Barones'in Kızı - 2. Bölüm
YAZAN: Feyza Altay
Ünlü aktris Audrey Hepburn’ün hayatını konu alan "Barones’in Kızı" adlı romanımın ikinci bölümü hakkındaki düşüncelerinizi belirtirseniz sevinirim. Teşekkürler..
II.
KURBAĞA PRENS
“İşte geldik!”
Batavia Evlendirme Dairesinde, yalnızca birkaç davetlinin huzurunda kıyılan sade nikâh töreninden sonra Joseph, Ella ile oğullarını yeni tuttuğu kiralık eve götürdü. Ella, nikâhtan önce tüm ısrarlarına rağmen evlendiklerinde oturacakları yeri görememişti. Çünkü Joseph ona sürpriz yapmak istiyordu ve Ella burayı gördüğünde onun için gerçekten de çok büyük bir sürpriz oldu.
Burası Batavia’nın dış semtlerine son yıllarda inşa edilen İngiliz stili evlerin, en gösterişlilerinden biriydi.
Joseph’in Lincoln marka otomobili, dev bir demir kapıdan geçerek iki yanı ağaçlıklı yoldan eve doğru ilerlerken, Ella hayretten kocaman açılmış gözlerle her iki yanında küçük kuleler yükselen eve bakıyordu.
Otomobil sonunda rengârenk orkidelerle kaplı yuvarlak bir çiçekliğin etrafından dolanarak durduğunda özel şoför hemen arabadan inip patronunun kapısını açmaya koştu.
Joseph şoförün açtığı kapıdan inince “Önce bayanlar,” diyerek delikanlının ceketinin yakasına bir fiske vurdu, sonra da yüzüne bir gülümseme kondurup gidip kendi elleriyle karısının kapısını açtı. Ella kucağında bir buçuk yaşındaki Ian, yanındaysa beş yaşındaki Alex’le birlikte otomobilden indi ve alçak topuklarının üzerinde heyecandan titreyen dizlerle kocasının yanında eve doğru ilerlemeye başladı.
Onları kapıda ellerini çenesinin altında birleştirip başını öne doğru eğerek selam veren bir yerli kadın karşıladı.
“Hoş geldiniz, Bay Hepburn. Hoş geldiniz Madam.” Yerli kadın esmer tenine nazaran bembeyaz duran dişlerini göstererek gülümserken, küçük çekik gözleri iyice kısılmış, neredeyse düz bir çizgi halini almıştı.
“Hoş bulduk, Chaya. İşte buranın yeni sahibesi Barones…” Joseph bir an duraksadıktan sonra “Bayan Hepburn,” diye devam etti. “Bunlar da çocuklarımız Alex ve Ian.” Joseph Ian’ı hemen annesinin kucağından alarak hizmetli kadının ellerine teslim etti. “Hadi sen şimdi gidip çocukları odalarına yerleştir. Ben Bayan Hepburn’e evi gezdiririm.”
Ella, hizmetli kadının çocukları alıp üst kata çıkan korkulukları ahşap oymalı ve kırmızı halılı merdivenlere yönelmesiyle, lobinin ortasına kadar yürüdü ve olduğu yerde dönerek, gülümseyen gözler ve ağzında memnun bir kıvrımla etrafına göz gezdirdi. Batavia’da şimdiye kadar hiç bu kadar gösterişli bir ev görmemişti. Gerçi lobinin duvarlarını süsleyen fresklerden seneler önce Hendrik’le beraber gittiği, Vali’nin evinde verilen bir davette görmüştü ama merdivenin her iki yanını muhafaza eden göğüsleri çıplak Yunan tanrıçası heykellerinden, Hollanda’nın en soylularının evlerinde bile göremezdiniz.
Joseph gülümseyerek karısının yanına geldi ve onu elinden tutarak hemen sağ taraftaki çift kanatlı geniş kapıdan salona götürdü. Duvarları ipek kâğıtlarla kaplı, pencereleri yere kadar uzanan ve son moda bir koltuk takımıyla oldukça konforlu ve sıcak bir görünümü olan salona, Ella görür görmez bayılmıştı. Burada ayrıca üzerinde küçük Çin porselenleri dizili kireçtaşından bir şömine, ünlü ressamların ellerinden çıktıkları muhakkak olan birkaç tablo ve yerlerde son derece pahalı görünen İran halıları vardı.
Ella evin geri kalanını görmeyi bekleyemeden kollarını kocasının boynuna doladı. “Joseph, hayatım burası gerçekten muhteşem ama… bu kadar gösterişli bir yer tutmana ne gerek vardı ki?”
