BİR RÜYA BİN DÜNYA-II
*
Memleket toz dumandır. Doğusu, batısı, güneyi, kuzeyi ve velhasıl her tarafı karışmıştır. Hem içerden hem dışardan başkaldırışlar, hainlikler, eşkıyalık ve daha kötüsü Osmanlı’nın karşısında bütün dünyanın birleşerek saldırıya geçtikleri zamanlar... Yıl 1897... Batıda Yunanlılar, isyan ederler. Daha ileri giderek Girit Adasını ele geçirirler. Girit’te bir Türk dahi koymazlar. Türk’ün, Osmanlı’nın izini, işaretini belli edecek ne varsa yok ederler.
Bir yıl öncesinde, İstanbul’un göbeğinde büyük bir banka olan Osmanlı Bankası, baskına uğrar. Bu, üstelik birkaç kez yapılır. Osmanlı’nın payıntahtı bile sarsılmakta, korunamamaktadır. Bu hadiseler iyiye alâmet değildir.
Âlâmetler yeni olmadığı gibi arka arkaya çıkmaktadır. Daha iki sene evvel Araplar, İngilizler’in sinsice politikaları neticesinde ayrıcılık yaparlar. Böylece Araplar, İngilizlerin o meşhur emperyalist düşünce ağına takılarak, Osmanlı’nın doğudaki kolunu koparırlar.
Osmanlı, bilhassa doğusu ve batısıyla çok önemli kayıplar verir. Deyim yerindeyse iki kolu kopmuş sayılır. Bu durumda iken, yeni hadiselerin olması an be an beklenmektedir.
Ülkede gözle görülür böyle sıcak hadiseler olurken, askerlik vaziyeti değişmemiştir. Yani bir seferberlik hâlâ yapılmaz. Sultan Abdulhamit Han, hem içeriye hem de özellikle dışarıya karşı memlekette bir istikrarın olduğu izlenimini vermeye çalışır. Sultan, ne yapıyorsa memleketin iyiliği için yapmaktadır; direndikçe direnir.
Her zaman olduğu gibi yirmi yaşına gelen askere çağrılır. Ancak, hadiselerin ülkeye zarar vermesi ve uzaması nedeniyle askere gidenler biraz geç gelirler. Hele şu günlerde gidenler, terhis olsalar da gönderilmezler.
Taşra’da bile asâyiş birçok yerde sağlanamamaktadır. İçerisinde yurt sevgisi olmayanlar giderek asâyişi güçleştirirler. Hem dışardan hem içerden ülke, ağacın içindeki kurt gibi yenmeye başlanmıştır. Askere gidecek olan gençlerin bazıları çağrıldıkları halde gitmezler, üstelik eşkıyalık yapmaya kalkışırlar.
Bişek Köyün’den Yusuf ile Apık, Yozgat Alayına katılırlar. İki gün sonra alaydan ayrılarak ikisinin de İstanbul’a doğru yola çıktıkları duyulur. İstanbul’a geldiklerinde Apık yeni bir birlikle doğru Çanakkale’ye, Yusuf ise İstanbul’da kalır.
Yusuf, birliğine geldiğinde bir binbaşı, Saraya iki seyis alınacağını yüksek sesle ilân eder. Hemen arkasından ‘atlardan iyi anlayan, ata binen’ birileri olup olmadığını söyler. O an, birliğe yeni gelmiş yüz elli asker ‘hazır ol’ vaziyetinde beklemektedirler. Yusuf, hiç terettüt etmez; hemen elini kaldırır. Bunu gören binbaşı yüksek sesle emir verir;
-İleri çık asker!
Yusuf, büyükçe adımlarla birliğin önüne çıkar ve tekrar ‘hazır ol’ vaziyette durur. Binbaşı, birliğe bir daha seslenir;
-Başka yok mu?
Kimseden ne ses çıkar, ne hareket olur. Koca birlik kıpırdamaz yerinden. Bir müddet derinden ve sessizce birliği baştan aşağı süzer binbaşı. Başını sadece hafif bir biçimde sallar. Sonra gözlerini kırpmadan Yusuf’a döner ve seslenir;
-Adın ne asker?
-Yozgat Bozok Sancağından, Osman oğlu Yusuf, komutanım!
-Aferin Yusuf! Gel yanıma. Seni, büyük bir şahsiyetin yanına Başseyis olarak gönderiyorum. Eğer göze girer, beğenilirsen ‘istikbâlin parlak’ demektir.
Binbaşı, bu konuşmasının ardından hemen sol tarafına yarım vücut döner ve seslenir;
-Yüzbaşı Murat...
-Burdayım komutanım!
-Gel!..
Yüzbaşı hızlı adımlarla gelir. Gelir gelmez topuklarını birbirine vurarak selâm verir.
-Emret komutanım!
-Bak yüzbaşı! Bu askeri, daha önce konuştuğumuz gibi, alıp götürüyorsun. Tamam mı?
-Emredersin komutanım!
