- 991 Okunma
- 2 Yorum
- 2 Beğeni
Tül Gibi
Uluorta ağlamaktan utanmadığımızdan beri
Artık ayıp diye bir şey kalmamıştır…
Tüy gibi hafif
Tül gibi şeffaf
Uçtu…
Üzerime yanlışlıkla düşen onca yükün altında, acı çekmiyormuş gibi yapmak, bu ağırlık veren şeylerden bile daha ağır bir acıdır. Hem acıtır, hem ağrıtır, o yüzden acımı zamanında ve sonuna kadar yaşamak tek isteğim, eziliyorum, üzerime yağan yağmur tanelerinden daha kaygan ve küçük hissediyorum kendimi, dünyadan kayıyormuşum da son adımında asılı kalmışım gibi…
Senden ve benden geriye, geç kalmış bir saatin son tıkırtıları, uyandı uyanacak, sabaha karşı görülen rüyalar, genellikle kâbuslar ve bir o kadar da kırık zamanlar kaldı. Varlığımızın dünya üzerinde yavaşça silindiğini görüyorum,
En soğuk gecelerde penceremden içeri üşüşen rüzgâr, tüm camları tülleştiriyor, camlar uçuşuyor evin içinde, tül gibi…
Bütün gün katlandığın sızılar, soğuklar, tam on ikiden sonra katlanılmaz oluyor. Sonra acınla birlikte terk edilmiş oluyorsun, bedavadan yaşanmışlıklarına, en ağır bedeli ödüyorsun, ödetiyorlar. Yalandan güzel sözler söyleniyor son cümleler kasılıyor, herkes kendini “iyi insan” zannetmek istiyor, yalandan iyi görünüp, kötü oluyorlar.
Sonuna kadar benimle ol demedim ki sana
Varlığımız zaten sonsuzluktu…
Ya da ben öyle zannediyordum, tek başına kalan birisi sonsuzluğu nereye kadar düşünebilir ki? Bunu düşünmeye gücü bile yetmez, sonsuzluk anlamını yitirir, kendisi kaybolur o kelimenin içinde, sonsuzluk o zaman yerine getirir görevini belki de…
Annem yanlışlıkla doğurmuş beni, o yüzden hep yanlış yerde ve yanlış zamanlarda bulundum, doğru yerde olsam bile, yanlış durduğuma inandırdım kendimi, öyle de oldu, zamanla her şey karıştı, doğru-yanlış, yalnız… Yalnız diyorum, ne kadar yanlışlıkla bir yerde dursam da, kendim gibi bir yanlış daha olmasına müsaade etmeyecektim, peçetelere not alıyorum, ağlarken, silmekten daha çok işe yarıyor bunlar, daha fazla doluyor içi, ıslak yazmalarla. Sonra hatırlıyorum gecenin bir yarısı, yanımda olmayışını, içimde olup da yanımda olmaman çok dokunuyor tüm gövdeme, sarsılıyorum, sonra her şeyi değiştirmek istiyorum, hızla, birdenbire, içimdeki her şeyi yok edip, dışımı da değiştirmek istiyorum, düşlerim değişmiyor. Aynı oldukları yerde, yanlış gibi, yalnızca kalıyorlar. Onlara gücüm yetmiyor hala…
Güçsüzüm, yanımda olmadığını hissettiğim zamanlarda, güçsüzlüğüm bile güçlü bir düşman oluyor!
Yağmur yerine konmuş yaşlarım var benim!
Yüzümün en çok gülen yanını karalıyorum aynada, karalanmıyor adın. Adın yüzümde, her baktığımda görüyorum, olmuyor, sonra kaldırıp aynaları atıyorum. Cesaret işi yeniden toplayıp, parçaları birleştirip, bakabilmek yeniden aynaya, cesaretsizim, cesareti kırılan birinin muhakkak başka bir şeye esareti vardır. Esir hissediyorum kendimi, öyle ki, bulamıyorum nereden bağlandığımı, zincirlerimi kırmak istiyorum, biraz kırpılacağımı bilerek, acıyacağını bilerek, bulamıyorum, bağlı olan yerlerim saklanmış.
