. Misafirperverlikten olsa gerek. Sonuçta aracımız Türk plakalı, kim olduğumuzu anlayıveriyorlar hemen. Gerçi fiziksel görünüşümüzün Gürcülerden bir farkı yok. Batum ile Trabzon arası kaç kilometre ki, insanların görünümü değişsin? Sonuçta aynı yağmurlarda ıslanıyor, aynı rüzgarda serinliyoruz. Denizimiz, ırmağımız, içtiğimiz su, yediğimiz gıda aynı. Onlar da, bizler gibi hamsi hastası ve dört gözle yolunu gözlemekteler.Yaşama şeklimiz bile benzerlikler içeriyor. Bu bölgede de, oldukça yaygın bir yerleşim biçimi benimsenmiş. Tıpkı bizim Doğu Karadeniz Bölgesi gibi.
Bir genç çift... Biri beş, diğeri bir-bir buçuk yaşlarındaki iki erkek çocukları ile, sabahın erken saatinde denize girmeye gelmişler. Az ileride, uzun lacivert donu ile güneşin ilk ışıklarını yakalamaya çalışan ihtiyar adamı saymaz isek, koca sahil bom boş vaziyette. İlerleyen saatlerde, bilhassa da tatil günlerinde, buraların hıncahınç dolduğunu tahmin ediyoruz. O kadar güzel bir yer işte. Ailece bayıldık buraya ve daha sonraki yıllarda tekrar gelmek için karar aldık aramızda. öyle günübirlik de değil hani, bir kaç günlük en azından.
Bu güzel manzara eşliğinde, Batum’dan temin ettiğimiz be her şeyi ile doğal olan ve oldukça leziz ürünlerden oluşan kahvaltımızı yapıyoruz. Ben, aracın sağını solunu kontrol ederken, eşim ve kızım da kısa bir yürüyüş yapıyorlar sahilde, ilgi ile bu doğal plajı, küçük renkli taşları ve deniz kabuklarını inceliyorlar. Bir kaç tane numune almayı da ihmal etmiyorlar hani. Oğlum ise, akıllı telefonu sayesinde, günü ölümsüz kılacak görüntüler kaydetme peşinde.
Kahvaltı faslından sonra, doğu istikametine doğru yolumuza devam ediyoruz. Tiflis’e, dolayısı ile diğer Türk Cumhuriyetlerine giden araçlar, eskiden Btum-Poti-Tiflis-Azerbaycan güzergahını takip ederlerdi. Dolayısı ile üzerinde seyahat etmekte olduğumuz bu Batum-Poti yolu, Türk tırları nedeni ile oldukça hareketli idi. Günümüzde ise, hemen Kobuleti çıkışından Tiflis’e bir yeni hat açıldı, ana güzergah buraya alındı. Bu nedenle, Poti istikameti oldukça tenha ve bakımsız durumda. Gerçi yollarda öyle çokça çukurlar olmamakla birlikte, epeyce bir zamandır bakım yapılmadığı da belli etmekte kendini hemencecik. Acarya çıkışını belli eden polis noktası kaldırılmış, kontrol kulübeleri yıkılmış. Eskilerde, buradan Lari vermeden geçmek asla mümkün olmuyordu. Sadece buradan mı? Her kilometre başında bir polis memuru tarafından durdurulup, Lari almadan salıverilmezdiniz. Saakaşvili geldi de, ülkedeki rüşvet bataklığını kökünden kuruttu. Darısı Azerbaycan’ın başına diyorum.
Kolhida ovasının geniş düzlükleri uzanıyor önümüzde; bakir ve sulak araziler. Neden ekilmez, neden işlenmez, neden ekonomiye katkı sağlanmaz bilemiyorum? Vardır bir hikmeti herhalde bu tembelliğin.
Uzun Maltakva köprüsünden geçiyoruz. Solumuzda Paliastomi gölü, solumuzda Maltakva nehrinin Karadeniz ile kucaklaştığı delta. Sazlıklar, ördekler, kara bataklar, çeşit çeşit ve yüksekçe ağaçlar. Doğu ve güneydoğu ufuklarını boydan boya kaplayan, Haziran ayında dahi doruklarını süsleyen beyaz kostümü altında,bakışlarımıza inanılmaz bir güzellik sergileyen ve içimizde heyecan fırtınaları estiren efsanevi dağlar, Kafkaslar...