Yüzbaşı, binbaşının yanından ayrıldıktan sonra Yusuf’a ilk sözünü söyler;
- Seninle Saraya gideceğiz.
Yüzbaşı, Yusuf’u yanına aldığı gibi bir faytona binerler ve doğruca Saraya gelirler. Yusuf bir rüyada gibidir. Heyecanlıdır. Etrafına anlamsız anlamsız bakıp durur. Yusuf, Sadece seyislik yapacağını düşünür. Başka bir şey düşünmez. Daha doğrusu düşünemez. Saraya girince çok şaşırır. Yusuf, sarayın avlusunda faytonun yanında bekler. Yüzbaşı içeriye doğru gider. Bir müddet sonra yanında bir paşa kıyafetli birisiyle geliverir. Gelir gelmez Yusuf’a adıyla hitap eder;
-Yusuf Seyis!.. Adın gibi seyisliğin de güzel mi bakalım?..
Yusuf hiç karşılık vermez. Susar sadece. Paşa elbiseli konuşmasına devam eder;
-Benim kim olduğumu biliyor musun?
-Paşamızsınız efendim!
Yusuf, birdenbire söyleyiverir. Bu karşılık Paşanın hoşuna gider. Tatlı bir biçimde gülümser. Sözlerine devam eder;
-İkimizin adı da aynı sayılır. Bir başlangıç olarak, bu bile güzel...
Bu sırada yüzbaşı, iki adım gerisinde ve sağ yanında, ‘hazır ol’ vaziyette durmaktadır. Yüzbaşının bu durumu Yusuf’un dikkatini çeker. Kendi kendine söylenir;
-“Bu sivil geyinmiş bir paşa olsa gerek. Ya da bir vezir... Belki de bir şehzâde... Bahsana, koskoca yüzbaşı dut yemiş bülbül gibi... Ne konuşuyo, ne kıpırdıyo...”
Yusuf karma karışık düşünceler içindeyken, Paşa, Yusuf’un düşüncelerini adeta açar ve derin düşüncelerden çıkarır;
-Seni sevdim Yusuf Çavuş. Bundan böyle benim yanımdasın. Ben nerede, sen de oradasın. Hadi göreyim seni!
Paşa, döner yüzbaşıya bakar. Arkasından da seslenir;
-Evet yüzbaşı, güzel! Ne yapacağını biliyorsun. Şimdi gidebilirsiniz.
Paşa, sağ elini göğsünün hizasına kadar kaldırır, hafifce gülümser. Sonra sessizce döner gider. Yüzbaşı ve Yusuf, Paşa uzaklaşıncaya kadar oldukları yerde dururlar. Sonra yüzbaşı, Yusuf’a döner ve gülümseyerek seslenir;
-Hadi bakalım Yusuf Çavuş, hayırlı ola!..
Paşa aralaştıktan sonra yüzbaşı yavaş tonda, Yusuf’a döner ve konuşur;
-Bu kim, biliyor musun?
-Bilmiyorum komutanım...
-Niye? Dikkat etmedin mi? ‘İkimizin adı da aynı’ dedi ya!..
-He, hatırladım komutanım. Öyle dedi. Paşamız...
Yüzbaşı tatlı bir şekilde güler, Yusuf’un bu sözüne.
-Yusuf İzzettin Paşa, derler. Koskocaman Paşa Hazretleri seni hem sevdi, hem de mükafanlandırdı. Bu, kimsenin kolay kolay ulaşamayacağı bir onurdur. Şimdi sana bir elbise ayarlayalım. Çavuş elbisesi... Ondan sonra da Yusuf İzzettin Efendi’nın hem evini, hem de atlarının tavlasını göstereyim. Ben de böylece görevimi yerine getirmiş oluyum.
Yusuf, gözlerini fal taşı gibi açar ve anlamaz bir haldedir. Yüzbaşıya soruverir;
-Komutanım! Paşa hazretlerinin rütbesi nedir?
-Onun rütbesi mi?..
Yusuf’a birden cevap vermez yüzbaşı. Üstelik yüzbaşı hafiften güler. Sonra cevap verir.
-Valla, Yusuf Çavuş yakında benden daha iyi anlayacaksın rütbesini de, kim olduğunu da...Sadece şunu söyleyim, şu an başımızda bulunan padişah hazretlerinin emmisinin oğlu. Emme çok eyi bir veliaht, çok eyi bir asker, çok eyi bir adam.. Ancak, pederinin vefatından, daha doğrusu öldürülmesinden sonra, pek çok kimseye güvenmez oldu. Bütün bunlara rağmen bana hâlâ güvenir. Eğer severse, sana da güvenir. Sevdiğini ve güvendiğini sonuna kadar korur.
Yusuf, geçmişi fazla bilmemektedir. Bu yüzden yüzbaşının anlattıklarını değil, kendisine ‘çavuş’ denilmesine sevinmektedir. Bütün benliği ile buna içten sevinir.
