- 657 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
SİNEMACI fikret - 43
Ertesi gün İbrahim ağanın bakkal dükkânından alınan beyaz şeker çuvallarıyla, onun kızı Fikret’e sinema perdesi dikti. Pendik’teki bir mağazadan pikap almak isteyen çocuk, çarşıda gezerken yakaladığı köyün bekçisini kefil yapıp pikap işini de taksitle halledip, iki üç tane de plâk alarak köye döndü ve okulla birlikte sinemacılığı yürütmeye çalıştığı hızlı bir hayata başladı.
Okuma aşkını, hevesini ona aşılayanlar, buna gerekçe olarak en çok sefaletten ancak okumak sayesinde kurtulabileceğini göstermişlerdi. Yani, içinde bulunduğu sefil ortamdan kurtulabilmek için okumak istiyordu. Oysa şimdi, sinemacılık sayesinde çok daha çabuk ve kolayca düze çıkabileceğine, hatta ileride çok istediği artist olma, şöhret olma hayalini de sinemacılık sayesinde gerçekleştirebileceğine inanıyordu. Özellikle, Coğrafya öğretmeninin sınıfta onun gururuyla oynadığı günden sonra içindeki okuma ateşi sönmeye başlamıştı. Makine sahibi olup da sinemacılığa da başlayınca, o ateş iyice küllenmeye başlamıştı. Sık sık okula gitmemeye, derslerine fazla çalışmamaya başladı.
Dönem sonunda yine de karnesine hiç zayıf gelmemiş olmasına rağmen, bitirme sınavlarından bazılarına girme gereği bile duymadı. Okumak onun için hayâl olmaktan çıkmıştı artık. Sinemacılıktan çok para kazanacak, üstüne başına daha güzel kıyafetler alacak, Yeşilçam’da filmcilerle, artistlerle tanışacak ve sonunda mutlaka şöhret olacaktı.
Ortaokul diploması bile almadan okulu bırakmış oldu. Babası nedense pek önemsemedi . O da sinemacılık sayesinde hayatlarının kurtulacağına kendini inandırabilmişti. İlk tepki köyden ziyarete gelen dededen geldi. ’’ Keşke okusaydı !’’ diyen dedeye verilen cevap ’’ Gerek kalmadı. Artık sinemacı oldu. İyi para kazanıyor .’’ oldu.
Zorlanarak da olsa aylık senetler ödenmeye başladı. Yazın bahçelerde kadın ve kızlar da sinemaya geldiğinden daha kalabalık oluyor, daha çok para kazanılıyordu. Her köyde, diğer sinemacıların da kullandığı bahçeler ya da kahve önlerini o da kullanıyordu. Kadınların bir tarafta, erkeklerin diğer tarafta oturarak film seyrettiği geceler, adeta her köyde ayrı birer bayram havası estiriyordu. Genç kız ve erkekler birbirlerini kolluyor, bakışmalar, işaretleşmeler, hatta mektup alıp vermeler bile film seyrederken oluyordu.
Hemen her yeni çıkan plağı alıyor, gittiği köylerde o yeni plakların reklamını yapmış oluyordu. En çok da Orhan Gencebay modası vardı o yıllarda. Barış Manço, Neşe Karaböcek, İlhan İrem ve diğerleri. Özellikle Orhan Gencebay’ın hiç bir yeni çıkan plağını kaçırmıyor ve tüm şarkıları da ezberliyordu. Bu arada o günlerin tüm çocuklarında, gençlerinde olan şarkıcılık merakı onda da vardı elbet. Yalnız kaldığında yine en çok Orhan Gencebay’ın şarkılarını söylüyordu. İleride artist olur film çevirirse, bu şarkıları da mutlaka söyleyecekti.