Tüy gibi hafif kâğıtlara; bitmeyen şiirleri karalıyorum, ağırlaşıyor hafif şeyler, annesini kaybeden çocuğu, babasına küsen kızı, kaybolan çocuğu, ağıt oluyor içimdeki çocuk, ağlıyor sonra. Az önce hafifti bu kâğıt, gördüm o çocuğun kırık yüzünü, yazdıkça kırışıyor yüzü, sokak çocuklarıyla paylaşıyorum yarım şiirlerimi, onlar da yarım, şiirler kadar… Kendimi en iyi bu şekilde ifade edebilirim çünkü içimde hala ölmeyip, can çekişen bir çocukluğum var, masallarla avutmaya çalışıyorum, yalanlara ihtiyacı var ve kandırılmaya, başka türlü sıyrılamıyor acılardan. Uyuşturucu gibi hayaller, bir sonraki yalana ve masala kadar yetiyor. Sonra inanma süresi dolduğunda yeni bir masal ve yalan gerekiyor, tekrar büyük bir sabır ve itinayla inanıyoruz.
Tek hamlede kendimi yok edebiliyorum, ama yetişemiyorum kendime, saatler izin vermiyor, izin verdiğinde de yok etme isteği gibi bir çabam olmayacak, farkındayım, dışarıda kaldığım kadar farkındayım içimin ve içsizliğimin. Çocukluğumu gördüm dua ederken, beyaz tül perdelerin arasında, en az her kız çocuğu kadar gelinlik yapmıştım kendime rüzgârda sallanan ve dışarıya kaçışan perdeler, dışarıdaki her şey biraz içimizdendi, yabancı değillerdi, tüller de öyle ve aslında yalnızca karanlığı yok etmek için akşamları serdiğimiz perdeler de.
Hayatta yapamadıklarımdan çok, içimdekileri anlatamamanın gölgesi düşüyor akşamları yüzüme, küçükken elektrikler giderdi, gaz lambasıyla aydınlatırdık o kocaman gelen, küçük, ahşap evi, aydınlanırdı bir güzel, hatta gölgelerimiz kocaman olurdu, işte o gölgeler gibi düşüyor yüzüme anlatamadıklarım.
Silindiği halde geçmeyen, geçemeyen, hatta o izi görmek istediğimiz için sadece kendimizin gördüğü izler var hayatımızda, temiz olmadı bu silmek. Yeni baştan silmeye de cesaret azalıyor gittikçe, tüy gibi hafifliyoruz unuttuğumuzu zannederken, sonra gözümüzün önünde hayaller uçuşuyor tül gibi. Geçmişten gelemediğimiz için, şimdi zamanda yer ayrılmıyor bize, devam ediyoruz geride kalmaya hatta yer arıyoruz orada, kalıcı bir ev, bir oda, beklemeyi seçtiğimiz bir pencere…
Unutmamak için her gece yastığa başımızı koyduğumuzda, beynimizin içindekileri yastığın altına saklıyoruz. Uyandığımızda yastığımızın altından alıp, itine ile yerleştiriyoruz yerine, sabaha kadar ısınıyor hayaller, gün başladığında üşüyoruz artık, içimizdekiler üşütüyor. Üşüdüğümüzü içimizden başka kimse bilmiyor.
Sonra usulca ruj lekeleri bırakıyorum, dudağımı her değdirdiğim bardağa, yalnız olmadığımı vurgulamak ister gibi, daha fazla bardak kirletiyorum, daha fazla içiyorum, herkesin yerine ısınmayı umarak. Bardaklar sıralanıyor, bulaşıklar çoğalıyor, tüller hep uçuyor, zayıflıyorum ağladıkça, ağır hissediyorum içimdekileri yazamadığım için. Tartacak kâğıt arıyorum, ağıt olup dökülsün içimdekiler diye, bulamıyorum.
Kenarda kirlenmiş peçetelerden ve gece örtülmeyen tüllerden başka bir şey yok.
On Yedi Mart İki Bin On Dört 12 30
Nevin Akbulut
YORUMLAR
Kıpkırmızı
Canımsın, hasret de güzelliklere dair,
Sevgimle, öpüyorum :)