Yusuf, faytonun içinde ve yüzbaşının yanında. Yine beyaz düşüncelere dalar;
-“Çavuş dediler bana. Çavuş oldum şimdi ben. Bana ‘Yusuf Çavuş’ diye hitap etti goca paşa. Ne böyük adammış bunlar! Ağızlarından çıhan bi söz, ferman oluyo hemen. Çoh dikkatli olman gerek oğlum Yusuf! İşin zor aslanım! Gerçekten, düşümde gorsem inanmam be! Hadi bahalım Yusuf Çavuş... Hayırlısı.”
Yusuf, ‘rüyamda görsem inanmam’ derken beş sene öncesi gördüğü bir rüyayı hatırlayıverir. Sene 1902, Yusuf Çavuş iki sene olmuştur geleli. Kısa bir an dalıverir;
-“He ya! Nohutlu’da gordüğüm düş... Ağam da demişti... Aman Ya Rabb’im! Doğru mu yosam?..”
Yusuf, toz pempe duygu ve düşünceler içinde, kıpırdamadan oturur faytonda. Yusuf İzzettin Efendi’yi getirir gözünün önüne;
-“Yahışıhlı canım! Bahımlı birisi belli ki. Yüzbaşım, ‘paşa’ dedi. ‘Asker’ dedi. Sona ‘padişahın emmisinin oğlu’ dedi. ‘Hemi de çoh eyi adam’ dedi. Benim neyi mi hoşlanır ki? ‘Bi severse tam sever’ dedi, yüzbaşı. Benim boyumda... Emme benden ecik zayıf...”
Yusuf, kırk yıllık samimi dost gibi yüzbaşıya merakından sormaya devam eder. Yüzbaşıyı bu sorular hiç rahatsız etmez. Hatta gülümseyerek karşılık vermeye çalışır. Yusuf az gider bir daha sorar;
-Komutanım! Paşa Hazretleri gaç yaşlarında?
-Sence kaç?..
Yusuf Çavuş kısa bir süre başını aşağı eğer ve düşünür. Sonra birden cevap verir;
-Elli beş, altmış...
Binbaşı gülümseyerek karşılık verir;
-Demek öyle ha! Yaşlanmış görürsün Paşa Hazretlerini... Tam kırk beş yaşlarında Paşa Hazretleri, ya! Kendilerini yaşlandıran en başta şu âlî devletimiz, sona pederi Abdülaziz Hazretlerinin hunharca öldürülmesi ve işte içinde bulunduğumuz şu durumlar! Onu böyle yaşlandırdı, işte!
Gerçekten Yusuf Çavuş doğru görüyordu. Yusuf İzzettin Efendi’yi kim görse altmış yaşlarında sanırdı.
Sultanahmet’ten tekrar Topkapı’ya, birliğe gelirler. Yüzbaşıyla birlikte faytondan inerler. Doğru yeni kıyafet için giyecek deposuna giderler. Çavuş terfili bir elbiseyle birlikte bir de uzunca dikilmiş potin eline geçirir Yusuf Çavuş. Oradan çıktıkları gibi, yüzbaşı, Yusuf İzzettin Efendi’nin Topkapı’daki atlarının bulunduğu tavlayı gösterir. Sonra da Eminönün’deki yalıya götürür. Yusuf İzzettin Efendi’nin ailesiyle tanıştırır. Yusuf İzzettin Efendi’nin yetişkin kız kardeşleri vardır. Valide Sultan, Yusuf Çavuş’a çok nazik ve kibar davranır. Yusuf Çavuş, bilhassa kızların cıvıl cıvıl hareketlerinden ve karşılık beklemeden, kendisiyle ilgili konuşmalarından çok sıkılır ve utanır. Yüzü ve bilhassa şakakları parıldamaya başlar. Bu, yavaş yavaş terliyeceğine yüz tutmasıdır. Valide Sultan, belli ki gün görmüş birisidir; vaziyeti anlar ve hemen araya girer.
-Yüzbaşı, artık gidebilirsiniz. Yusuf Çavuş, yarın kendisi gelebilir.
Yüzbaşı ve Yusuf Çavuş, nezaket icabı izin alarak yalıdan ayrılırlar. Faytonla tekrar birliğe gelirler. Yüzbaşı son olarak Yusuf Çavuş’a, birliğinde özel olarak kalacağı yeri da ayarlar ve ondan sonra ayrılır. Bir daha Yusuf Çavuşla karşılaşmaz.
Yusuf Çavuş, birliğinde sadece dört kişinin kaldığı bir odadadır. Yoğun bir gün yaşamıştır. Hâlâ olanlara inanamamaktadır. Başını yastığa koyduğu an, kendi kendiyle konuşmaya başlar;
-“Ee Yusuf Çavuş, Valide Sultan ilk emri verdi aslanım. ‘Yarın yalıya gel’ dedi, ya! Yalnız başına yalıya gideceksin oğlum! Getmek bi şey daal de, o gızlarınan gene garşılaşırsan ne yapacan bahalım, aslanım?..”
