- 528 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Puppy Love II
Gitmesi gereken yere herkes gidiyor.
Evine gelen misafirin, evin hakkında herhangi bir kötü eleştiri yapması ne kadar da can sıkıcıymış! Kitaplığın tozlandığını söylüyor. Bu demektir ki; ‘ben kitap da okumuyorum, kitaplığa son zamanlarda yeni kitap da eklemiyorum.’ Halıların üzerinde gırgırın bıraktığı toz parçaları… Yıkamak için kanepe üzerinde bekleyen Leonard Cohen sesinde kirli çamaşırlar… Evet, evet bunu bana artık açık açık söyleyebiliyorlar.
Kimseden senin ne kadar bezgin ve sorunlu olduğunu düşünmesini bekleyemezsin. Güçlü durmak, bir nevi seni gururlandırır. Ayak da olmak hâlâ ve kimseye muhtaç olmadığını gösterebilmek, kutsal bir ayet gibidir. İncil’de geçen bir ayet vardır ve bu durumu ne kadar da güzel açıklar: ‘Bunun için sarkık ellerinizi kaldırın, bükük dizlerinizi doğrultun, ayaklarınız için düz yollar yapın ki, kötürüm olan yoldan sapmasın, tersine şifa bulsun.’ Sarkık ellerinizi kaldırın diyor Tanrı. Bu ayeti bir insanın söylemiş olacağına inanmak istemiyorum. Çünkü hiç kimse, el açıp, kolay kolay bir başka insandan bir şey isteyemez. İstese dahi, o yaptığı bir nevi meslek haline, iş haline bürünmüş dilenmedir.
Eve gelen arkadaşınızın yapabileceği en kötü işlerden biri de, özel eşyalarınızı gizlediğiniz bölmelere bakmasıdır. O bölmelerde ne olduğunu öğrenmesi onu hiçbir statü artırımına götürmediği gibi, daha çok ’ulen’ lakabının takılmasına kendi eliyle yardımcı olmaktadır. Kim dedi arkadaş sana oraları karıştır, bak ve bana gel de yorumda bulun? Kim dedi, kim? Umurunda mı sanki! Bir de pis gülüşü yok mu?
-Yarısını bitirmişsin. Bir de bize takıldığım kadın yok diyordun. Ne iş aslanım, söyle bakalım. Kim bu güzel, tanıyor muyum ben?
Hay sabır! He, tanıyorsun, senin erkek olmadan önceki halin arkadaş, hatırladın mı kendini? Aslında yaptığı işin pislik oluşunu kendisi de iyi biliyor, ama üstelemek de ısrarcı bir arkadaş. Neyse ki bu sefer sadece elindeki lâteks ürünün sadeliğiyle boş konuşuyor. Geçen gün geldiği zaman da, bilgisayarda yazıp, yazıcıdan aldığım öykümün çıktısını okumuştu. İşi bıraktığım günden beri, arada evime gelip, canımı sıkmaktan başka bir şey bildiği yok bu adamın. Zaten telefonlarına bakmadığım için ikide bir bana sorumsuz deyip duruyor.
Allaha şükür kılıbık biri! Onu evimden çıkarmanın en etkili yolu bu:
-‘Serdar, Eflatun ile aran nasıl?’
Dünya, başının etrafında kırk bin kilometrelik bir hızla dönüyor. Çevresinde elipsler, yeşil ve kahverenginin dans ettiği coğrafya; dünyası sarhoş! Eflatun hükümet gibi kadın ve Serdar’ın ayaklarını, ellerini her yere bağlayabilir bir iksir.
-Eflatun mu? Şey… İyi, iyi. Ben çıkayım gideyim de, Eflatunla yemeğe gidecektik, akşam yemeği. İyi ki hatırlattın arkadaşım. İnan seni kıskanıyorum. Bekârlık sultanlık vallahi! Neyse, neyse ben kaçtım. Aç telefonlarımı. Tamam mı? Tamam mı dedim sana ya!
-Cüzdanını unuttun masanın üzerinde.
-Verir misin onu? Of, Of… Hep aynı şey oluyor. Yine geç kaldım. Dediği saatte gidemeyeceğim eve. Akşam trafiği de olur şimdi.
-Güle güle Serdar…
…
Gün batımını daha açık ve rahat izleyebilmek için tepeye doğru yürüdüm. Ceketimin sol cebine geçen gün koyduğum çekirdeklerin son çıtlama sesleri yükseliyordu asfalt boyunca. Sokak boyunca araba pek geçmiyordu. Derin sessizlik, benim var olmasına uğraştığım sessizlikten daha iyi gelmeye başlamıştı.
