- 748 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
'Budala'
Bu marketi seviyordum. Yetmiş, seksen metrekare içerisinde alınacak her şey mevcuttu: Çeşit çeşit ekmekler, çikolatalar, bisküviler, ahududulu çaylar, cevizli sucuk, leblebi, çekirdek, mısır, bulgur, nohut, fasulye, margarin, sıvı yağ, hazır yemekler, pizza, su böreği, on beşlik yumurta, otuzluk large yumurta, Gemlik zeytini, köy peyniri, Hollanda peyniri, İsviçre keki, yoğurdu, ayranı, sütü, sebzesi, meyvesi, pamuğu, içliği, külotu, prezervatifi, onlu sakızları, tıraş losyonları, temizlik malzemeleri… Yirmi lirayı uzatırken, geriye aldığım beş kuruş komiğime gitmişti ama gülmedim. İki elimde içi dolu poşet, eve doğru yürüyordum. Cebimden sigara paketini almam için, sağ elimdeki poşeti sol elime emanet edip, sigarayı paketinden çıkardım. Çakmağı yaktım ve yürümeme devam ettim. Sokak lambaları arasından yürümek istemiştim ama park etmiş arabalar buna engel olmuştu. Acıktığımı hissediyordum. Rüzgârın şehre yığdığı boğucu havadan kurtulup, bir an önce eve gitmek ve evde ne yapacağıma karar vermek daha mantıklıydı. Adımlarımı sıklaştırdım. Yürürken sigara içme âdetinden kurtulamamak can sıkıcıydı. Ciğerlerime ve kalbime böyle yüklenmeye devam edersem, bir gün ikisinin birden bana ‘dur’ diyeceklerini iyi bilmeme rağmen, yine de alışkanlığımdan uzak duramıyordum. Bir esprisi yoktu aslında ama arkadaşlarım da bu huyumdan dolayı beni eleştiriyorlardı. Onlara dünya sinema tarihinden örnekler verip, odak noktalarını dağıtmak çabasında bulunuyordum fakat sözlerim nafile bir çabadan öteye gitmiyordu. Bir keresinde aşırı, sinema kültürü yüksek bir arkadaş öyle bir örnek vermişti ki, hem benzetmesine gülmüş hem de sinirlenmiştim. Bir an önce o filmi izle diye de diretmişti. Tabi izleme fırsatına yine onunla beraber geçirdiğimiz bir hafta sonu nail olmuştum. Filmin ortasında iki kez tuvalete gitmesi de iyice durumumuzun absürtlüğünü ortaya çıkarmıştı. İki bekâr erkek, televizyonun karşısında kasetten televizyona gelen görüntüleri izliyordu. Sonra aşırı ve kültürlü arkadaşımdan öğrendiğime göre filmin baş aktörü, aslında aktörden ziyade seks işçici demek daha doğru olur, Linda Lovelace bu filmle ünlü olmuş ve hayatı da hep bu filmle anıla gelmiş. Ayrıca izlediğimiz film de, sinema tarihinde ilk porno film olarak kayıtlara geçen bir filmmiş. İşçi diyordum Linda’ya çünkü bu filmle ünlü de olsa, filmin sahiplerine, dağıtıcılarına, sinema salonlarına milyon dolarlar da kazandırsa, kendisine çok cüzi bir miktar vermişlerdi. Daha da ilginci Amerika’da akıllı federal örgütünün yaptığı araştırmaya göre de dünyada en çok izlenen filmler arasında üçüncü filmmiş ve kaç yılında araştırılma yapıldıysa, 1972’den araştırmanın yapıldığı o yıla kadar kayda geçen 600 milyon dolarlık bir hasılatı varmış. Film bittikten sonra arkadaşım sahaftan aldığı bir Amerikan dergisinde Linda’nın röportajını bana göstermişti. Röportajın bir yerinde şöyle diyordu: ‘I’m not ashamed of my past or sad about it. And what people might think of me, well, that’s not real. I look in the mirror and I know that I’ve survived.’ İşin ilginci okumaya devam ettikçe, bu sözünün arkasında pek durmadığını sezinlemeye başlamıştım. Tekrar böyle ‘deep throat’ gibi bir film çeker misiniz diye soran adama şöyle cevap veriyordu:’I wouldn’t do any of that again, even if I could get $50 million.‘ Bunların yanı sıra onun da bir kadın olduğunu ve aslında saflığını kullanan insanların, onu nasıl bir işe bulaştırdıklarını da gözler önüne seren pek çok şey söylüyordu. Garip bir şekilde bir yerde yine adamların, aslında adam olmayanların bir alet uğruna geride bıraktıkları kadınlardan ve bebeklerden bahsediyordu. Onun deyişiyle, birileri kapalı kapılar arkasında her zaman bir yer istismar edilecek ve birileri de bu istismardan faydalanacaktı. Yanlış hatırlamıyorsam yirmi üç yaşında, güzelliğinin doruğunda çektiği bir filmle hayatı alt üst olan bir kadının aklımda kalan en acı verici, özlü sözü işe ‘porno, yasallaştırılmış bir tecavüzdür’ söylemiydi. Evime dönerken, aşırı ve kültürlü arkadaşım filmin kopyasını çektiği kaseti bana uzatmış, ‘izlersin’ demişti. Sonraları o kaseti penseyle parçalara ayırırken, dünyanın vahşetini nefesimle gökyüzüne kusuyordum. Nefesimin dünyayı kurtaracak bir yenilik olmayacağını biliyordum yine de sessizce, gözlerimin damarlarına kan dola dola, nefretimi kusuyordum.