Yusuf Çavuş, kendisiyle konuşa konuşa uyur. Sabah olduğunda ilk iş olarak atların tavlasına gider. Yusuf İzzettin Efendi’nin iki atını yemler ve tımar eder. Sonra yaya olarak birliğin dışına çıkar. Yolcu taşıyan faytonlara bakar. Çok geçmez bir fayton görünür. El eder ve fayton gelir. Bindiği gibi Eminönü’ne gelir. Yalının avlu kapısı kapalıdır. Gelir gelmez hafifce bir yoklar. Kapı açılıverir. Kapı her nedense arkadan kilitli değildir. Daha ilk adımını attığında heyecan basar. Sanki bütün vücudu titrer. O sırada yalının hizmetçilerinden bir genç bayan dışardadır. Yusuf Çavuş’u görür görmez hemen içeri girer. Yusuf Çavuş, hizmetçinin sessizce içeri girmesi üzerine avlunun orta yerinde öylece durur ve bekler. Bir süre sonra hizmetçiyle birlikte bir genç kız da kapıdan görünür. Kız seslenir;
-Buyurun, gelin içeri, çekinmeyin. Sultan Validem sizi beklerler.
Yusuf Çavuş gerçekten bir rüyada gibidir. Çok genç kızlardır bunlar.
-“Tamam canım! Belli ki Paşa Hazretleri evli. Bunlar da çocuhları...”
Utana sıkıla, ağır adımlarla içeri girer. Girişteki salonda Valide Sultan oturmuş beklemektedir. Yusuf Çavuş girer girmez ayağa kalkar ve konuşur;
-Hoş geldin Yusuf oğlum! Hele otur şöyle. İstirahatine bak.
Yusuf Çavuş gösterilen yere yavaşca oturur. Valide Sultan gülümseyerek devam eder;
-Nasılsın? İyi misin oğlum? Her halde yeni leventlerdensin. Allah sevdiklerine kavuştursun, oğlum!
Yusuf Çavuş, içten derin bir nefes çeker, kendini toplar gibi yapar ve titrek bir sesle karşılık vermeye çalışır;
-İyiyim Validem. Yeni geldim Validem. Sizleri tanımak ve görmek benim için en büyük şereftir Validem. Çok sağ olun Validem!
-Sen de sağ ol, oğlum! Bak Yusuf oğlum! Seni fazla tutmayacağım. Bunlar kızlarım; Emine, Fatma... Bu yalıda ben, kızlarım ve paşa oğlum varız. Bir de hizmetçi kızımız... Ben, İzzettin’ime de söyledim giden akşam. Bugün akşam üzeri şöyle faytonla Emirgan’a doğru, sahil boyu sefâ etmeyi düşündük. Senin de yanımızda olmanı istedik. Akşam namazından önce burada olmanı dilerim. Hepsi bu kadar oğlum.
Yusuf Çavuş, bu kesin ifadeli sözler karşısında durumu hemen anlar. Ayağa kalkar ve karşılık verir;
-Emredersiniz Validem! Dediğiniz zaman ben buradayım. Şimdi izniniz olursa, gideyim.
-Buyurun Yusuf oğlum. Sizi geçirsinler!
-Allah’a ısmarladık, Validem.
-Güle güle oğlum.
Yusuf Çavuş, yavaş bir şekilde ve heyecanla yalıdan çıkar. Doğruca birliğe gider. Çünkü asıl görevi, tavladaki atlara bakmaktır. Onların da yemini, suyunu, tımarını ve diğer ihtiyaçlarını yapıp akşama doğru yalıya gelecektir. Giderken yine kendi kendine düşünür;
-“Allah Allah! Ben mi yanlış anladım... ‘Kızlarım...’dedi, Valide. Halbuki...”
Yusuf, bir ara başını sağa sola sallar. Sonra kendi kendine konuşur;
-“Yok canım! Doğrudur Valide Sultan; burda öyle derler tabi. Bizde de öyle ya! Ebe dede varken kim, kendi çocuğunu sevebilir ki? Öyle ya, Valide de torunlarına ‘kızım ‘diyo, demekki!”
Yusuf Çavuş, hâlâ Yusuf İzzettin Efendi’nin yaşına ve durumuna bakarak evli olduğunu ve gördüğü kızları da çocukları olduğunu sanır.
Yusuf Çavuş denilen zamanda yalıya gelir. Gökyüzü hafif bulutludur. Ancak, yazdan bir gündür. Rüzgâr bile tatlı esmektedir. O da belli ki deniz esintisidir. Bu tür havalara Valide Sultan ve ailesi alışıktır.
Yusuf Çavuş içeri alınır. İçeri girdiğinde Yusuf İzzettin Efendi’yi görür. Yusuf Çavuş, hem İzzettin Efendi hem de Valide Sultan tarafından güleryüzle karşılanır. Yusuf Çavuş’a bir yer gösterilir ve oturur. On beş, yirmi daika kadar bekler Yusuf Çavuş. Birden tiz bir bayan sesi herkesi hareketlendirir. Bu, kızlardan birinin sesidir. Ses hemen yukarıdan gelir.
-Faytonlar geldi...