“Hmm, demek beğendin. Bense senin gibi şatoda yetişmiş birine göre çok sade geleceğini düşünmüştüm.”
Ella kollarını kocasının boynundan çekti ve gidip koltuklardan birine oturdu. “Deli olma lütfen. Beğenmek ne kelime, bayıldım! Ama kirası bile servet değerinde olmalı. Sen…” Ella dudağını ısırarak söyleyeceği şeyden son anda vazgeçti ve yerine başka bir şey sordu.
“Burayı sen mi döşettin?”
“Hayır, burayı bir İngiliz tüccardan eşyalı olarak kiraladım.”
“Demek bir İngiliz tüccar! Hayatım yanlış anlama ama İstihbarat Teşkilatı sana bir İngiliz tüccarın evini kiralayabilecek kadar maaş ödüyor mu?” Ella az önce sormaktan vazgeçtiği soruyu bu sefer merakına yenilerek sormuştu. Joseph nasıl oluyordu da bu kadar pahalı bir ev tutabiliyordu, bir türlü aklı almamıştı.
“Şimdi de beni Bağdat Hırsızı yaptın, öyle mi?” Joseph gelip Ella’nın yanına oturdu ve dosdoğru gözlerinin içine baktı.
“Ben Teşkilatın kilit adamıyım, anladın mı? Burada çok önemli bir görev peşindeyim ve buna karşılık bana yüksek maaş ödüyorlar.”
Ella uzun kirpiklerini oynatarak şuh bir tavırla kocasına baktı. “Bu görevin ne olduğunu bana da söyleyecek misin?”
“Hayatım, ne yazık ki sana bu konuda tek kelime daha etmemem gerek. Zaten böyle konularla senin canını sıkmak ta istemem. Sen yalnızca yeni evinin tadını çıkarmaya bak, olur mu?”
Joseph iç geçirerek ayağa kalktı ve karısını elinden tutarak, “Hadi gel de sana evin kalanını gezdireyim,” dedi.
Ella, meraktan içi içini kemirse de kocasıyla aralarında küçük bir sır olması hoşuna gitmişti. Sanki Joseph sevgilisini kötü adamlardan korumak için ona hayatıyla ilgili gerçekleri anlatmaması gereken bir roman kahramanıydı. Ya da belki bir asilzade olan karısını etkilemek ve onu alıştığı şartlarda yaşatmak için bu eve bütün maaşını yatırmıştı. Eğer durum buysa, onu gücendirmemek için artık bu konuda tek kelime etmeyecekti.
Alt katta salondan başka boydan boya bembeyaz döşenmiş son derece şık bir mutfak, uzun bir masanın ve gümüşlerle donatılmış bir konsolun hâkim olduğu bir yemek odası ve Ella kapısından içeri bir göz atınca, tam karşıki duvarda duran geyik kafasının ürkütücü gözleriyle karşılaştığı, ahşap lambri kaplı bir çalışma odası vardı. Üst kattaysa hepsi de birbirinden zevkli döşenmiş dört yatak odası.
Ella ile Joseph el ele çocukların odasına girdiklerinde yerli kadın orada değildi. Ian beşiğinde mışıl mışıl uyuyor, Alex’se yatağının üzerinde zıplayıp duruyordu.
Ella içeri girer girmez küçük çocuk annesinin yanına koştu. “Anne burası müttiş bir yer! Baksana bissürü oyuncak var.” Alex kollarını iki yana açmış, kocaman kahverengi gözleriyle etrafına bakıyordu. Her yerde maket uçaklar, parlak renklerde ve farklı modellerde arabalar, sallanan bir at, pelüş oyuncaklar, kurşun askerler, fındıkkıranlar ve daha çeşit çeşit oyuncaklar vardı.
“Joseph, şu İngiliz tüccarın küçük çocukları damı varmış?”
Joseph karısına ağzının bir kenarı yukarı kalkarak gülümsedi. “Burayı oğullarım için kendim döşettim,” dedikten sonra “Gel buraya koca adam,” diyerek Alex’i yakaladığı gibi havaya kaldırdı. “Söyle bakalım odanı beğendin mi?”
“Evet, Joseph Amca, çok beğendim. En çok ta şu tavana asılı olan büyük uçağı beğendim. Sen uçak kullanmayı biliyor musun?”
“Elbette biliyorum. İstersen biraz daha büyüdüğünde sana da öğretirim.”