Eve gelince poşetin içinde çamaşır suyunu çıkardım. Plastik kova içerisine çamaşır suyundan biraz döküp, üstüne de su ekledikten sonra sapı kırık bir bezle evi temizlemeye başladım. Pantolonuma çamaşır suyu değmesin diye çıkarmıştım. Odalar ve evin girişi bitince, tuvaleti temizlemeden önce ısıtıcı da su kaynattım. Tuvaletin duvarındaki fayanslarına kaynattığım suyu döktüm. Sonra da çamaşır suyunu tuvalet taşına ve yerdeki fayanslara döküp, fırçayla temizlemeye başladım. Aslında temizdi tuvalet ama yine de mikroplardan arınma fikri hoşuma gidiyordu. Zaman geçtikçe, çamaşır suyunun kokusu soluk borumu tahriş etme oranı da artıyordu. Tuvaletten çıkmıştım. Terlemiştim. Sıcak bir banyo beni de temizleyecekti. Banyoya girerken elimde çamaşır suyu bidonu vardı. Banyoya girdikten sonra, idrar kesemdeki fark etmiştim ama tuvalete dönecek kadar sabırlı olmayıp, küvetin deliğini gözüme kestirmiştim. Alt komşu ‘senin banyodaki alafranga tuvaletten su sızıyor’ dediği günden beri alafranga tuvaleti kullanmıyordum. Tuvaletin altındaki fayansların aralarına tez dolgu sürmüş, tuvaleti kapağını da beyaz çöp torbasıyla kapatmıştım. O günden beri banyoda tuvalet yapma imkânı da kalmamıştı. Aslında küvete işeme gibi bir düşüncem o güne kadar hiç olmamıştı ama dayanamamıştım.
Küçükken babamın çalıştığı yere yakın yaşayan bir yaşlı adamın evinin önünden geçerken, babama hep sorardım:’ Baba, bu amcanın niye camı hep kırık?’ Yaşlı adam tek katlı bir evde yalnız başına yaşıyordu. Hikâyesi ne babam ne de arkadaşları bana anlatıyordu. Onlarında adamı tam olarak tanıdıklarını zannetmiyordum ama bir umut hep soruyordum. Bir gün o adamı sokakta görmüştüm. Eski bir ceketi, elinde siyah poşet içinde şarap şişeleri ve kalınca bir botuyla savrularak yolda yürüyordu. Adamın alnında bir doğum izi vardı ama ben doğum izinin ne olduğunu bilmiyordum. Bir gün babama o adamın alnındaki izin ne olduğunu sorduğumda, bana öyle bir yanıt vermişti ki, küvete işeyip, sonra çamaşır suyuyla küveti temizlememe rağmen, aklımı kurcalayan yine babamın sözleri olmuştu:’ Oğlum, o adam sağda solda ayakta işiyor. Ayakta işeyince insan, Allah insanın yüzünde öyle iz bırakır.’ Bu saçma uyarı tüm çocukluğumu etkilemişti. Birkaç kez mecburi ayakta işeme haricinde, babama hep uymuştum. Fakat babamın o saçma uyarısından dolayı değil, kendim öyle istediğim için bu kurala hep uyumuştum. Bir erkeğin ayakta işemesi, pantolonuna, donuna kendi üresini bırakması rahatsız edici geliyordu. Banyo yapıp çıktıktan sonra, alnımda gördüğüm iz karşısında şaşırıp kalmıştım. Babam aklıma gelmişti. İçimden ‘acaba’ demiştim. Alnımdaki iz çok garipti ve yüzümü bir yere vurduğumu da hatırlamıyordum. Gerçekten de Rabbim böyle bir şey yapar mıydı? Yani kulu ayakta işiyor diye onun alnında iz bırakır mıydı? Böyle bir şey olsa olsa, çok önemli, dinle alakası çok olan birinde olabilirdi. Olabilme ihtimalinin saçmalığı beni ilgilendirmiyordu. Korkmuştum. Alnıma bakıyor ve her seferinde ‘mimlendim, dışarı çıktığımda bu izi nasıl açıklayacağım insanlara’ diye abuk sabuk bir korkuya sahip olmuştum.