Kızlar, iç merdivenlerden koşar gibi önden inerler. Arkasından ağır adımlarla Valide Sultan iner. Hep birlikte avluya çıkarlar. Yusuf Çavuş, kızlarla birlikte avluda bekler. Yusuf İzzettin Efendi, Valide Sultanın koluna girmiş vaziyette dışarı çıkarlar. İki fayton, avlu kapısının hemen önünde arka arkaya durmuş, beklemektedir. Faytonların üstündeki sürücüler de askerler. Bunlar sıradan asker değillerdir; ta uzaktan saray leventlerinden oldukları anlaşılmaktadır. Omuzları sırmalı, başları kalpaklı, ikisi de pala bıyıklı ve göz kamaştırıcı kıyafetler giyinmişler. Ellerinin birinde kamçı, dik bir şekilde durmakta; diğerinde dizginler... Kendileri de dimdik oturmaktadırlar. Hele faytonlar!.. Yusuf Çavuş, böyle bir faytonu ilk defa görmektedir. Daha önce de fayton görmüştür; ancak böylesini ilk kez görmektedir. Atlar, sürücüler ve fayton... Hepsi de birbirinden süslü ve alımlı. Hemen, yüzbaşıyla bindiği fayton gözünün önüne gelir;
-“Benim, yüzbaşıyla bindiğim fayton gibi değil bunlar. yüzbaşının bindiği fayton hem küçüktü, hem iki atlıydı. Bunlarda dört at koşulu. Üstelik kocaman; tren vagonu gibi... Sonra, şu atlara bak! Hepsi aynı boyda, hepsi tepe gibi... Şu koşumlarına bak atların! Bir insana bile ancak bu kadar değer verilebilir. Evet, evet! Belli ki hatırı sayılı birisi şu Paşa Hazretler!.”
Yusuf İzzettin Efendi, annesi Valide Sultanı arkadaki faytona bindirir. Kız kardeşleri de aynı faytona binerler. Kendisi öndeki faytona biner. Yusuf Çavuş da İzzetin Efendi’nin işaretiyle kendisinin bulunduğu faytona biner. İzzettin Efendi tek sözcükle seslenir;
-Çek!
Faytonlar aynı rabıtayla, aheste aheste Eminönü’nden çıkar. Galata Köprüsünden geçerek Beşiktaş istikametine doğru koyulur. Sahil boyu Arnavutköy’e kadar gelirler. Yusuf İzzettin Efendi burada durdurur. Faytondan iner ve Valide Sultanı’ın yanına varır.
-Validem! Arnavutköy’ü görmek ister misiniz?
-Sen bilirsin oğlum! Olur, görelim.
Bir ara Yusuf İzzettin Efendi tekrar durur. Hemen iki, üç adım arkalarından gelen kızları işaret ederek Yusuf Çavuş’a seslenir;
-Yusuf Çavuş!
-Buyurunuz Paşam!
-Uzak durmayın! Kız kardeşlerimin hemen arkasından yürüyün. Yakın olun biraz. Tamam mı?
-Emredersin Paşam!
Yusuf, hemen düşünmeye başlar. Daha biraz öncesine kadar, yalının içinde Valide’nin konuşmalarına göre, kızları, Paşa’nın çocukları biliyordu. Şimdi ise gerçek, öyle değildir. Meğer Valide Sultan doğru söylüyormuş ‘kızlarım’ derken. Yusuf, kendi kendine söylenir;
-“Demek Paşa Hazretlerinin kız kardeşleri bunlar. Acep bekâr mı, yoksa evli de çocuğu mu yok?..”
Yusuf, meraklı düşüncelerle hep kızların ardındadır.
Ortalık tenhadır. Faytonların başında bir sürücü kalır. Birisi Yusuf Çavuşla beraber yanlarında bulunmak amacıyla arkalarından gelir. Arnavutköy’ün içine doğru.... Ortalıkda kimseler görünmez. Akşam hayli geçmiştir. Gökyüzünde yıldızlar görünmesine rağmen, yeryüzünü aydınlatamamaktadırlar. Bu sırada bir mezarlığın yakınından geçerler. Mezarlıktan bir ses duyulur. Ses apaçık herkesçe duyulur. Birden dururlar. Valide Sultan başlar acımaya. Acıdığını konuşarak belli eder;
-Yazık! Belli ki bir hayvan. Kaybolmuş hayvancağız! Sahibi de arayıp duruyordur her halde!..
Kendi kendine konuşuyormuş gibidir Valide Sultan. Yusuf İzzettin Efendi, Valide Sultanın duygularına tercüman olmak ister;
-Karanlık bak, Validem! Aydınlık olsaydı belki kurtarılırdı hayvancık!..
Hemen altı yedi adım arkalarından gelen Yusuf Çavuş hareketlenir. Kendi kendine karar verir. İzin bile almaz. Sesin geldiği yere hızlıca hem yürür, hem de konuşur gider;
-Ben alır gelirim, Validem...