“Gerçekten öğretir misin?”
“Hı-hmm.”
“Yaşasın! O zamana kadar babam da Amerika’dan dönmüş olur. O uçak kullanmayı bilmiyor ama ben öğrenince onu gezdiririm. Sen de gelirsin değil mi anne?”
Joseph çocuğu tekrar yere bırakmış, yüzünde dargın bir ifade ve soran gözlerle karısına bakıyordu.
Ella ise başını öbür yana çevirerek dudağının içini ısırdı. Henüz yalnızca beş yaşında olan oğluna babasıyla boşandıklarını ve bir daha asla bir araya gelmeyeceklerini nasıl açıklayacağını bilememiş, bunun yerine ona babasının bir görev nedeniyle Amerika’ya gittiğini, dönmesinin uzun bir zaman alacağını ve o zamana kadar babasının bir arkadaşı olan Joseph Amca’nın yanında kalacaklarını söylemeyi tercih etmişti. Küçük çocuk ta babasının bir gün geri geleceğini ve tekrar hep beraber olacaklarını sanıyor, annesine sürekli babasının ne zaman döneceği hakkında sorular sorup duruyordu.
Joseph “Ona hâlâ anlatmadın mı?” diye fısıldadı karısına.
Ella ise hiçbir şeyin farkında olmadan eline maket uçaklarından birini almış, “Arrnn…” diye sesler çıkarıp oradan oraya koşuşturarak uçağını uçurmakla meşgul olan oğluna şefkatli gözlerle baktı ve “Henüz çok küçük, bunu anlayamaz, biraz daha büyümesini beklemek istiyorum,” dedi.
“Sen nasıl istersen, sevgilim…” Joseph elini karısının beline atıp alnının kenarına küçük bir öpücük kondurduktan sonra, onu artık birlikte uyuyacakları yatak odalarına götürdü. Burası da tepeden tırnağa bembeyaz döşenmişti. Beyaz duvar kâğıtları, beyaz ipek perdeler, üzerleri işlemeli beyaz yatak örtüleri ve yatağın üzerinde beyaz bir cibinlik.
Ella, o akşam yemek odasındaki uzun masanın her iki ucuna kocasıyla karşılıklı oturmuş, şamdanların ışığında Chaya’nın hazırladığı Java usulü harika yemekleri yerken, Joseph’e ilk karşılaşmalarından, onu senelerdir ne çok sevdiğinden ve kaderin onları sonunda nasıl da birleştirdiğinden bahsedip durmuş, kalbi baharın gelmesine sevinen küçük bir kuş gibi neşeyle dolmuştu.
Yatma vakti geldiğinde ise üzerine pembe ipek bir gecelik geçirip yatakta kocasının yanındaki yerini aldığında, o küçük kuş kafesinde pır pır çırpınmaya başlamıştı. Heyecandan gözleri kararan Ella, kendini yeni evlenmiş bir genç kız gibi hissediyordu. Sanki Hendrik hayatında hiç olmamıştı ve Joseph onun ilk erkeği olacaktı.
Joseph “Bu anı senelerce bekledim,” diyerek onu öptü, sonra da “sevgilim,” diye fısıldayarak onu kollarına aldı.
♠ ♣ ♥ ♦
Ella, evliliklerinin ilk aylarında kendini mutluluk rüzgârına kaptırmış, oradan oraya savrulup duruyordu. Seviyor, seviliyordu. Hayatta böyle büyük mutlulukların olabileceğini hiç tahmin etmezdi. Mutluluktan adeta sarhoş bir haldeydi, kocasına da deliler gibi âşıktı. Joseph de onun üzerine titriyor, oğullarına da kendi öz evlatları gibi davranıyordu. Alex’i otomobil gezintilerine çıkarıyor, uçurtma uçurmaya götürüyor, odasındaki harika oyuncaklara her geçen gün yenilerini ekleyerek onu iyice şımartıyor; Ian’ı ise sık sık kucağına alıp öz babasını hiç tanımamış olan çocuğa kendisine baba demeyi öğretiyordu.