Köylere sinema oynatmaya gitmek için araba tutmak gerekiyordu. Hem götürüp hem de gece bekleyip dönüşte geri getirecek olan arabaların aldığı para fazla gelmeye başlayınca, gündüzleri dolmuşlarla gidip , gece yazın samimi olduğu arkadaşlarının evlerinde, kışın da kahvelerde, sandalye üstlerinde, sinema perdesine sarılarak yatmaya başladı. Böylelikle masrafları azaltmış oluyordu.
On dört tane senedin yarıdan fazlası ödenmiş, bitmesine pek fazla kalmamıştı ki kendini kötü hissetmeye başladı. İştahı azalmış, sürekli üşüyor, öksürüyor ve başı ağrıyordu. Sonunda su bile içemeyecek , hiç bir şey yiyemeyecek kadar nefesi daralmaya başladı. Kurtköy’de yıllardır bir dispanser vardı ve oraya hergün, belli saatlerde Pendik belediyesinden doktor gelir, köylüyü ücretsiz muayene ederdi. Fakat ne babasının ne de başkasının aklına gelmiyordu çocuğun orada o doktora muayene ettirilmesi.
Kahvenin bir köşesine açılan hasta yatağında herkesin gözü önünde çaresizce yatmaya başladı. Sinema da oynatamıyordu artık. Babasını taksitlerin sıkıntısı basmaya başladı. Çocuğun hastalığının basit bir soğuk algınlığı olduğuna, en kısa zamanda geçeceğine inanıyordu. Fakat, bir kaç günlük sinema oynatmaya gidememesi bile taksitlerin aksamasına sebep olabilirdi.
Kahvenin müşterilerinden Kıl Metin lâkaplı taksi şoförü bu çocuğun mutlaka bir doktora gösterilmesi gerektiğinde ısrar edince, babasından ’’ Sen bilirsin, al götür nereye istersen. ’’ cevabını aldı.
Her nedense Kurtköy dispanserine gelen doktor yok sayılıp Pendik’ teki bir çocuk doktoruna gidildi. Yaklaşık on dört yaşındaydı Fikret. Boğazında bir düğüm varmışcasına nefes almakta zorlanıyor, su, çay gibi sıvıları bile içemiyordu. Üşüyor, titriyor ve öksürüyordu. Üst tarafı soyunup ayna denilen bir alete yerleştirildi. O şekilde muayene eden orta yaşlı , esmer, dalgalı saçlı, gözlüklü doktor Şoför Metin’e dönüp ;
’’ Bu çocuğun anası, babası ya da büyüğü kimdir, siz misiniz, sizinle mi görüşeceğiz ? ’’ diye sorunca, Metin ;
’’ Vallahi, bu çocuğun anası da babası da kendisi ! Nesi varsa kendisine söyle ! ’’ diye umarsızca cevap verdi. Doktor, nefes almakta iyice zorlanmaya başlayan çocuğa dönüp hükmünü bir anda veriverdi :
’’ Bu çocuk üç güne kadar hastahaneye yatırılmazsa ölür ! ’’ Bu söz şok etkisi yarattı. Öylesine ağlamaya başladı ki bir anda , susturmak, teselli etmek hiç de kolay olmadı. Oyun değildi, şaka hiç değildi. Ölümdü sözü edilen. Henüz ondördündeki bir çocuk için ölüm ne demekti ? Henüz çocukluğunu bile doyasıya yaşayamamıştı. Üstelik sefaletten kurtuluş umudunun henüz doğmaya başladığı günlerde ölmek de ne oluyordu ?
’’ Peki, hastahaneye nasıl yatırabiliriz ? Bu çocuğun bir babası var, köyün en gariban adamı. yatmazsa ölür diyorsunuz . Ne yapabiliriz doktor bey ? Ne olur yardım edin. ne yapabiliriz ? ’’ Biraz düşündü doktor.
’’ Okula gidiyor mu çocuk ? ’’ Az ileride halâ sessiz sessiz ağlamaya devam eden , ölüm korkusu sarmış Fikret ;
’’ Orta üçte beklemeliyim. ’’ diye cevap verdi sessizce.