Valide Sultan ve arkasından Yusuf İzzettin Efendi müdahale ederler;
-“Dur, gitme... Karanlık her taraf. Başına bir şey gelir, oğlum...”
Yusuf Çavuş, dalmıştır bir kere mezarlığın içine. Mezarların arasından sese doğru ilerler. Valide Sultan, Yusuf İzzettin Efendi, kızlar ve diğer asker, oldukları yerde hayretle ve merakla beklerler. Hatta korkarlar. Korktukları, birbirlerine iyice sokulmalarından belli olmaktadır. Yusuf Çavuş çok geçmez, kucağında küçük bir keçi yavrusu ile gelir. Yakına geldiğinde, ala bir oğlak olduğu görülür. Yusuf İzzettin Efendi ve Valide Sultan buna çok sevinirler. Yusuf Çavuş’un bu cesur hareketi Yusuf İzzettin Efendi’yi ayrıca duygulandırır. Hemen orada, Yusuf Çavuş’u mükafatlandırır.
-Seni, yarından itibaren ‘Başçavuşlığa’ terfi ediyorum. Hak ettin bunu. Şimdi şu kucağındaki oğlağı, ilerdeki eve emanet et, gel. Onlar, gerçek sahiplerine versinler.
Yusuf Çavuş bir kez daha terfi etmiştir. Hem de aynı kişi tarafından. Büyük Paşa tarafından.... Yusuf Çavuş hiçbir karşılık veremeden doğruca ilerdeki eve gider. Kapıyı vurur ve içerden çıkan bir adama oğlağı verip gelir. Yusuf Çavuş için bu gece de bir onur gecesi oluverir.
Yusuf Çavuş ertesi gün öğle üzeri birliğin yüzbaşısı tarafından çağrılır. Yüzbaşı, odasında gülümseyerek karşılar Yusuf Çavuş’u.
-Gözün aydın Çavuş! İzzettin Paşa Hazretlerinin emriyle başçavuşluğa terfi ettin. Bu, büyük bir onurdur. Ben de tebrik ederim. Hayırlı olsun!
-Sağ olun komutanım!
Yüzbaşı elinde bulunan ‘başçavuş’ işaretli bir kumaş parçasını Yusuf Çavuş’a uzatır ve seslenir;
-Bunu al. Terziye var, omzuna diktir. Tamam mı Çavuş?
-Emredersiniz komutanım!
-Gidebilirsin Çavuş!
Yusuf Çavuş, gördüğü bu itibar ve taltif karşısında çok sevinir. Kendisini çok güçlü ve onurlu hisseder. Bu hislerle aklına takılan bir soruyu soruverir.
-Komutanım!
-Söyle Çavuş.
-Paşa Hazretleri, evli midir?
Yüzbaşı bu soru karşısında şöyle bir durur ve sonra Yusuf Çavuş’a hafifçe yüzünü buruşturarak karşılık verir;
-Hay’rola Çavuş!? Ne’decan Paşa’nın evli, bekâr olduğunu?
-Şey, komutanım! Merah ettim sadece. Beni Valide Sultan yalıya çağırıyo. Paşa Hazretleriyle gediyoh. Kimseye soramadım da...
Yüzbaşı, Yusuf Çavuş’un iyi niyetini anlar ve gülümseyerek cevap verir;
-Tamam, anladım Çavuş. İzzettin Paşa Hazretleri evli değil. Şimdiye kadar niye evlenmedi, onu kendi bilir tabi.
Yusuf Çavuş’un büyük ölçüde merakı giderilmiştir. Olduğu yerde tekrar selâm çakar, geriye döner ve dik bir şekilde yürüyerek çıkıp gider. Yusuf Çavuş aldığı terfi ve işarete göre ‘Sıhhıye Başçavuşu’ olmuştur. Hem de Uzman Başçavuştur. Bundan böyle birliğinde Sıhhıye Başçavuşu olarak görev yapmaya başlar.
Yusuf, asker olduğu ikinci senesinde ‘Yusuf Çavuş’ olarak anılmaya başlanır. Yusuf İzzettin Efendi, Yusuf Çavuş’u sık sık yanına çağırır. Özel olarak görevler verir. Hatta evine yani ailesine bile hiç çekinmeden gönderir.
Yusuf Çavuş, Sıhhıye Başçavuşu olarak uzun süre askerlerin hizmetinde bulunur.
Yusuf İzzettin Efendi, sonradan anlaşılır ki, Yusuf Çavuş’u sıhhıye olarak görevlendirmesi, onun ne kadar merhametli, yardımsever, hayvanlara bile gösterdiği duyarlılık yani ‘samimi ve yüksek sevgi, merhamet’ sebebiyledir.
*
Bir sürpriz haber duyulur askerin içinde; ‘padişah güç durumdadır’. Dışardan olduğu gibi, içerden de idareyi ele geçirmeye çalışanlar olur. Bu, başarılır. Üstelik Abdulhamit’i padişah olarak tahta çıkarırlar. Tam bu sıarada Bulgarlar da isyan ederler.