Joseph, lüks bir evde oturmanın yanı sıra su gibi de para harcıyordu. Karısının bir dediğini iki etmiyor, onu sürekli hediyelere boğuyordu. Çok şık giyiniyordu, iyi bir at binicisi ve tam bir polo ustasıydı. Üstelik sanki yıllardır orada yaşıyormuş gibi Batavia sosyetesi onu yakından tanıyordu. Ella da onunla birlikte akşamları üst düzey subayların ve tüccarların evlerinde verilen davetlere katılıyor, hafta sonları ise polo kulübünde düzenlenen ve kocasının bolca alkış ve tezahürat aldığı maçları izlemeye gidiyordu. Ella kocasıyla hem gurur duyuyor hem de ya onu başka kadınlara kaptırırsa diye kıskançlıktan içi içini kemiriyordu. Bu yüzden her zaman bakımlı olarak kocasının ilgisini kaybetmemeye çalışıyor, bir yandan da onu yakından takip ediyor, gittikleri her yerde gözlerini bir an olsun üzerinden ayırmıyor ve erkeğini kaptırmamak için diğerlerinin üzerine saldırmaya hazır bir dişi kedi gibi her an tetikte bekliyordu.
Ella, Joseph’le birlikte Batavia sınırlarını aşarak Java Adası’nın eşsiz güzelliklerini de görmeye başlamıştı. Balta girmemiş ormanlardaki safarilerden tutun da masmavi kıyılardaki tekne gezintilerine, yerlilerin köylerinden, dünyanın en büyük Budist tapınağı Borobodur’a kafileler halinde düzenlenen gezilere kadar her türlü aktiviteye katılmıştı.
Evliliklerinin bu ilk yılında çok mutlu ve şaşalı bir hayat yaşadılar. Daha sonra ise sorunlar baş göstermeye, bu büyük mutluluğun üzerinde küçük küçük kara bulutlar toplanmaya başladı. Bu sorunlardan ilki, Joseph’in Ella’ya karşı değişen tavırları oldu. O centilmen, nazik, şefkat dolu Joseph gitmiş, yerine ilgisiz, asık suratlı, biraz da agresif biri gelmişti. Üstelik son zamanlarda dışarı yalnız çıkmayı adet edinmişti. Güzel karısını önceleri olduğu gibi her gittiği yerde koluna takmıyor, döndüğünde de çoğu zaman içkili oluyor, en güzel geceliğini giymiş, yatakta en sevdiği aşk romanlarından birini okuyarak onu beklemekte olan karısının yüzüne bile bakmadan yarı kapalı gözlerle yatağa giriyor ve arkasını dönüp horul horul uyuyordu.
Ella, kocasının bu tavırlarına bir anlam veremiyor, nerede yanlış yaptığını düşünüp duruyordu. Sonunda işin içinden tek başına çıkamadı ve Maaike’ye açılmaya karar verdi.
“Ah Maaike, Joseph son zamanlarda öyle değişti ki. Sanki evlendiğim adam gitti, yerine bambaşka biri geldi.”
“Şekerim erkekler kedi gibidir, devamlı ilgi isterler. Onları her gün şımartırsın da bir gün başını dinlemek istediğinde, bir de bakarsın başka birinin ayaklarına sürünüyorlar.”
Ella arkadaşının söyledikleri karşısında birden irkildi. Joseph onu aldatıyor olabilir miydi? Daha düne kadar onu deliler gibi sevdiğine yeminler eden adam, şimdi bir başkasıyla… Bunu düşünmek bile Ella’yı çılgına çevirmeye yetiyordu ama içine bir kurt düşmüştü bile. Onu artık daha yakından takip edecek, gerekirse bir hafiye gibi iz sürecekti. Böyle bir durum varsa, bunu mutlaka öğrenmeliydi.
Böylece Ella, gizlice kocasının ceplerini karıştırarak, gömlek ve ceketlerinde uzun saç telleri ve parfüm kokusu arayarak, bir av köpeği gibi iz sürmeye başladı. Ama birkaç günlük hafiyelikten sonra aradığını bulamadı ve sonunda bu ‘yersiz kuşkuları’ aklından çıkarmaya karar verdi.
Kocasının asık suratı ve asabiyetinin sebebi işinde yaşadığı sorunlar da olabilirdi. Anlaşılan İstihbarat Teşkilatı’ndakiler kendilerine başka bir ‘kilit adam’ bulmuşlardı, çünkü Joseph artık İngiliz tüccarın banka hesabına her ay yüklü miktardaki kira parasını yatırmakta zorlanıyordu.
Böylece şehir merkezinde daha düşük kiralı bir eve taşındılar. Bir şatoda büyümüş olan Ella, sıradan bir evde oturmayı kendine hiç dert etmedi. Sevdiği erkekle birlikte olduktan sonra nerede olsa yaşardı. Onu üzen tek şey, Joseph’in kendisine karşı yitirdiği ilgiyi bir türlü tekrar kazanamamasıydı.