Tekli koltuğuma oturdum. Ayna elimdeydi ve alnıma bakmaktan gına gelmişti. Aynayı kitaplığın orta rafına doğru fırlattım. Az da olsa rahatlamıştım. Okumaya çalıştığım bir kitap vardı, elime aldım. Bu kitabın rengi hoşuma gidiyordu. Ön kapak rengi kansız bir dudağı anımsatıyordu. Arka kapağındaysa krem rengi bir pembelik vardı. Kitapta kaldığım yere kadar anlatılan şey, bir bohem hava içerisinde hastalıklar, sevilen bir kadın ve o kadının hayalimde canlanan resmi vardı. Kadının ismi Sabrina’ydı. Sabrina ismi İspanyolca bir isim gibi geliyordu. Sabrina ismi ben de Sabriye ismini çağrıştırıyordu. Sabriye isminde tanıdığım tek kadınsa, küçüklüğümüzde komşumuz olan kadındı. Karadenizli bir kadındı ve hem vücut olarak, hem konuşma tarzı olarak bana ilginç gelirdi. Belki de çocukluktan olsa gerek, göbeğinde hep bir bebeğin uyuduğunu hayal ederdim. Beş yıl boyunca komşumuzdu. Asla o göbek gitmedi ve bir çocuğu da olmadı. Kafam dağılmıştı. Sabrina, Sabriye derken kitap kapağındaki resimlerin bende çağrıştırdığı şey hafızamdan uçup gitmişti. Çok geçmeden bumerang gibi hafızama geri gelen şey, sahilde karşılaştığımız kadınla alakalı görüntüden başkası değildi.
Tekli şezlongların hiçbiri şansıma boş değilken, yan yana koyulmuş ikili şezlonglardan birine geçip oturmuştum. Başımda suyla ıslattığım bir şapka, üzerimde açık mavi bir tişört ve altımda uzun bir şort vardı. Terliğimi şezlongun altında kumlara gömmüş, gözlüğümü takmış, elimdeki kitabı okşuyordum. O yaz hayatımda istediğim şeylerden birini başarmış ve Dostoyevski’nin tüm eserlerini tek seferde almıştım. Tek tek yayınevlerine bakmıştım ama güzeli İş Bankası Kültür Yayınlarından çıkan klasiklerdi. Kitaplar tek cilt halinde, bir bütün halinde, sade bir kapak haliyle raflarda o kadar güzel duruyordu ki, kitapçıdaki kıza eksik Dostoyevski kitabını sorarken bile heyecanla ‘nasıl yok o kitap’ demiştim. Kız gülümsemiş, ‘isterseniz sipariş edelim, üç güne gelir’ demişti. Büyük bir coşkuyla ‘tabi ki, hemen sipariş edelim’ demiştim. O gün şezlong da otururken, kitapları alıp, eve geldiğim gün aklıma gelmişti. Kitapları toplu aldığım için kitapçı iyi bir indirimde yapmıştı. Hatta eksik kitap da geldiği zaman bana telefon açacaklarını, o kitabı da hediye olarak bana vereceklerini söyledikleri an, minnettar bir duruş sergileyip, birkaç defa kendi sözcüklerimin dahi farkında olamadan teşekkür etmiştim. 784 sayfalı kitabın ilk iki yüz sayfasını bitirmiştim. Budala’yı okuyordum. Okurken, kelimeleri sindirmek, cümleleri ezberlemek istiyordum. Kitap okumaya başladığım ilk zamanlardaki heyecana yeniden sahiptim. Kimsem yoktu. Aslında her insanın sahip olduğu birileri vardır ama benim gerçekten de çevrem de kimse yoktu. Arkadaş diye bir kavramdan bıkmıştım. İnsanlar çiğ gelmeye başlamıştı ve sadece iş-kitap okuma arasında gidip geliyordum. Eskisi gibi içinde bin bir saçmalık barındıran metinler yazmaktan da usanmıştım. Zaten okuyan kimsem de yoktu. Ama başkalarının yazdıklarını okumak, o kitaplarla hemhal olmak, hatta rüyamda kitaplarda geçen kahramanları görmek artık benim için normal olmaya başlamıştı. Gün geçtikçe dünyadan uzaklaşıyor gibiydim. Bu yalnızca kötürüm bir düşünceydi elbette. Uzaklaşmıyordum dünyadan, tam tersi dünyanın ortasında yaşıyor ve insanları anlama çabamla baş başa kalıyordum. Üzerimde arkadaşlığımı bitirdiğim insanların son sözlerinin etkisi de yok değildi. Biri son görüşmemizde bana ‘dünyanın etrafında döndüğünü sanan bir manyaksın sen’ demişti. Ne kadar da ağır bir cümle! Oysa ben öyle sanmıyordum, öyle olması için çabalıyordum. Dünya etrafımda dönmeyecekse, insanları anlamak için uğraş göstermeyeceksem ve kendi yanlışlarımı gördükten sonra, ayrıca bir başkasının hatası karşısında susacaksam benim yaşama amacım ne olabilirdi ki?
