- 325 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HÜZÜN
Anadolu toprakları her zaman duygusaldır ve pek çok önemli söz, insan hayatındaki dramı anlatmakta yoğun olarak kullanılır. Özellikle hayat üzerine ve yaşanmışlıklara hitap edecek birbirinden güzel sözler, insan yüreğindeki dramatik etkiyi en iyi şekilde yansıtır.
Yaşamın mutluluk, korku, heyecan, depresyon gibi birçok boyutu vardır. Hüzün de bunlardan biridir. Hayatımızın bir gerçeği olarak karşımıza çıkan hüzün, yüzyıllar içinde farklı isim ve manalarda kullanılmıştır. Kimi zaman müspet kimi zaman menfi olarak görülmüştür. Bazen tedavi olunması gerektiğine bazen de sahip çıkılması gerektiğine inanılmıştır. Kur’an-ı Kerim’de ise hüzün genelde korku ile birlikte geçer ve Allah kullarına “Üzülmeyiniz” diye buyurmuştur.
Bugün biraz arabesk takılmak istiyorum. Biraz aykırı, biraz isyankâr, biraz bunalım takılmak istiyorum. Bedri Rahmi gibi “Hüzün geldi başköşeye kuruldu / yoruldu yüreğim yoruldu.” diyorum ben de…
Postacı bile bulamaz o adresi. En güçlü navigasyon cihazı bile şaşırır bulamaz adresi.
O kayıp bir adrestir.
Peki, dostlar; siz o adresi bilir misiniz?..
Ama ben bilirim; bilirim ki hüzün, bir uzun cümledir bitmeyen. Sonu gelmeyen bir gece, dinmeyi bilmeyen bir uzun yağmurdur hüzün. Karanlıklara düşen gözyaşında, boşluğa karışan uzaklarda saklıdır belki de hüzün.
Hüzün, nasıl taşar bir insandan dışarı; taşar da, nerelere bulaşır ve fark edilir?..
Hangimiz bilebiliriz Allah aşkına, karşımızdakine belli etmemeye çalıştığımız hüznün, bir eşyada, duvar renginde, yer döşemesinde, boyalarda aksedeceğini ve eninde sonunda kendisini fark ettireceğini… Kimin aklına gelir!..
İç içe karışmış duygularla, yorgun yüreğimizde iç çekişlerin yürümeye başladığını duyarız zaman zaman. Bir akşamüstünün yorgun kanatlarında süzülür kimi zaman içimize, sıcak bedenimize yayılır. İşte o zaman düşüncelerimiz solar, kış olur, üşütür bedenimizi.
Hüzündür bu…
Yaşam bir kargaşa…
Bu kargaşada yenik düşmemek için; sahte gülümsemelere, anlamsız isteklere, sabırsızlıklara, yok oluşlardaki hiçliklere, ulaşılmayan sevdalara, çatlamış dudaklardan dökülen anlamsızlıklarla bezenmiş sözlere, yalnızlık oyunlarına, öncesizliklere ve sonrasızlıklara aldırmaz görünürüz de ruhumuzun derinliklerinde sustururuz isyanlarımızı.
Hüzündür bu da...
En özel duygudur hüzün.
Aynalara yansımasından bile çekindiğimiz sarmaşık duygular korkusudur. Kalabalık yalnızlıklarda gözyaşlarının alaycı gidişine engel oluştur. Türlü özlemlerle yol çizilirken alınan yaralar, yakılan içler, küsmeler, barışmalar, hayal kırıklıklarıyla tanışmalar, yarısında kalınan sevdalı bakışlar zaman dilimlerinde, git gide büyüyen bir arşivde saklanmıştır. Hatırlamak yorucudur çoğu kez.
Acılar yüreğimde iz bırakıp gitti diyenlere, geceleri yıldızlara bakıp umutsuzca geçmişi düşünenlere, düşüncelerine yağan yağmurlarla yüreği üşüyenlere, bekleyerek geçen zamanına acıyanlara, sevmekten korkanlara, özlemlerini avucuna alıp yaşanmışlıkları yüreğine sığdıranlara, en güzel özlem şarkılarını defalarca dinleyenlere, savrulmuş bir tutam hüzün…
Yaşamak gerekir hüznü. Hüzünleri alın yüreğinize; içinde hüznün olmadığı yürekler eksiktir
Suskunluğa bulaşan bir kadındır ya da hüzün; yanağını otobüsün camına yaslayıp içinden içine bir yolculuğa uzanan o mahzun bakışlarda gizlidir hüzün. Elinde kalın bir kitap, parmaklarıyla saçlarında bir garip gezintiye çıkan ve onun uzaklara akıp giden gözlerinde duyumsatır kendini bize hüzün.
Kuşların kanadına rengârenk uçurtmalar takan bir uçarı bakış, o masum yanaklardan akan bir mahcup gülüştür ya da hüzün.
Şiirdir hüzün, şairdir. Ahmet Haşimler, Turgut Uyarlar, İsmet Özeller ’de kendini bulur belki de hüzün. Onların şiirlerine, acılarına, hayatlarına yapışan, damarlarından akan acı bir gerçektir hüzün.
