- 703 Okunma
- 1 Yorum
- 1 Beğeni
'hayal hanım'
-hayale batırılası bayat öyküler
’…gerçeğe terfi etmemeye bak
hayalken çok güzelsin’
Nereden başlasam yarım kalır. Yarım kalmasını çok seviyorum. Yarım kalınca bir şey, insan yokluğu ya da hepten var olmayı düşünmek için çaba göstermiyor. Böyle zamanlar da daha bir sürü şey insanın aklına geliyor da, sinek vızıltısı gibi pek rağbet gösterilmiyor. Aslında sivrisinek vızıltısı olsa, sırf bir anlık kan fışkırmasında pay sahibi olmak için yine de insanlar az bir rağbet gösterme çabasına girmiyor değil. Her zaman olduğunu sanmadığım bu eylem üzerine gereksiz yere düşünmem, benim son derece rağbet göstermeyen bir insan olmayacağım anlamına da gelmiyor. Buraya kadar her şey normal, sokakta sinek vızıltılarını kesmek adına dolaşan mavi bir pikap olmalı. Kendimi asla affetmeyeceğim bir konu üzerine canım sıkıldığı anlar olmuştur. Böyle bir anda ya ter kokulu bir yastığa yüzümü gömüp, havasız kalırım ya da pencereyi açar, o anın geçmesi adına nefes alıp veririm. Al, ver, al, ver, al, ver… Düşünüldüğü zaman çok basit geliyor. Kimse düşünüyor mu onu dahi tam olarak kestiremiyorum fakat düşününce insana basit gelen bir eylem için koca dünyanın her an gerekli şartlar adına çabaladığını düşününce, nefes alıp vermenin pek o kadar da basit bir eylem olmadığı anlaşılıyor. Bundan kime ne? Benden ve benim saçma düşüncelerimden.
Kimse benim üzülmemi istemiyor. Ne güzel bir kelime: ‘Kimse!’ Aşığım o kimseye. Hele ki başına ‘hiç’ gelince, keyfim yerine geliyor. Tablonun içerisindeki ayrık renk kadar bu hislerin tercümesi aslında kabullenmeme olsa da, yine de insan farkına varmadan üzüyor kendini. Niye üzeyim ki kendimi? Benden başka bir kimse var mı? ‘Hiç’ olsa gerek. İşte bu yüzden hiç kimseyi daha çok seviyorum. Ne zaman sokakta üstü çeşit çeşit giysilerle kaplı, uzun sarı sakallı, uzun saçları yer yer dökülmüş, bir daha parlaması mümkün değilmiş gibi etrafa bakınan gözleriyle kaldırım kenarlarında, özellikle de genç çam ağaçlarına yaslanıp, kahverengi şişenin içerisinden gözyaşı, salya ve şarap karışımı içkisini götüren adamı görsem, o adam benim hiç kimsem oluyor. Benim Yunan filozoflarından farksız gördüğüm, hatta daha etkili bir yaşam mücadelesini kazanmış, cehennemi andıran bu şehrin trafiğinde korkusuzca sokaklarda dolanan bu adam benim bilgemdi. Kimsenin ilgisini çekmediğini sanan züppelere tavsiyem, ona çok dikkatli bakmaları olmuştur. Çünkü insanların o kadar çok ilgisini çekiyor ki, sırf bu alaka potansiyeli yok sayılması adına, ondan bahis adı açılmıyor. Bir de insan gözlerinde yazılı kelimeleri birleştirip, okusalar… Bir saniye sonra ondan uzaklaşmış olacağım. Bir saniye sonra ki adımım, saniyelerdir ona yaklaşmış olma halimi değiştirip, aynı yönde uzaklaşmama neden olacak.