Prens Mışkin gibi hissediyordum kendimi. Şezlongu tam oturma seviyesine getirmediğim için rahatsız oluyordum ama kuracağım hayalden, kelimelerden o an için vazgeçmek istememiştim. Keşke bende elde tutulur bir hastalığa sahip olsaydım diye düşünürken, belimin ağrısına dayanamayıp, ayağa kalktım. Parmağım kitabın arasında, şezlongun ön kısmını oturma seviyesine getirdim. İçimi kaplayan sıkıntı, tedirginlik bir an önce silkinip geçmesini arzuladığım türden bir bunaltıydı. Kısa süreli bir şimşek çakmış ve sahilde tüm insanlar bana bakıyorlardı. Balıklar dahi denizin içerisinde hareketsiz bir şekilde solungaçlarını benim olduğum yere çevirmiş, yarattığım anlık hissi anlamaya çalışıyorlardı. Umutla dolsaydı içim, üzülürdüm. Bir an için sevinç huzura dönüştüğünde, var olan modelin gelecekteki kalıptan çıkacak hisler için bir ön hazırlık olduğuna kendimi inandırmak istedim. Dayanılma bir saniye, ön geçiş, önsezi ve evet, başımdaki göklerin oluşu sade bir yaradılıştan başka bir şey değildi. Yosun kokusu arasına karışmış yanık et kokularını çevremdeki insanlar yayıyordu. Kitap gibi hissediyorum çünkü okuduğum kitabın etkisindeydim. Kendime geleceğim anın kaygısı bir yana, gözümün önüne getirdiğim o tatlı, hoş anın, aklıma saldığı doygunluk, çevremde büyüyen huzur, içime kattığı yaşama isteği karşısında bir gariplik sezinlemem gerekmiyordu. Evet, evet tam da kitapta yazdığı gibi, esrar, afyon, alkol alanların ipe sapa gelmez düşleri değildi benimkisi. Kısacık bir varlık anlayışı, benliğimin sezdiği ve çevremdeki her şeyin bu olağanüstü şeye keskin inancıyla nöbet geçiriyordum. Bu kutsallığın bir anlık insanda duyumu gibi bir şeydi. Zaman artık yoktu. Peygamberimde bahsediyordu o an, Muhammed yazıyordu kitabın içinde. İşte o da o an kutsi bir nöbet geçirirken, elindeki testinin suyu yere tamamen düşmeden, çıkıp gezdiği miraç hadisesi gibi kısa bir sürede, zamansızlığı tatmıştım. Huzurun ıslaklığı devam ederken, içimdeki pisliğe geri dönmüştüm.