Maaike’yle beraber sık sık alışverişe çıkıyor, kendine Avrupa’dan gelen son moda kıyafetler alarak, saçını farklı şekillerde yaptırarak, kocasının yine evliliklerinin ilk günlerinde olduğu gibi kendisine deli olmasını istiyordu.
Ama bunların hiçbiri kâr etmiyor, Joseph’in ilgisizliği ve onu akşamları evde bırakıp gitmesi devam ediyordu. Her akşam yemekten sonra karısına kulüpte arkadaşlarla briç oynamaya gittiğini söyler, ceketini omzuna atar ve bir ıslık tutturarak kapıyı çarpar giderdi. Ella önceleri herhalde her evlilik böyledir, diye düşündü. Romantizm sonsuza dek sürmez.
Ama sonra bir gün, yemekten sonra masayı toplarken Joseph’in oturduğu sandalyenin dibinde bir şey gözüne çarptı. Eğilip eline aldığında bunun otel ve gece kulüplerinde kartvizit niyetine dağıtılan o zarif kibrit kutularından biri olduğunu gördü. Üzerinde dansçı kızları tasvir eden bir resim vardı. Resmin hemen üzerindeyse süslü bir yazıyla ‘Java’nın İncisi’ yazıyordu. Bu Ella’nın arkadaş toplantılarında birkaç kez işittiği, bazen bir arkadaşlarının kocasının oraya gittiği kulaktan kulağa fısıldanarak söylenen ‘o tür’ gece kulüplerinden biriydi.
Ella kocasının orada ne halt yediğini hemen o akşam kendi gözleriyle görecekti. Çocukları erkenden yatırdıktan sonra kapıyı iyice kilitleyip evden çıktı ve bir taksiye atlayıp, “Java’nın İncisi’ne” dedi.
Taksici arkasına bakıp Ella’yı sırıtarak şöyle bir süzdükten sonra gaza bastı ve birkaç dakika sonra onu üzerinde ışıklandırılmış harflerle Java’nın İncisi yazan tek katlı bir binanın önüne bıraktı. Kapıdan içeri girerken Ella’nın gözüne ilk çarpan şey, girişte asılı kahverengi tonlardaki büyük poster oldu. Üzerinde el yazısı harflerle ‘Miyah’ yazan posterden, başının arkasında topladığı saçları ve çekik gözleriyle son derece çekici Javalı bir genç kadın, sanki oraya gelenleri karşılamak istermiş gibi şuh bir biçimde gülümsüyordu.
Ella ikinci bir kapıdan daha geçtiğinde, burnuna egzotik kokularla karışık keskin bir içki kokusu doldu. Her yanı saran yoğun sigara dumanındansa etrafını adeta bir sis perdesinin ardından görüyordu. Java usulü alçak masalar, divanlar, işlemeli yastıklar ve duvarlarda ejderha motifleriyle donatılmış salonun her yanında, üzerlerinde bedenlerini sıkıca saran ve omuzlarını açıkta bırakan batik elbiseler olan ve yaşları yirmiyi geçmeyen çıplak ayaklı Javalı garson kızlar, ellerinde içki tepsileriyle Batılı erkek müşterilerine hizmet ediyorlardı. Platform gibi bir yerde üzerinde son derece şık, ışıltılı ve işlemeli bir kebaya, kulaklarındaysa uzun sallantılı küpeler olan genç bir kadın, elindeki yelpazeyle kollarını estetik bir biçimde hareket ettirerek, büyüleyici bir sesle Java dilinde bir şarkı söylüyordu. Ella, onun az önce kapıda posterini gördüğü kız olduğunu hemen anlamıştı.
Etrafına göz gezdirmeye devam ettiğinde, sonunda ilerideki bir masada oturan kocasını gördü. Yanında aralarında hararetli bir konuşmaya dalmış iki adam daha vardı. Diğerlerinin sohbetine pek fazla katılmayan Joseph’se, gözleri platforma odaklanmış bir şekilde içkisini yudumluyordu.
Ella hemen bir sütunun arkasına saklandı ve Joseph’in kendisini fark etmemesini dileyerek onu izlemeye başladı. Fakat çok geçmeden omzunda bir el hisseti…
Hemen arkasına döndüğünde, elli yaşlarında, kel kafalı ve önünde gömleğinin düğmelerini zorlayan kocaman bir göbeği olan bir adamın yılışık bakışlarıyla karşılaştı.