Kuşlar ne zaman konuşmaya başlasa canım sıkılıyor. Etraflıca düşününce kuşların ya da pek çok hayvanla aynı dili konuşamamak can sıkıcı olmasa gerek. Hayal geldi aklıma. Bir aralar pazarda çorap satarken gelip benden çorap almıştı. Ülke standartlarına göre uzun bir bayandı. Zayıftı. Aslında zayıf değildi. Başkası olsa sıska diyebilirdi. Giydiği pantolonların içerisinde kalçası pek belli olmuyordu. Evli değildi. Evli olup olmaması umurumda değildi ama uzun boyunun ona sunduğu diğer dezavantaj göğüsleri de pek ufaktı. Sutyen numarasını yanımdaki zeytinci, hatta cami imamı bile bilebilirdi. Cami imamı genç bir adamdı. Evli miydi? Evli olup olmaması umurumda değildi ama imam yakışıklıydı. Hayal hanımla imamı yan yana getirdiğim anlar olurdu. Hafızam bu tür oyunları çok severdi. İmam temiz yüzlü, beyefendi biriydi. Kimi zaman selamı genele verdiğini düşünürdüm. Cami önünde tezgâh açtığımız için, vakit namazına gelirken verdiği selam hem sebzeci Kasım’a, hem zeytinci İsa’ya, hem de banaydı. Arka da şişman bir kedi vardı. Aslında şişman değildi. Biraz iriydi. İri olmasına karşın tezgâhlar altında çok hızlı hareket edebiliyordu. Verdiği selam belki de kediye aitti. Her neyse, hayal hanım olsa o kediye dokunurdu. Hayal hanımın parmakları da uzundu. Uzun boylu, uzun parmaklı güzel kadın… Asla geceleri hayal dünyasının cep sinemalarında yer edinecek kadar var olmamıştı hayatımda ama beni heyecanlandırıyordu. Çoğu zaman pantolon giyiyordu. Üzerinde de incecik bedenini sıkan bir penye, tişört ve ya gömlek oluyordu. Saçlarına önem vermesi karşısında gardını alamayan boksörün komik haline düşüyordu mimiklerim. Onu karşımda görünce, gülecek miyim, yoksa ciddi bir hal mi alayım diye şaşırıp kalıyordum. ‘Çiftler bir lira, altı tane beş lira’ diye bağırırken, gözlerim önce sol cenahı, sonra sağ cenahı, en son da karşıdaki perdeciyi, üç yüz altmış derece dönüp biraz da buçuklarla zeytinciye kadar uzanan müşteri arayış çabalarında (zeytinciye bakma sebebi, bağırışın onu rahatsız ediyor olup olmamasıydı) Hayal hanımın gelişini görememem çok ilginç geliyordu. Her seferinde beni gafil avlıyordu, o güzel yüzü ve saçlarıyla. Bir keresinde eğer gelirse tırnaklarına bakacağım diye kafamda onu hayal ederken, o hafta üç günde pazara gelmemişti. Sonra ki hafta üç günde. Ondan sonraki haftanın üç günü de. Üç hafta dört gün olmuştu onu görmeyeli. Zaten ayda bir kere bir iki diz altı çorap alıyordu. Onun her hafta gelmesini isteyişim, yalnızca kendi merakımdandı. Gelmeyebilirdi. Gelmeseydi bu pazara, hatta şehrin merkezine dahi gelmeyebilirdi, yukarıdaki caddeye hiç uğramayabilirdi. Uğrasa dahi, bu sokağa girmeyebilirdi. Bu sokağa girse dahi, ara sokaktan pazara girmeden aşağı caddeye geçebilirdi. Bir gün perdecide çalışan çırakla konuşuyorduk. Konumuz kızlar/ kadınlardı. Sevgilisinden bahsediyordu. Liseyi terk edip, perdecide işe başlayalı birkaç ay olmamıştı ki, yine de terk ettiği liseden onunla sevgili olmak isteyen kızlar vardı. Yakışıklı sayılabilirdi, sayılmasa da suç onun değildi ama sevgilisi vardı. ‘Kızdan çok hoşlanıyorum abi’ diyordu. ‘Boyu benden iyi ki kısa abi ya’ dediği an, ‘niye lan, uzun olsa nolcak’ diye ani bir soru sormuştum. Aslında sorudan ziyade bir tepkiydi. Bütün uzun boylu kadınlar için miydi, yoksa çırağın kendisinden uzun kızlar için söylediği bir laf mıydı bu, merak etmiştim. Kendisi kısa boylu olduğu için bunu