Poti sınırlarına girdik artık. Klasik iki katlı, geniş balkonlu, çinko çatılı, demir çitlerle çevrilmiş küçük bahçeli evler. Şu ileriki kavşakta, mezarların baş uçlarındaki siyah mermere, içinde yatanların resimleri işlenmiş bir mezarlık olacak. Gürcüler, din yönünden zayıftırlar az buçuk. Tıpkı Azeriler gibi. Sonuçta, insanlar için dini afyon sayan bir baskı rejiminin idaresi altında, 70 küsür yıl yaşamışlar. Son derce doğaldır böyle olması. Ancak, tüm bu olumsuzluklara rağmen, ölülerine son derece saygıları vardır. Mezarları son derece temiz ve düzenlidir.Yakını ölen bir insan, bir yıl yas tutar ve daima siyah renkli elbise giyer.
Ana caddeden, şehrin merkezine doğru ilerliyoruz. İlk olarak, on iki yıl önce yaşadığım evi, bir yıl kadar bana analık yapan Gürcü ninemi görmek istiyorum. Ara sokaklara yöneltiyorum aracı, yönümü kaybetmemek için sağı solu dikkatlice inceliyorum. Değişen hiç bir şey, yeni dikilen hiç bir bina yok. her şey bıraktığım gibi, eski sevimsiz halinde durmakta. Sokaklardaki çukurlar bile değişmemiş, sadece derinlikleri artmış biraz.
Şehir merkezine yakındı zaten kaldığım bina. Bir kaç dakikada ulaşıyorum ve kapısını heyecanla çalıyorum. Yaşlı ninem, eğer yaşıyor ise, doksanlı senelere doğru yol almakta olmalı diye düşünüyorum. Genç ve oldukça güzel bir bayan açıyor kapıyı; biraz şaşkın, kendi dilince bir şeyler söylüyor. Pek anladığım yok, umurumda da değil söyledikleri sözün doğrusu. Ben, sadece ninemi merak etmekteyim. Dil konusunda sıkıntım var ama, Allah, işaretle anlaşma yeteneği de vermiş bir taraftan. Bir kağıda 2002 yazıyorum ve benim bu evde yaşadığımı anlatıyorum. Hatta, müsaade isteyerek başımı kapıdan içeri uzatıyor, kaldığım odayı da gösteriyorum. Anlıyor durumu, gülümsüyor. Ninemi tarif ediyorum, tebessümleri kayboluyor dudaklarından, grinin açık tonlarındaki gözlerinde yaş damlacıkları beliriyor. Bakışlarını öne düşürüyor ve yavaş hareketlerle istavroz çıkarıyor. Öylece kala kalıyoruz kapının önünde. Ne yapacağımı, ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Derin bir acı geziniyor vücudumun bir yerlerinde. Ekonomik ve psikolojik olarak hayatımın en kötü anlarını yaşadığım o günlerinde, gerçekten çok iyiliklerini görmüştüm Gürcü ninemin. Yabancı bir ülkeden, yabancı bir inanış ve kültürden geliyor olsa da, ana sevgisini tattırmasını bilen; sevginin dili, dini, ırkı olmaz gerçeğini bir kez daha ispatlayan o muhteşem insanın ölmüş olması, bir günlük tatil için geldiğim bu ülkede, yüreğime saplanan beklenmedik bir sızı oluyor. Ölene kadar kendini hissettirecek olan bir sızı hem de.(Devam edecek)
Bir tutam hayat-03.09.2014-Azerbaycan
YORUMLAR
nineyi keşke bir kez daha görebilseydiniz
çok güzel bir anlatım eşliğinde
gezmeye devam ediyoruz
tebriklerimle dostum
artık üçüncü bölüm de gelmeli
Bir tutam hayat
bu aralar yeni bir hikaye ile mücadele içindeyiz.
Eylül çıkmadan yayınlamamız gerekiyor konusu itibarı ile.
Belki,
ondan sonra devam ederiz geziye.
Ha!...
Ekim ayı içinde Türkiye'ye geleceğim.
On-on beş gün kalırım herhalde.
Azerbaycan'a, sırf bu yazı yazma merakım nedeni ile, kendi aracımla gideyim diyorum.
Bakalım yapar mıyım öyle bir delilik?
İyi macera olur ama.
Şu Azerilerin rüşvet merakı olmasa...
O caydırıyor biraz beni.
Gardaş diyor, ardından da zevkle alıyorlar rüşveti.