İçerde ‘sen ben’ davâsı hâlâ sürüp gitmektedir. Yenilikçi adıyla örgütlenmeler baş gösterir. Abdulhamit ciddi biçimde sarsılır. Bütün bunlara rağmen yine de Osmanlı-Rus Savaşı olmasını önler ve gereken önlemleri almaya devam eder. Nerede, ne zaman, nasıl bir hadise olacağı hiç belli olmamaktadır.
Çok geçmez, sanki bütün toplumlar ve en başta da Ermeniler, arkasından Kürtler’in, yoğun bir şekilde, karşı hazırlıklar yapmaya başladıkları duyulur. En kahredici olanı da, yıllarca koyun koyuna olduğumuz bu Ermeni ve Kürt toplulukların yer yer savaş durumunda olan devletlerin askerleriyle birlikte hareket ettiklerinin duyulmasıdır. Velhasıl kimin ne zaman, nerede ve ne şekilde çıkacağı belli olmamaktadır. İçerde de kimseye güvenin kalmadığı zamanlar başlamıştır.
Ülke savaş durumundadır. Çanakkale, deniziyle birlikte düşmanlar tarafından kapatılmıştır. Çanakkale işgal edilmiştir. Çanakkale yanmaktadır. Yusuf Çavuş, aldığı emirle İstanbul’dan Çanakkale’ye hareket eder.
Bir vapur, askerleri almak üzere iskeleye yanaşır. Vapura binen, hemen bir yerlere oturmaya çalışır. Yusuf Çavuş da bir yer bulur ve oturur. Vapur, hareket ettiğinde bir sessizlik kaplar. Bu sessizlik, bazılarına sanki bir fırsat olur; meraklı bakışlarla sağa sola ve her yana bakınırlar. Yusuf Çavuş da öyle eder. İşte, bu esnada Yusuf Çavuş, tam karşısında genç bir subay görür. Yanında başka subaylar da vardır. Subaylar sessizliği bozarlar. Vapur hareket halindeyken kendilerini tanıtırlar;
-“Ben Mustafa Kemal, Yüzbaşıyım. Birlikte Çanakkale’ye gidiyoruz...”
Diğer subaylar da sırayla kendilerini takdim ederler. Yüzbaşı Mustafa Kemal, gayet ciddi bir tavırla oturur. Çok az konuşur. Sanki hiç kımıldamaz, konuşurken. Derinlere dalmış gibi, başı hafifce öne eğik hep bir şeyler düşünmektedir. Belli ki önce düşünceleriyle mücadele etmektedir. Bir müddet sonra Mustafa Kemal, ayağa kalkar. Sağ elini yeşil montunun içine yavaşca sokar ve bir paket sigara çıkarır. Sigara paketinin ağzı açıktır. Ağır adımlarla, ciddi tavırla yürür. Bizzat, herkesin ayağına vararak sigara ikram eder. Kimileri alır; Yusuf Çavuş da alır. Yusuf Çavuş, sigara içmez ama bu ikramı bir saygı olarak kabul eder ve alır. Aldığı sigarayı içmez. Montunun cebine yavaşca kor. Mustafa Kemal’in bu sigarası günlerce cebinde kalır. Onu bir hatıra gibi günlerce cebinde saklar.
Vapur, Çanakkale yakınlarına geldiğinde gecenin karanlığıdır. Sürekli kıyıya yakın gelmişlerdir. Vapur kıyıya iyice yanaşmış, herkes sessiz ama hareketli olarak karaya çıkarlar. Çıkan, olduğu yerde bekler. Subaylar gelirler en sonunda. Yusuf Çavuş, o an adını bilemediği bir subayla birlikte bir tarafa çekilirler. Herkes grup oluşturur. Konuşmaya başlarlar. Yüzbaşı kendini tanıtır;
-“Ben Mehmet Yüzbaşı. Komutanınızım. Birlikte hareket edeceğiz. Ankaralıyım. Öncelikle bilmek istiyorum; içimizde ‘sıhhıye’ görevi yapanlar öne çıksın ve yanıma gelsinler.”
Bunun üzerine tam altı kişi Yüzbaşının yanına gelir. Yüzbaşı sırayla herkese sorar. Sıra Yusuf Çavuş’a gelmiştir:
-Adın ne? Nerelisin?
-Osman oğlu Yusuf. Yozgatlıyım. Sıhhıye Başçavuşu olarak görevlendirildim, komutanım!
Yüzbaşı diğerleriyle de tanıştıktan sonra Yusuf Çavuş’a döner;
-Bak Yusuf Çavuş! Benim yanımdasın. Hasta ve yaralıların durumlarıyla bizzat ilgileneceksin. Diğer arkadaşlara gereken görev taksimatını sen yapacaksın. Anlaşıldı mı?
-Emredersiniz komutanım!
Yüzbaşı, birliği ile, koyu karanlık içinde diğer birliklerin arkasına takılarak, Çanakkale içlerine doğru ilerler.