Kitabı açtım tekrardan ama okuyamıyordum. Kelimeler bir vinç gibi ağır hareket ederken, gözlerim denizin turkuaz suyuna dalmıştı. Ayak sesleri, gülmeler, bağırışlar, su sesleri, çocuk sesleri derken, yanımdaki şezlonga birisi bir şey koymuştu. Göz ucuyla baktığım şezlongun üzerinde yaprak desenleri olan hasır bir çanta görmüştüm. Bir bayanın kullanabileceği tarzda plaj çantasını görünce, birkaç dakika önce o anlık zamansızlığın artık geride kaldığını ve benim belki de heyecanlanmama sebep olacak bir kadının yanımda uzanacağını düşünmeye başladım. Tek kalıp, kitap okumak istiyordum. Her şeyden önce ben yalnızlığı seçen birisiydim. Neden tekli bir şezlong yoktu ki! Hem üzerimde yapay bir gölge sağlayan şemsiye iki şezlong için yeterliydi ve bu, iki şezlongunda birbirine yakın olması demekti. Erkek çabukluğu beklenmeyecek bir kadının yavaşlığıyla şezlonga uzanmadan önce kadın son hazırlıklarını yapıyordu. Çantasının fermuarını açıyor, kapatıyor, tekrar açıyor, çantanın içinden anahtar sesleri geliyor, sonra telefonun tuş sesleri… Tuş sesi son seviyede bir telefon kullanan bir kadın yanımdaki şezlong da uzanacaktı. Kadın şezlongun boş olup olmadığını da hiç sorma gereği duymamıştı. Kitabı okumaya devam isterken, bir anda kadının gıcırtılı bir kapı sesine benzer ilk sesinden itibaren bana seslendiğini fark ettim:’ Aaa, siz, evet sizsiniz.’ Ben mi? Bana mı sesleniyordu, yoksa arkada başka birini mi görmüştü tam olarak anlamamıştım. İlk önce kadına bakmakta çekincelerim olsa da, sonra kitabın arasına işaret parmağımı koyup, yüzümü kadına doğru yavaşça çevirdim. İlk önce tanıyamamıştım ama sonra güneş gözlüğünü çıkarınca kim olduğunu anlamıştım. Ben bir şey demeden o konuşmasına devam ediyordu:’ Sizi bir daha göreceğimi sanmıyordum ama gerçekten karşılaşmamız iyi oldu. Öncelikle merhaba, geçen ay o sergi gününden sonra aklıma takılmıştınız. Sizin hakkınızda ister istemez yanlış bir kelime kullanmıştım. Tanımadığım bir insana karşı böyle önyargılı konuşmak hiç haddime değildir ama o an boşlukta bulunup, öyle bir şey demiştim. Hatırlıyorsunuz değil mi beni?’ Evet, onu hatırlamıştım. Geçen ay sergi günü dediği, Belediye’nin düzenlediği bir sanat sergisiydi. Belediye salonunda giriş bölümü bu sergi için hazırlanmış ve çeşitli illerden, hatta ülkelerden tanınmamış pek çok sanatçı eserlerini bu sergide gösterme şansına sahip olmuşlardı. Serginin afişlerini Belediye’nin önünden her geçişimde görüyordum ama pek de gitmeye hevesli değildim. Şehirde koca bir yalnızlığın içerisinde, birbirini tanıyan insanların bohem gülüşmeleri konuşmaları arasında bir günümü geçirme gibi bir planım yoktu. Sahilde yürüme bahanesiyle çıktığım o gün, ‘bir gireyim de bakalım ne varmış sergide’ deyip de Belediye salonuna girmiştim. Son gün olduğu için sergi ilk gün gibi kalabalıktı. Üzerimde lacivert bir keten pantolon, beyaz bir gömlek vardı. Sabah yeni tıraş olmuş ve yüzüm tahriş olmasın diye de yüzüme bolca tıraş losyonu sürmüştüm. Gömleğin ikinci düğme aralığından sarkıttığım, gözüme takınca bir garip olduğum güneş gözlüğümde benimleydi. İlk başta hafif küçümser tavırlarım olsa da, sergideki eserlere baktıkça ‘iyi ki gelmişim’ demeye başlamıştım. Sevdiğim eserlere dönüp dolaşıp tekrardan bakıyordum. Bir saatten fazla süre salonda dolanıp, durmuştum. Kokteyllerin, kuru pastaların olduğu yere gelmiştim. Susamıştım. İçeceğim soğuk bir su ancak hararetimi alır diye düşünmüştüm. Suyu plastik bardağa doldururken, bir yandan da etrafı süzüyordum. Bakışlarımın etrafa nasıl bir izlenim bıraktığımı bilmiyordum ama birkaç kadının benim kendilerini duyabileceğim bir yakınlıkta hakkımda konuşmaları dikkatimi çekmiştim. Onların olduğu tarafa bakmadan, suyu içerken, içlerinden biri ‘Bu kim, tanıyor musunuz?’ demişti. Diğer kadınlar ‘Yo, biz de ilk defa görüyoruz’ diye hep bir ağızdan cevap verince, soruyu soran şöyle demişti:’ Jigololara benziyor. Avlayacağı kuşu beklermiş bir hali var.’ Plastik bardağı mavi poşetli çöpe atarken, bana jigolo benzetmesi yapan kadınla göz göze gelmiştik. Duyduğumu anlamıştı ve yüzü kıpkırmızı olmuştu. Çevresine gülümserken, yüzünde garip bir ikilem yerleşip kalmıştı. Gülümsemiştim. Daha fazla bu salonda kalmamın bir manası yok diye düşünüp, çıkış kapısına yönelmiştim. Belki bir topuklu ayakkabı sesi arkamdan duyarım diye, adımlarımı hızlı ve seri atıyordum. Evet, aslında sergiden kaçıyordum.