Nazik ben evden çıkarken uyuyordu. Onun için aylardır işsiz biri olmam pek de mühim değildi. Tabağına koyduğum peynirler fazla zaman geçmeden tükeniyordu. Ama biliyordum ki, ona bakamadığımı anladığı an gidecekti, gitmesi gereken her şey ve herkes gibi! Asuman’ın da Nazik Hanımla tanışmasını isterdim. Fakat hayatta her şey istediğimiz gibi ilerlemiyor bir türlü. Nazik Hanım şimdi evde ne yapıyordur Allah bilir! Adnan son günlerde telefon da etmiyor artık. Kendisini gazetedeki işe aldırdığım günleri ne çabuk unuttu! Oysa ben gazeteden zorla istifa ettirilirken, üzgündü. Peki, zaman neyi değiştiriyordu ki? İnsan unutkan bir varlık, unutabiliyor yaşadığı acıları. Ben bir şey unutmadım, Adnan umursamıyor sadece. O da unutmamış hiçbir şeyi. Sessizliğim kadar eminim. Göğün kızıl kıyamet sis yağmurları arasında yoksa neden yürüyeyim ki, nereye yürüdüğümü bilmeden?
Gözlerimi kapatmamalıyım. Kapatmamak mümkün değil ve yine onu hayal ediyorum. Düşünüyorum, bir türlü ona taşınamıyorum. İmkânsız bir masal her şey benim için. O ölü bir beden, ben ise yaşayan bir ölü beden. Farklı olmayışlarımız da bizi daha çok ayrı kılıyor. Sigaramdan onun çektiği nefes gibi, çekiyorum. Bu his her sigara içişime ayrı bir tat veriyor.
Hâlâ pişmanım. İnsan yaşadığı ilişkilerin hiçbirini anlatmamalı! Kime anlatırsa anlatsın, anlatmamalı! Adnan kutsalımı çiğnemiş gibi, Asuman onunda ağzında. Ben Asuman’ımı kıskanıyorum. Asuman kıskanılmayacak bir kadın mıydı ki? Ama Adnan Asuman’dan bahsedeli pek çok ayı eskitmiş ve eksiltmiştik hayatımızdan.
Ağzımda lanet bir sakız. Saatler dişlerimin arasında ezilmekten zevk alıyor. Sakız, saat demek benim için. Her saatimi mahvettiğimi bilmenin övüncünü de yaşayamıyorum. Bu tepeden ovaya her baktığımda, bir türlü yazıya dökülmemiş öykülerimin karanlığın sarı ışıklarıyla sokaklara raptiyelendiğini düşünüyorum. Atladığım çok ev var! Uçurtmalarımı bıraktığım evler biliyorum bu şehirde, ancak çaresizim. Yaşlıyım, kan kırmızısı gözlerim uykusuzluğuma bahane bulabilir diye korkuyorum. Yine de iyi niyetli olmam lazım. Her bizi üzene, üzüntü armağan etmemeliyiz sonradan, değil mi yarasalar?
Toprağın kokusu Asuman’ı anımsattı tekrardan. Karanlık çok, küvete su doldurmuş ve arınmak istiyor dünyadan.
Asuman mı kirli, yoksa dünya mı? Bizi tedirgin eden ne? Koca bir boşluk değil mi iki türlü de?
Ben tatmin edemiyorum sanırım. Bir rüzgâr Asumanın boşluklarını dolduruyor. Suyu hissediyor. Parmaklarının derisi büzüşürken, toplanan asil iki bacağı var. Toz toprak boşluğu koruyan başaklar. Ergin bir sancı yalnızlığı. Toprak uzak da, çok uzak da bir yer de saklıyor onu. O saklanmaktan çekinmiyor. Bugün de izni var ve toprağın üstünde beraberiz. Sarılıp, ütüleyemesem de fazlalıklarımı onun sıcaklığıyla, ruhumun iliklerinde o!
Güzel bir kadındı. Sadece güzel değil, kıtalararasıydı teni. Birkaç kıtada savaşan bir devlet gibi, birkaç kıtada sevişiyordum onunla beraber olduğumda. Yetmiyordu dudaklarım. Metrekaresine düşen öpücüklerimden hislenen organ sayısı azdı. Yine uzun saçlarını öpüyordum geriye yaslamadan önce. Öyle bir kadının ağlayışına tanık olmak da, şehrin meydanında üst üste iki kez patlatılan ses bombasına benziyordu. Basitti. Yetiyordu. Ağlayınca burnundan nefes alması güçleşirdi. Ve ben onu banyoda gizlice izlerken, en ilginç ağlayışı tanık oluyordum. Şehrin mikrofonu elindeymişçesine, duş başlığının oval ve belirli aralıklarla delikli yüzeyini dudaklarına sürüyordu. Küvetin içi su dolu olduğu için, içindeki ıslaklığın miktarını kıyaslamayacak kadar zor bir durumdaydı. Küvetin dışarısına doğru uzattığı ayakları, duş başlığı ile işini görmesini kolaylaştırıyordu.