“İyi akşamlar güzel bayan. Size bir içki ısmarlamama izin verir misiniz?”
Ella sinirlerine hâkim olmak için derin bir nefes çekti ve kibar ama soğuk bir tavırla adama eşini beklediğini, kendisinin birazdan orada olacağını söyledi.
Adam şaşkın bir bakıştan sonra yüzsüz bir sırıtmayla Ella’yı tepeden tırnağa süzdü ve “Fikrinizi değiştirirseniz masam hemen şurada,” dedikten sonra, dönüp birkaç kez arkasına bakarak gidip masasına gidip oturdu.
Ella dikkatini yeniden Joseph’e yönelttiğinde, kocasının yanındaki adamlarla konuşmaya dalmış olduğunu gördü. Platforma baktığındaysa şarkıcı kız gitmiş, yerine kibrit kutusunun üzerinde tasvir edilen dansçı kızlar gelmişti. Üzerlerinde parlak sarı ve kırmızı renklerde omuzlarını açıkta bırakan elbiseler, başlarındaysa yukarı doğru sivrilen çiçek taçları olan bu kızlar, vurmalı çalgılardan oluşan ritmik bir müziğin eşliğinde, boyunlarına attıkları tülleri her iki yanlarında kelebek kanatları gibi açarak, çıplak ayakla dans ediyorlardı.
Ella hayatında ilk kez gördüğü bu dansı bir süre büyülenmiş bir şekilde izledikten sonra, kocasının iki arkadaşıyla oturup içki içip sohbet etmesinde ve kendisinin bile hayranlıkla izlediği bu dansları izlemesinde hiçbir kötülük olmadığına kanaat getirdi ve eve dönmek üzere oradan dışarı çıkarak kapının önünde taksi beklemeye koyuldu.
Aradan birkaç dakika geçmesine rağmen bir türlü taksi gelmeyince de binanın üzerindeki tabelanın kırmızı ışık huzmeleri bıraktığı asfalt yolda bir ileri bir geri volta atmaya başladı. Kulübün kapısından biraz uzaklaşmıştı ki arkasından gelen kadın ve erkek gülüşmeleri duydu. “Bu akşam yine beni yine büyüledin bebeğim,” diyen erkek sesini hemen tanımıştı. Başını şimşek hızıyla arkasına çevirdiğinde, kocasını o şarkıcının beline sarılmış, yanağına ve boynuna öpücükler kondururken gördü. Kız “Sabırlı ol Joe,” deyip kıkırdayarak biraz ayrılmaya çalışıyor, Joseph’se kollarını bir ahtapot gibi kıza dolayıp onu öpmeye devam ediyordu.
Ella gözlerine inanamadığı bu manzara karşısında ne yapacağını şaşırmıştı. Elindeki çantanın ahşap sapını tüm kuvvetiyle sıkıyor, feryatlar içinde bağırmak, ikisini de oracıkta parçalamak istiyordu. Ama boğazına oturan ağır yumru atmak istediği çığlığı bastırmış, sinirden titreyen dizleriyse onu olduğu yere mıhlayıp bırakmıştı.
Tüm dikkatini yanındaki güzele vermiş olan Joseph, az sonra yaklaşmakta olan bir taksiye el etti ve karısının farkında bile olmadan, şarkıcı kızla birlikte arabaya bindi. Ella gözlerinde bir sızı, önünden geçip giden arabaya bakarken, hemen arkadan bir taksi daha geldiğini fark etti. Sinirden kasılmış bacaklarıyla kendini arka koltuğa zor attı ve titrek bir sesle “Öndeki arabayı takip edin lütfen,” dedi.
Joseph’in taksisi uzunca bir süre yol aldıktan sonra bir otelin önünde durdu. Ella, arabanın camından bakıp ta kocasının kızla birlikte sarmaş dolaş bir vaziyette otele girmekte olduğunu görünce gözyaşlarına daha fazla hâkim olamadı. Kocasının onu aldatıyor olabileceği ihtimalini düşünürken yeterince acı çekmişti ama şimdi bu ihtimalin, kendi gözleriyle şahit olduğu kahrolası bir gerçekliğe dönüşmesi… onun için gerçekten çok acıydı. Bir süre elini yüzüne kapatıp sessizce ağladı. Sonra cebinden köşesinde H harfi işli, dantelli bir mendil çıkardı ve gözlerini kurulayıp burnunu çektikten sonra, sabırla onu beklemekte olan şoföre evin adresini söyledi.