dert ediyor olmalıydı ama açıklanabilir tek tarafı yoktu. ‘Niye lan’ diye tekrar sorduğumda, ‘neden olacak abi, uzun kızlar travestiler gibi, hele ki yaşlanıyor, Allah belalarını versin, bir de makyaj filan, her taraflarında benekler, iğrenç be abi’ cevabı karşısında önce şaşırmış, sonra da kafasına bir tane hafiften patlatmıştım. Aklımda hayal hanım vardı. Boyu bir seksen olan bir bayan için travesti gibi denebilir miydi? Hem travesti de olabilirdi. Olabilme olasılığı çok az da olsa, olsa dahi kimsenin umurunda olmaması gereken bir şeydi. Hem olsa ne olurdu ki? Değildi, ama olabilirdi. Olsa onu görünce heyecanlanmaktan vaz mı geçecektim? Belki imam efendiyle onu yan yana getirip, beraber ikisini düşünmekten vazgeçebilirdim fakat onu aklımdan çıkaramazdım. Ben zaten aklımdan bir şeyi kolay kolay çıkaramam ki! Hele ki bu karşısında heyecanlanıp, ellerimin bağını çözecekmiş gibi gülümseyen birileri varsa!
O gün tezgâhın önünden geçip giden kadınların boyuna göre tipini değerlendirmem son derece hızlı bir şekilde ilerlerken, ani bir fren yapmışçasına gözlerimin önünde beliren, ince bir fidan gibi büyümeyi özleyen boyuyla yeni yapraklar açmış ıhlamur ağacını andıran Hayal hanımı karşımda görmüştüm. Adını onun ben koymuştum. Adı hayal miydi gerçekten de? Ne iş yapıyordu ki? Bunlar çok mu önemliydi? Karşımda duran Hayal hanımdan önce burnuma, sona kan ve lenf damarlarıma dolan, sonra da tek tek organlarıma giriveren garip sevinç ve kokunun ardınca, ‘merhaba’ söylemine karşı belleğim cevap arıyordu. Nihayet herhangi bir ‘merhaba’ karşısında, yine ‘merhaba’ cevabı verilebilir olacağını düşünerek verdiğim ‘merhaba’ cevabı karşısında hızlı bir şekilde ‘ya iş yerinde bizim kızlar da sipariş verdi de, her zaman aldığım yer, sizden alayım dedim, bir saniye kâğıtta yazılıydı…’ sırayla kelimelerin çıktığı dudağında kim bilir kaç bahara ait hikâyeler olduğunu görebiliyordum. Siparişler basitti: ’38 numara, 500 numara…’ O ne alacaktı? Önemli olan da oydu benim için. ‘Bana da şu soket çoraplardan altı tane alayım…’ derken, ayakkabı numarasını merak ediyordum. Gözlerim topuksuz ayakkabısında ve çıplak ayaklarındaydı. Damarlarını görebilirdim. Tezgâh az daha izin verse, tahmini olarak ayakkabı numarasını da bilebilirdim ama bunun hiçbir şeye faydası olmayacaktı. Alacağı soket çorapların standart olması işin rengini değiştiriyordu. Otuz altı numara da giyebiliyordu, kırk beş numarada.
‘Mutlu etmek istiyorum seni. Biliyor musun, ben herkesi mutlu etmek isteyen ve hiç kimsenin beni üzmeyeceği bir kimseyim. Bu kimseliğe bürünen kimliksizlik aslında trajikomik öykünmeler doğuruyor. Seni sana nasıl anlatabilsem de seni mutlu edebilsem! İnsan mutlu olabilir mi dinlemekle? Dinlemek, hangi dinin yasasında çok büyük bir öneme giydirildi? Keşke şehrin merkezine hiç inmeseydin, o araç seni merkeze getirmeseydi, üst caddeye girmeseydin ve bu sokağa sapmasaydın, sapsan dahi alt caddeye giden ara sokaktan uzaklaşsaydın. Bunlar olmasa dahi, ileri tarafta bulunan tuhafiyeciden çoraplarını alsaydın, bana hiç uğramasaydın. Seni hiç görmeseydim, sesini hiç duymasaydım, burnumun içerisinde büyüyen kıllar kokunu hiç almasaydı ve bu sözler hiç çıkmasaydı… Sen yeni büyümüşken, yeni genç kız olmuşken, göğüslerin şimdi ki gibi gelişmiş, taze süt nöbetlerindeyken, bu sokaktan geçip, birini etkilemeden önce, işte ta o zamanlar… ‘
‘Ne iş yapıyordunuz?’