İlk defa rast gelmemin tesiriyle, etkilenmiştim. Gazeteci olmanın o vazgeçilmez gözlemciğiyle beraber, onu izlerken Adam Hurst’dan bir keman senfonisi dinliyor gibiydim. Buz mavisi fayansın üzerinin nemlenişi, beyaz Hacı Şakir sabununun küvette eriyişi, saçlarının birbirine kenetlenişini… Her şeyi görebiliyordum. Baldırının beyaz duvarında ısınacak bir coğrafya emanet bırakılmıştı kaderine. İmleniyordu, ünleniyordu. Su sesinde bir saksafonun yorgunluğu vardı. Kendini bunaltıyordu büzüşen tırnakları. Islak ellerini, yerdeki havluya silip, paketten bir dal daha çıkartıp yakıyordu. Sigarasından çektiği her nefes de kayboluyordum. Yoğun sis altında, düş kuramayan ölümlüydüm. Ah Asuman…
Göğüslerinde bebek yağını eriten parmakları, onun dünyanın kahrını çekmesine olanak sağlayan yegâne hizmetkârlarıydı. Uzun ve nakışlı elleri çok güzeldi. Yumru ve küçük ellere yüzük yakışmaz iken, onun on parmağında da yüzük olsa, yakışırdı.
Şimdi batmaya yakın bir kayığın dumura uğrayan çatırtıları sırtımda. Omurlarımın suyu çekilmiş gibi. Ayağa kalkarken sırtını gördüm ve her kutsal, dokunuldukça mutlu eder sahibini. Dokunmak istiyorum. Yerdeyim. Pantolonumu hâlbuki yeni giymiştim. Dünyayı kirlettim. Üzgünüm Asuman.
Slow bir şarkının bitmeden önceki maziyi yudumlayışının toprak ile münasebeti... O beni sevse, saklardı içinde, gömerdi derinliğine. Toprak beni sevmiyor! Asuman’da beni sevse, gömerdi yanına. Ama o da beni sevmiyor, çağırmıyor beni yanına. Lüzumu olmayan ışık huzmelerinin tekmil verdiği bir gece, Ay’a doğru… Ay beyaz, dünya siyah cadı. Korkuyorsam, namerdim.
Oturduğum taşın bende bıraktığı his değişik. Kimi zaman olduğundan farklı! Kimi zaman aynıydı, ama yine de değişik şimdi. Birbirinden farklı görünen her nesne, farklı görünebilmek için mi farklı görünüyorlar? Yoksa gerçekten de onlar farklı oldukları için mi farklılar? Zamanında senedi ittifakı zorunlu bulan alemdarların çöküş senaryosunu andırıyor taşın üzerindeki gri çatlaklar. Anlamların anlamsız kaldığı an, anında var olan o büyük anlamsızlıktan kaynaklanıyor. Oysa anlamsız değil anlamsız zannedilen an. Farklı olan, farklı olmak için değil, farklı olması gerektiği için farklı olmak da ısrar ediyor. Büyüdüğü zaman ayaklarını dahi göstermenin karşıt cinsini heyecanlandırabileceği düşüncesine sahip olmayan küçük bir kız çocuğu kırmızı karınlı örümcek. Yavruları bembeyaz, taş gri. Asumanın yorganına basıyorum, o bu toprak!
Asuman. Dudakları bir martıyı anımsatırdı. Tohumun verdiği müjde gibiydi. Tohum o muydu? Aziz bir hatıraydı avuçlarının içi. Yaraları aman vermese de, yürüyordu yalancı dünya da. Kirpiğinin uçlarında, gül yanaklı türkülerini ıslatıp rüzgârlarla, akıveriyordu Fırat gibi hülyasına. Gereksiz bir vaveylaydı sesler… Mümtaz Mahal’in rüyasıydı, İsfahan’dan saçlarına kuşlar konuyordu.
Yok, yanımda olsaydı ‘sus’ derdi önce ve kahkaha atardı en patlağından. Gözlerinden yaş da gelebilirdi. Söylediklerim süslü ve gereksiz olduğu için, ‘sus’ der ve ‘eğer seviyorsan, bir seven sevdiğini nasıl öpüyorsa, sen de öyle öp’ derdi.