’’ Hangi okul ? ’’
’’ Pendik Lisesi . ’’
’’ Müdür Ahmet Erişen. Çok iyi bir adamdır. Size yardımcı olur. Ona gidin ; öğrenci belgesi versin. O belgeyle Kartal Kızılay’ da akciğer filmi çektirin. Filmi de alıp öğrenci belgesi ile birlikte, doğruca Koşuyolu’nda Validebağ Sanatoryumuna gidekeceksiniz. Fakat, beklemeye gelmez, hemen bu gün gidin. ’’
’’ Tamam doktor bey. Hemen gideriz. Çok sağ olun. ’’ deyip aceleyle oradan ayrılıp okula yürüdüler. Korkuyordu çocuk ölmekten. Ağlıyordu korkudan. Nefesi daha çok daralmıştı. Korkudan öksüremiyordu. Öksürünce ölecek gibi oluyordu. Zatüürre idi hastalığı. Akciğerinin birini tamamen duman kaplamıştı. Diğerine geçmek üzereydi. Bu duman tedavi edilmediğinde yaraya dönüşüyordu. İşte o zaman babaannesinin genç yaşta ölümüne sebep olan, yoksul hastalığı olarak bilinen tüberküloz - verem olunuyordu. Veremin en belirgin özelliği de öksürdüğünde ağızdan kan gelmesiydi.
Pendik Lisesi müdürü Ahmet Erişen hiç düşünmeden öğrenci belgesi verilmesini sağladı. Çok ilgilendi çocukla. Hatahaneyi tarif etti. Kızılay’da beklememeleri için gitmesi gereken kişiyi söyledi. Ne lâzım olursa kendisine gelmelerini tembih edip aceleyle gönderdi. Onun bu içten davranışı çok etkiledi çocuğu. Okulu bıraktığı için utandı. İlk pişmanlığını o anda hissetti.
Kartal Kızılay’da akciğer filminin çekimi ve verilmesi işlemi çabuk tutuldu. Valideğ Sanatoryumu bir kez daha tarif edildi. Şoför Metin için hastahaneyi bulmak hiç de zor olmadı. Müracaatta film görevliye verilip bekleme salonunda beklemeye başlandı. Veremden ölen babaannesi bir kez daha aklına geldi çocuğun. Babası ilk kızına onun adını vermişti : Mukaddes. Kahvelerinde Çoban Tahsin Kâhya gramofona Veremli Kız plâğını koyduğunda babasının sigarasını nasıl da derin çektiği, çok uzaklara dalan gözlerinden nasıl yaşlar aktığını hatırladı. Kendisinin de çocuk yaşta ölebileceği aklına gelip ağlamaya başladı yine. Şoför Metin onu o hastahanede mutlaka iiyileşeceğine inandırıp teselli etti.
Biraz sonra yanlarına gelen görevli, hastahane kurulunun filmi inceleyip çocuğun hemen hastahaneye yatırılmasına karar verdiğini söyleyip acele etmelerini istedi. Hem şaşırdılar, hem de iyileşme umudu ile sevindiler. Doktorun yanına gider gitmez aceleyle kalçasından ilk iğneyi vurduklarında bayılır gibi oldu çocuk. Durumu ciddiydi. Beklemeye gelinemezdi. O yüzden de tedavinin hemen başlaması gerektiğine inanmış ve ilk iğneyi vurmakta acele etmişlerdi. İlâçlar verildiı, iyi beslenmesi için ek gıdalar yazıldı, pijamalar verildi, yatağı gösterilip yatması istendi.
Validebağ Sanatoryumu ; Valide Sultan’ın zamanın Maarifi’ne hibe ettiği kırk dönümlük bir çiftlikti. Öğretmen ve öğrencilere ücretsiz hizmet veren , özellikle Akciğer hastalığı ile ilgili yegâne tedavi merkezlerinden biriydi. Hastalara verilen her şey süt, bal, meyve, her şey orada yetişiyordu.
Devam edecek.
Fikret TEZAL