Gözlerime bakan ve sergi salonunda benden özür dileyen yüz kızarıklığı kullanacağı sözcükleri seçmekte zorlanmadan, özür diliyordu: ‘Ayıp ettim, bilip bilmeden konuştum arkanızdan. Çok özür dilerim gerçekten.’ Artık özrü aşırı olmaya başlamıştı. ‘Merhaba, sorun değil, lütfen, bir sorun yok’ derken, belimin ağrısını yüzümde görebiliyordum. O an kadının yüzüne daha dikkatli bakma imkânı bulmuştum. Kim olduğunu, evli olup olmadığını dahi bilmiyordum. Sergide bulunmuş ve bence sergide eseri bulunan bir insandı. Şezlonga sonunda yerleşebilmişti. Kahverengi saçlarını arkadan topuz yapmış, tavşan dişlerini dudakları arkasına gizleyip, pareosunun önündeki ip düğümünü çözmeye uğraşıyordu. Dizlerine kadar uzanan sarı renkteki pareosunun içindeki kadının bana anımsattığı bir kadın olduğunu düşünürken, bu kadının kim olduğunu anımsayamıyordum. Yüzüne tekrar bakınca, o da bana gülümseyerek bakıyordu. ‘Düğüm olmuş, çözemedim hay aksi’ diyordu. Budalaca bir fikir aklıma gelmişti. Gidip ben mi çözseydim diye düşünürken, bu güne kadar düğüm olmuş her şeyi ağzımla çözdüğümü düşününce, bu fikrimden o an hemen vazgeçtim. Yüzünden damlacıkların oluşmasına sebep olacak gayretinden sonra nihayet düğümü çözebilmişti. Geniş bir alnı, büyük sayılabilecek kulakları vardı. İki kulağından da sallanan, gümüş, içinde lacivert taşlar olan uzun bir küpeler sallanırken hoş bir görüntüsü oluyordu. Tekrar elini çantasına atarken, artık kitabı okuyor bahanesiyle göz ucuyla kadının hareketlerini takip ediyordum. Bu halim beni de germişti. Bacaklarımı göbeğime doğru çekmiş, o gelmeden önceki salaş pozisyonumu düzeltmiştim. Başımdaki şapkanın da bakışlarımı fark etmemesi adına faydası oluyordu. Pareosunun düğüm olmuş ipini çözünce, göbeğine kadar pareoyu indirmişti. Üst kısmını göremesem de, göbeğinde kadar inmiş pareoyu rahatça görebiliyordum. Muhabbet etmek istiyorsa, tekrar o konuşsun diye bekliyordum. Öyle de olmuştu. Çantasından suyunu çıkarıp, içerken, yemek borusunda ilerleyen suyun hareket etmesi için çalışan kaslarının sesini duyabiliyordum. Suyu tekrar çantasına koyup, rahat bir pozisyon aldıktan sonra, hafızasında kalmış pişmanlığıyla konuşmaya başladı:’ O gün siz çıktıktan sonra, birkaç dakika sonra eşim salona geldi. Kendisine sizi tarif ederek sordum, böyle birini gördün mü diye, ‘yok’ dedi, ’görmedim, tanımıyorum da.’ Şimdi karşılaşmamız gerçekten güzel bir tesadüf oldu. Buraya yeni taşındınız sanırım?’ Sorular kısmı başlamıştı. Biliyordum, hangi sorusunu cevaplarsam cevaplayayım, yeni bir tane daha soracaktı. ‘Evet’ dedim, ‘buraya taşınalı üç buçuk ay oldu. Yeniyim burada. O günde bir farklılık olsun diye sergiye gelip, dolaşayım dedim. Küçük ama güzel bir şehir burası gerçekten. Sergiyi gezince de, bu güzelliği fark ettim.’ Hemen sözüm biter bitmez ‘a, nasıl buldunuz sergideki eserleri peki’ diye sordu. Gülümsedim. Bu sefer zoraki bir gülümseme değil, sahici bir gülümsemeydi. ‘Sevdim, çok farklı geldi. Yani önceden pek sergiye gitmedim ama güzel geldi. İlgi çekicilerdi. En azından gerçekçi ve yalın...’ Sanat eserlerinden konuşulması hoşuna gitmişti. ‘Peki, aralarında en çok hangilerini sevdiniz?’ İşte bu soru benim için beklenen bir soruydu ama cevap olarak verilmesi en güç sorulardan biriydi. Kendi eserinin o sergide olduğunu artık tahmin etmiyor, biliyordum. Konuşmayı sevdiğini dudaklarının inceliğinden ve çene ölçüsünden tahmin edişim üzerinden pek zaman geçmemişti ki:’ Tabi, şimdi zor olacak belki hatırlamanız ama hatırladığınız kadarıyla diyelim’ diye sorusuna ekledi. Hafızamı karıştırmaya başlayınca, pek çok eseri unuttuğumu fark ettim. Gözümün önüne gelenleri söylemeye başladım. Birincisi bir tabutu andıran sandık üzerinde şehrin minyatür bir dökümü olan eserdi ki, o tabut halini unutmam mümkün değildi. İkinci eser doğum yapmak üzere şişik karnını toprağın üzerine doğru eğen bir ayının heykeliydi. Beyaz renkte bir ayıydı. Belki de ayı değil, başka bir hayvandı ama benim hafızamda öyle kalmıştı. O ayının karnı üzerinde yine bir resim vardı. Çevresinde laleler, boyun kısmında ise ağaçlar arasından akan bir nehir resmi. Üçüncü eser bir tabloydu. Soyut bir çalışmaydı. Ne olduğunu pek kestiremediğim, siyah bir masa üzerinde onlarca yumurta arasından çıkmış, ellerini tavandaki güneş sarısı akıntıya kaldıran bir kadının resmiydi. Dördüncü olarak da sigara izmaritleriyle kat kat yapılmış bir gökdelendi. Aslında hatırladıklarımın hepsi bu kadardı. Başka bir şey söylersem yalan atmış kaygısıyla ‘bu kadar hatırladıklarım’ dedim. Gülüyordu. Belli ki onun yaptığı bir eseri da hatırlamıştım. ‘O ayı değildi, o bir nesli tükenmiş dinozordu aslında ama heykel insanı aldatabiliyor şekli itibariyle. Üzerindeki diğer resmi hatırlıyor musunuz peki?’ diye sorduğunda, başımı ‘hayır’ manasında salladım. ‘O resim çalışması bana aitti, heykel ise bir ustamızın eseriydi. Mehmet Nuri Şengül. Duydunuz mu hiç bu ismi?’ Yine başımı ‘hayır’ manasında sallarken, ‘neyse canım, demek resmimi beğendiniz, aslında küçük bir çalışmaydı ama o sergide bulunması bile çok güzel bir duyguydu benim için’ diyordu.
Pareosunu göbek hizasına çektikten sonra, mor renkte bikinisi ortaya çıkmıştı. Aslında bu durumdan rahatsız olmuştum. Aramızda bir metre dahi yoktu. Yaşını tam olarak kestiremesem de, yüzündeki çizgiler, gözleri altında birikmiş hayat yorgunluğu en az kırk yaşında olduğunu gösteriyordu. Nerede çalıştığımı, şehirde nerede kaldığımı, evli olup olmadığımı, her şeyi detayına kadar soruyordu. Kadından sıkılmaya başlamıştım. Soruları bunaltıyordu. Bu kadar meraklı olması onun saf, konuşkan biri olduğunu gösteriyordu ama yine de tehlikeli sınırları aşması an meselesiydi. Herkesin bir sınırı vardır, benim için de tehlikeli sınırlar kendimi özelimi anlatmam olduğu için, kadına pek seri cevaplar vermekten çekiniyordum. Sonra muhabbet dönüp dolaşıp, yine bana geldiğinde, bu sefer elimdeki kitabı merak etmişti. ‘Kızım da böyle bir kitap okuyordu. Bu kadar kalın mıydı tam hatırlamıyorum ama aynı kitap gibi ya’ derken, çocuksu bir merakın ona yakıştığını fark ettim. Onu başka bir yerde görmüş gibiydim. Hayır, sergi salonu değil, daha öncesinde bu kadını görmüş gibiydim. Güneşin vurmadığı yüzü etrafında durgun bir su birikintisi rüzgârla dans ediyor gibiydi. Açık alnı, İskandinav ülkeleri kadınlarına has gülüşü, hâlâ soracak bir şeyler düşünüyor oluşu karşısında gözlerinin boşluğa dalışı… Muhabbete biraz benim katılıp, cevap vermekten ziyade, konu değiştirme hakkına benim de söz sahibi