Sevgisi şerh istiyordu. Herkes sevdiğini zannediyordu onu. Herkes seviyordu, herkes sevebilirdi küçük bir kız çocuğunun bakışını. Ağrısını iliklerken koyu yeşil tonlarıyla ak göğsünün morluğuna, beyaz bir taç takınırdı meleklerce saçlarına.
On yedi yaş dökerken, on yedi milyon şehit veriyordu cihan onunla beraber. Hasret onunla gebeydi vuslata. Yedi değil, yedi bin asır gibiydi her ayı. Derisinin pamuğunda, kader işlenirdi. Güneş eşkıya bir renkti, maviliğinin naifliğine.’
Bu koku onun teninin kokusuna ne kadar da çok benziyor! Şimdi gözlerim kapalı, sigaramın dumanıyla bir mektup yazıyorum Asuman’a. Mektuplar, denemelerin ense kökünü yalıyor.
‘Sevgili Asuman’, canımı sıkıyor şu klasik giriş. Dumanımı batıya doğru çevirince, bir rüzgâr; salıveriyoruz tüm kederlerimizi malt aromalı peşkeşliklere. Olmuyor. Bir uçak geçiyor, konsantrem dağılıyor. Gemi mavilikleri yarıyor. Yaşlı adamın gözlüklerini tutan kuvvetle, sigaramı dudaklarımın arasında tutan kuvvet bir mi? Gencin bir küfrediyor: ‘Siktirin lan martılar’ diye karanlığa sövüyor. Telefonla konuşuyor. Kim bilir telefonda ne duydu? Doğuya dönüyorum bu sefer. Dumanın eksantrik salınımları… Kahverengi, açık kahverengi siyahın giyindiği gerçek!
Tohumun dirhem dirhem halka verildiği yerdi İsa’nın avuçları. Gökte ve yerde bir olanın ve sadece sahibin o olduğu an yaşam. Tahrif ediliyor tohumun müjde verildiği yaşam. Secde etmiyorum, secde ediyor dizim, baldırım. Şüphesiz bir yanılgı içindeyim ve içindeler gece içindekiler! Rakı bardağımdan son su içişim aklımın porselen dibinde ilhamı meze olarak sunuyor. Ne kadar iyiyiz ve ne kadar iyiler! Serçeler ölüyor ama Asuman! Asuman, senin gözlerinden akan yaşların neden rengi yoktu ki? Ellerim renksiz bir cümbüşe mi tutulmuştu seninle? Beraber morartmayacaksak, beraber kanatmayacaksak bedenlerimizi, niye yaşamak?
Ellerimi kaybediyorum kimi zaman. Ellerimi bulamıyorum. Sen yoksun.
Daha zor, biraz daha her geçen gün alışmaya çabalamak!
İnsan güzel bir kadını ensesinden fark edebilir. Güzel bir kadının ense kökü, yavru bir kedinin patisi kadar cezp edici! Kedilerin huylanmaları nasılsa, güzel bir kadın da ensesinden öyle huylanır. Asuman’da öyleydi. Savrukluğuna dairdi bazı ciddiyetsizlikleri. Salınırken, kızarken, ağlarken, yüzü kızarırken, kahkaha atarken, öperken hep aynı Asuman’dı. Ve tüm bunları, ensesine burnumu beş dakika yasladığım an unutuyordum ve ipek cildine hayali taklar ovuşturuyordum.
…
Şimdi eve geri dönmeliyim. Evim yok benim. Evim hiç olmadı. İnsanın evi aklı ve yüreği… Yüreğimin olduğu yer çok uzak da. Sanırım toprak kokusunu biraz daha çekmeliyim içine.
Gözlerimi açıyorum. Asuman çarşafın üzerinde bornozuyla uzanmış, bir şey bekliyormuş gibi hüzünleniyor. Sahiplenemiyorum dudaklarına. Bordu renk de bir martının kanat çırpışları bu. Dudaklarına yaklaşınca, garip geliyorum ahaliye. Akıl izliyor. Bordo renk de martı mı olur diye soruyorum? Gülüyor, gülüyor ve gülücüklerini emiyorum. Gülücükleri emdikçe erimiyor. Ayinin daha başındayız.
Büyük konuştuğumuz için, yaşamak mecburiyetinde olmadığımız şeyleri yaşıyoruz ya!
Neyse, Adnan’ı ben arasam iyi olacak! Artık içemesem de, içtiğim zamanlardaki gibi muhabbet etmeyi yine de deneyebilirim. İllaki insan, kafası iyi olduğunda mı mucizevî şeyleri yapabilme hissine sahip olacak?
İyi değilim, ama en azından deneyebilirim. Durmak Cehennemi andırıyor çünkü!
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.