Samsuna çocuklarla yıllar sonra onlara bakan tekelden emekli yaşlı teyzenin kapısını çalıyorum heyecanla çocuklara size bakan teyze bu diyeceğim ama gelininden öldüğünü öğrenince şok oluyorum kapıda...
Tebrik ederim saygılarımla.
Bir tutam hayat
Gerçekten üzücü oluyor.
Ama,
yüce gönüllü bir insanı tanımış olmanın hazzı, bir nebze hafifletiyor üzüntünüzü.
Keşke,
çocuklarınız da tanıyabilselerdi.
Bir tutam hayat
buralara kadar gelip görseniz.
Sizin kaleminizden çok güzel anlatımlar çıkardı.
Sağ olun ziyaretiniz için.
Nineye gerçekten üzüldük.
Çok iyi bir insandı.
Düşsel bir yolculuk tadında ama bir o kadar gerçek bir o kadar somut. Elimizi uzatsak hissedecekmişcesine hatta dokunduk bile.
Bir öncekinin devamı ve derken bir solukta okuduğumuz güzel bir yolculuk. Devamını da bekliyor olacağız.
Selamlarımla...
Bir tutam hayat
Siz, dostlarımız ile paylaşmak ise bir başka güzel oldu.
Dilerim,
gün gelir,
sizlerin de yolu düşer buralara.
Daha anlatacaklarımız var.
Batum'u gezmedik henüz.
Gezi yazınız her zaman ki gibi etkileyici ve eğitici sayenizde yazınızın ismi gibi bizlerde bedavaya yurtdışı seyahati yapmış oluyoruz.
Aslında birçoğumuz yurt içi yurt dışı seyahatlerine çıkmışızdır ancak sizin yazınızı okuyunca bu seyahatleri, ne kadar özümsediğimizi nelere dikkat etmemiz gerektiğini neleri, ıskaladığımızı daha iyi anlıyoruz.
Yazının kalitesi bunu net bir şekilde ortaya koyuyor.Eh tabi buda Gökhan hocamın farkı.
Gürcü ninenin vefatı üzücüydü ama yinede teseli olark yaşanmış anılarınızın olması hiç tanımamış olmanızdan iyidir.
Kaleminize yüreğinize sağlık
Saygı sevgi selamlarımla.
Bir tutam hayat
Siz,
daha çok insan ilişkilerini ele alıyorsunuz.
Biz, çevre faktörü üzerinde duruyoruz.
İnsanları, insan davranışlarını işlemek gerçekten zor.
Bu konuda başarılısınız.
Gülüm Hanım'a hayret ediyorum mesela.
İnsanın içinde ne cevherler varmış.
Nasıl da bulup çıkarıyor, yazıya döküyor.
Bu aralar, yazılarınız azaldı mı nedir?
Yoksa,
tadı damağımızda mı kalıyor?
Geçtiğim yolları,bildiğim yerleri başkasından okumak ne güzel.Aynı yolları geçerken bendeki ezber sizdeki duygulara dökülüyor.İnsanın yaşadığı yerleri sizden duymak,betimlemelerin içinden yürüyerek resmettiğiniz doğa ne güzel.Bende Rizeliyim.Ezberim sizi okuyunca duygu yoğunluğuyla soğuktan sıcağa dönüşüyor.
Hoş ve bedava yolculuğa selamlar değerli dostum
Saygılar,Sevgiler yığınla sizlere
Bir tutam hayat
Toprak nede olmasa.
Hamsi'yi seven adam oldu mu,
korkmayacaksın, güveneceksin.
Her türlü güzelliği barındırıyordur o içinde.
Aslında anlatacak çok şey var Trabzon-Rize arasında ama,
yazı çok uzuyor diye es geçtim o bölümleri.
Başka yazılarda paylaşırız inşallah.
anlatımınızla zihnimde canlandırdım ve mutlaka gitmeliyim dedim. gezmeyi seven bir insan olarak vize bile gerektirmeyen bu eski türk toprağını görmek gerekiyor. inşallah görürüz. güzel bir gezi yazısıydı, tebrik ederim.
Bir tutam hayat
Turlar var Batum ve Tiflis'e. Onlara katılabilirsiniz.
Kendi aracınızla gidecekseniz, o da zor değil.
Araç kendi üzerinize olsun ve evrakları tam olsun.
Geçiş kolay ve ucuz.
Gürcistan, ucuz bir ülke.
Benzin fiyatı, Türkiye'nin yarısı.
Gidin, görün bence.