Yusuf Çavuş, aldığı emir ve yaptığı görev icabı cephenin gerisinde kalır çoğu kez. İşi savaşmaktan da zordur. Sırtında çoğu zaman hasta ve yaralı taşır. Bu durum tam üç ay devam eder. Kısa bir süre savaş kesilir. Bu sırada Yusuf İzzettin Efendi gelir. Savaş da durmuş iken Yusuf İzzettin Efendi, Yusuf Çavuş’u yanına alır ve tekrar İstanbul’a götürür.
İstanbul’a geldiklerinde doğruca Valide Sultan’ın evine yani yalısına giderler. Yusuf İzzettin Efendi, annesi Valide Sultan’a Yusuf Çavuş’u tanıtır:
-Validem! Bu Yusuf Çavuş! Benim yaverim. Yanımda görevlidir. Kendisine güvenirim.
Valide Sultan, tatlı bir biçimde güler. Arkasından konuşur;
-İlâhi, oğlum! Ne çabuk unuttun. Daha önceden tanıyorum ya, Yusuf oğlumu! Senin Seyisin Yusuf Çavuş değil mi?..
-Validem, doğru söylersiniz ya! Başımızdaki bu savaş alâmeti yüzünden akıl ne yapsın, Validem?..
Yusuf Çavuş hemen Valide Sultanın yanına yaklaşır ve elini öpmeye çalışır. Valide, gayet mütevazi davranışla, ağırdan bir hareketle, kaşlarını da hafifce kaldırarak, aşağıdan aşağıdan süzerek elini uzatır ve öptürür.
-El öpenlerin çok olsun oğlum!
-Sağ olun Validem!
-Nasılsın oğlum!
-Çok iyiyim Validem. Sağlığınıza duacığım.
-Allah razı olsun oğlum! Ayakta kalma, otur şöyle.
Yusuf Çavuş utana sıkıla bir iskemleye oturur. Valide Sultan soru sormaya devam eder;
-Validen, pederin var mı? Nasıllar? Evli misin?..
-Validem de, pederim de varlar Validem. İstanbul’a geleli altı sene oldu. Bi haber alamadım bugüne gadar. Yozgat’tan çıhtığımda eyilerdi...
Bu sırada Yusuf İzzettin’in kız kardeşleri salona girerler. Bir tanesi vardır ki yetişkin olduğu her haliyle bellidir. Diğeri küçüktür. Sırayla ‘hoş geldin’ derler. Yusuf Çavuş, başını kah kaldırır, kah kaldırmaz bir vaziyette karşılık verir;
-“Sağ olun hemşirem! Sağ olun hemşirem.”
Valide tekrar araya girer ve sorar;
-Evli misin Yusuf oğlum?
-Evli değilim Validem.
Yusuf Çavuş, bilerek cevap vermemişti ‘evli misin?’ sorusuna. Kendince unutturmaya çalışmıştı. Ama Valide Sultan unutmamıştı. Valide Sultan gülümseyerek tekrar konuşur;
-Ee, o zaman seni evlendireyim oğlum. İstanbul’a da yerleşirsin...
Yusuf Çavuş çok utanır, sıkılır. Hiç beklemediği bir durumla karşılaşmıştır. Böyle bir şeyle karşılaşacağı aklının köşesinden bile geçmemişti. Rüyasında görse böyle bir şeye inanmazdı. Ama bir gerçekti. Valide Sultan, Yusuf Çavuş’un evlenmesini istiyordu. Üstelik bizzat kendisi evlendirmek istiyordu.
Yusuf Çavuş bir yıldırım hızıyla düşünüp cevap verir;
-Çok sağ olun Validem. Allah sizden razı olsun! Ben evlenmek istemem Validem...
-Keşke isteseydin... Seni sevdim Yusuf oğlum!
-Sağ olun Validem. Ben de sizleri sevdim Validem. Yusuf kulunuz her zaman hizmetinizde olacak.
-Bundan hiç şüphem yok oğlum. Sana ben de itimat ediyorum. İstediğin zaman buraya gelebilirsin. Burayı bir evin gibi bil. Sahi Yusuf oğlum, bir haber iletsek Yozgat’a da pederin, validen gelseler buraya.
Hemen yan tarafında oturan Yusuf İzzettin Efendi araya girer;
-O, çok güç Validem. Siz de görüyorsunuz ki ortalık toz duman. Ulaşım kesik. Kimselere güvenilmiyor. Zor gelmeleri, zor!..
-Öyle! Doğru. Haklısınız...
Yusuf Çavuş o günden sonra Saray’ın sanki bir ferdi gibi sık sık girip çıkar. Yusuf İzzettin Efendi’nin annesi Valide Sultanın da gözüne girer. Valide Sultan, Yusuf Çavuş’u da bir oğlu gibi görür ve ondan özel, resmî bazı konuları söylemekten çekinmez. Yusuf Çavuş’a oğlu gibi güven duyar. Yusuf Çavuş bu güvene lâyık olabilmek için elinden geleni yapmaya çalışır.
_____ romanın devamı var _____ EKREM GÜRER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.