olmam gerekliydi. Ama dönüp dolaşıp, ben de kendimle alakalı bir sorusu üzerinden konuya devam ettim. ‘ Kızınız okuyor mu?’ gibi basit ve gereksiz bir soru sordum. Gülerek ‘hangisi’ deyince, gülümseyişim sözcüklerle beraber ağzımda boğuldu. ‘Bilmem’ diye ellerimi iki yana açtım, kitabın sayfasını kırpıp, şezlongun üzerine koyunca, ‘bir şeyler içelim mi, soğuk bir şeyler’ deyince, ‘olur’ dedim. Ben ayağa kalkınca, ‘ben giderdim’ demesini beklememe rağmen, öyle söyledi. ‘Ananaslı limona’ istiyordu. İlk defa duymuştum. ‘Patatesli ekmek yedim de buraya gelmeden biraz, bunalttı bu sıcakta fazla karbonhidrat’ diyerek sözlerini tamamladı ve uzaklaştım yanından. Küçük bir büfe tarzı, şezlongları kiralayan adamın yanına gidince, kendime vişne suyu, kadın için de ananaslı limonata istedim. Adam yüzüme bakıp ‘ananaslı limonata, Mira hanım mı istedi yoksa’ deyince afalladım. Şaşırmıştım. Mira hanım kimdi ki? ‘Mira hanım kim’ diye adama sorma gafletinde bulundum. ‘Yanınızda uzanan hanımı tanımıyor musunuz yoksa’ dediği an, ‘tanıyorum tabi, bir an için, pardon’ diye kırdığım potu düzeltmeye çalıştım. Nafile bir çabaydı ama adam da pek aldırış etmemişti. ‘Mira hanıma söylerseniz ananas kalmadı ya da siz oturun ben hallederim, gelir konuşurum kendisiyle’ deyince çaresiz elimde vişne suyumla şezlonga geri döndüm. Bardaktaki vişne suyu elimde, kürekle kumu kazmak için yürüyen çocuk saflığı içerisinde yanımda uzanan kadının, yani ismini az önce öğrendiğim Mira hanımın yanına geri dönmüştüm. Elimde vişne suyunu görünce, ‘kalmamış mı ananas yine’ söyleyince bir süre önce var olan şaşkınlığım geri dönmüştü. Mira hanım, büfeyi işleten, burada herkes birbirini tanıyor gibiydi. İçlerinde en yabancı bendim. Öyle ki, ben şezlonga oturup, gözümü zorla Mira hanımın vücudundan yüzüne doğru çekerken, birkaç kadının ona selam verip, halini hatırını sormuştu. Mira hanım bu civarda gerçekten tanınan bir insandı. Büfede karşılaştığım adam, elinde limonata, içinde meyve parçacıklarıyla dolu bardağı getirip, Mira hanıma uzattıktan sonra, bir yudum alıp bardaktan bana adam hakkında kısa bir açıklama yaptı:’ Aslında Aydınlıdır Kerim. Eşimin uzaktan akrabası. Okumayınca, buraya gelmesini söyledi. Kira filan da ödetmiyor eşim. Kazansın bari diyor, ne kazansa kardır onun için. Evli de üstelik.’ Eşinin Belediye’de özel bir görevi olduğunu düşünürken, kadın, yani Mira hanım kendisi bu düşüncemi tasdiklercesine devam etti konuşmasına:’ Seçimleri kazanınca eşim, burada akrabamı çalıştırmam demişti ama Kerim farklı bir çocuk. Ne bileyim, zeki de aslında, resim yapıyor, bana gösterdi, onları sergide gösterelim dedim, ‘abla yok, sergi filan bana göre değil’ dedi. Bu sonbahar artık ona sürekli bir iş vermeyi düşünüyor eşim. Belediye’de, artık nerede olursa, bakalım hayırlısı.’
Susmuştuk. Ne o bir laf ediyordu ne de ben. ‘Ben biraz denize gireyim’ dedikten sonra, pareosunu çıkarıp, ayağa kalkmıştı. Bakmamak istiyordum ama gözüm vücuduna doğru kayıyordu. Mira hanım, Belediye başkanının eşi kumda ayaklarını gizleyerek denize doğru yürüyordu. Kitaba odaklanmaya çalışırken, onun az sonra deniz suyuyla buluşacak vücuduna kayıyordu gözlerim. Budalanın tekiydim.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.