‘Polisim ben, doğru ya, böyle sivil filan, hiç belli etmiyorum ama…’
Pazarcılık mesleğine son vermeyi düşündüğüm ve hatta bu işe son vermeyi kesinleşmiş haliyle aklıma yatırıp, çevre esnaftan helallik dilemeye başladığım, hayal hanımı son kez gördüğüm gün, o gündü.
…
Kuşlar ne zaman konuşmaya başlasalar canımı sıkmıyorlar. Biraz sinirleniyorum o kadar. Aslında o sinir de insanlardan kaynaklanıyor. Herhangi bir televizyon dünyasındaki ünlülerden biriyle konuşmak için can atan insanları düşününce, kuşlara, balıklara, kedilere, köpeklere haksızlık yaptığımı anladım. Yakın zamandan sonra bütün hayvani seksleri ve cinsel istismarları mazur görecek gözlerim, insanlığın beş şartını saymadan önce, alt katlarda, etrafını beyaz ve iğrenç tükürük kurusunun sardığı dudaklarımda ihtilal çıkaracak anı kolluyordu. Kimse yoktu, dilim dışarıya çıkabilir, dudağımı sağdan sola ya da soldan sağa yalayıp, görünüşünü daha insancıl bir hale sokabilirdi. Konfeksiyon atölyesinde çalışırken, üç el parmağını kaybeden annenin spikere verdiği demeç gibi, insanın parmağı, eli, ayağı kopabilir, gidebilir, yeter ki yüreği insan koksun, çevresindekiler onunla beraber insanlığını hatırlasın…
Yüreğim insan kokmuyor. İnsanlık damlalarıyla birikmiş suyu boşaltan çocukların gözyaşlarından ne bir cümle var yazabildiğim, ne de daha güzel bir öykü, anlatabileceğim.
İki gram heyecanla gönderdiğim yazı dosyasına verilmiş cevabı garipsiyordum. ‘…’bar da cinayet’, ‘şehri taşlamak’ ve ‘yetişemeyen imdat’ öykülerinizde, polislerin yer yer tecavüzcü, esrarkeş, yer yer de bilerek göreve gitmeyen kamu çalışanları olduğunu belirttiğiniz edit kurulumuzca belirlenmiş olup, dosyanızdan bu üç öyküyü çıkarıp, bize tekrar gönderirseniz, kitabınızı basma konusunda yardımcı olabileceğiz.’
Sözcüktü, söz çük kaldı. ‘Bar da cinayet’ öyküsünde, her gün bara takılan, âlemci bir polisin silahıyla kadın mevzuyu yüzünden işlediği cinayet hikâye edilmişti. ‘Şehri taşlamak’ öyküsünde ise, uyuşturucu çetesiyle mücadele etmek için kurulan ekibin, çarkın içerisinde, binlerce para kazandıkları ( bu öyküde ekip denilen insanları polis olarak algılayan yayıneviydi), ‘yetişemeyen imdat’ öyküsündeyse, cinayet uğramak üzere kanlar içerisinde cep telefonuyla banyodan polis imdadı arayan kadının öyküsüydü. Aslında hepsi yaşanmış öykülerdi ama maalesef korku ‘biz hürüz, özgürüz, o kadar özgürüz ki, yalnızca devlete inanırız’ diyebilecek kadar küstahlaşmış yayınevi editörlerine kadar sinmiş bir yanılgının eseriydi.
Hayal hanımı düşünmek için müsaade. Sahi Hayal Hanım gerçekten de var mıydı? Tek anımsadığım tatlı gülümsemesi…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.