Bir şiir yazarsınız, hüznünüz bedene bürünür kâğıtta. Ama derler ki hüzün şiirin anasıdır…
Bir resim yaparsınız, köşesinde bir yerde mutlaka görürsünüz hüznü. Bir beste yaparken, illaki yerleşir bir notanın kuyruğuna hüzün. Romanlar hüzünsüz olmaz. Bazı binalarda, hüznün en güzel yansıması beliriverir aniden. Bütün bunlar belki bir farkındalıkla oluverir yahut dalgınlıkla, kim bilir belki de kasten yansıtılır hüzün…
Hikâyenin kendisidir asıl hüzün. Mustafa Kutlu’da vücut bulmuş halidir. Beyhude Ömrüm ‘dür, Yoksulluk İçimizdedir hüzün… Her biri ayrı ayrı alıp püskürtür çünkü üzerimize hüznü.
Ve… Trende Bir Keman... Hüzün değildir de nedir?..
Sadri Alışık’ın gülüşünde, siteminde, duruşunda hayat bulur bazen hüzün; Türkan Şoray’ın kapkara gözlerinin tiril tiril titreyişinde, ya da Yılmaz Güney’in kıtalar boyu o upuzun susuşunda. Ve Şener Şen’in Muhsin Bey olup çiçeklerle konuşmasında birdenbire ekranda büyüyüverir bir hüzün, gelir başköşeye oturuverir.
Hüzün romanlardır aslında. Bizi çepçevre kuşatan, yoran, düşüren ve tekrar ayağa kaldıran romanlarda saklı bir hazinedir hüzün. Peyami Safa’dır hüzün; Yalnızız romanında Samim’dir, Necile’dir. Ahmet Hamdi Tanpınar’dır hüzün; bir türlü kavuşamayan Mümtaz’dır, Nuran’dır, Huzur’dur yani hüzün. Sevmektir ama kavuşamamaktır; aşktır hüzün. Sabahattin Ali’nin o ölümsüz romanlarında birleşemeyen dünyalardır belki de hüzün.
İç içe karışmış duygularla, yorgun yüreğimizde iç çekişlerin yürümeye başladığını duyarız zaman zaman. Bir akşamüstünün yorgun kanatlarında süzülür kimi zaman içimize, sıcak bedenimize yayılır. İşte o zaman düşüncelerimiz solar, kış olur, üşütür bedenimizi. Hüzündür bu…
Kimse bilmez içinde ki yangınları... Bundandır duygularının kimsesiz kalışı, duygular fikirler hisler hepsi birer düzen üzerine kurulan konuk oyunculardır.
Sen her zaman gerçekleri ararsın bu düzende sürekli sorgularsın seni yargılayan her şeyi ve herkesi. Bazen kimliklerini gördüğün insanları bile sorgularsın çünkü yazan rakamlar ve harfler sana güven kazandırmaz öyle bir haldeyiz ki güvencini yitirmiş insanlara gerçekler bile bir şey ifade edemez. Doğru sanılanlara yürüdüğümüz yolda yanlışlarımız düşürür bizi, tekrar kalmak için tutunduğumuz eller kırar dizlerimizi ve sonra gömülmek isteriz karanlığa, ışıklar aydınlatamaz yüreğimizi ışık saçan gülüşler olmadıkça. Sadece doğruyu beklediğimiz anlar olur ya hani yalansız ve tamamen gerçek işte o an hiç gelmez kimi zaman geldiğini sanarız ama sandıklarımızla kalırız...
Sonra bir gün vazgeçeriz doğruyu beklemekten öyle bir vazgeçeriz ki gelmeyen yalanlara inanır gelen doğruları elimizin tersiyle iteriz. Hayatta olmaz dediklerimiz olur asla yapmam dediklerimizi yapar ve içimiz kan ağlarken bile güleriz ama hüzün dudağımızın kenarında asılı durur görmezler. Ya da kirpiklerimizde iki damla nemi fark etmezler…
Bazen de mevsime inat hüzün sarar insanın ruhunu. O güne kadar belki bin kere dinlediği bir şarkı, gözlerinden yaşlar süzülmesine neden olur. Odalara, evlere sığamaz olur o anda. Alıp başını gitmek ister, hiç yaşamadığı iklimlere.
Ne demiş Sabahattin Ali;
“Beni en güzel günümde
Sebepsiz bir keder alır
Bütün ömrümün beynimde
Acı bir tortusu kalır”
O acı tortuyu bir türlü söküp atamaz, yok sayamaz insan. Kendini - deyim yerindeyse - dağıtmak ister. Aslında böyle anlarda dağıtmak, bir anlamda toplamaktır kendini.
Sevimli bir kedi yavrusuna kimliğine bürünür, hüzünlü bir kadın. Biri başını okşasa, peşine takılıp gidecektir, sorgusuz sualsiz. Bunu hem çok ister, hem de olanca gücüyle kaçar bu istekten. İkiye bölünür kedi yavrusu kimliği. Başını okşayanın içtenliğinden emin olamaz çünkü. Gitmese, bu kez bir başına kalacaktır yaşamın ortasında. Adı ister ikilem olsun, ister paradoks, bir türlü aşamaz hüznünün ruhunda yarattığı karmaşayı.
Soluksuz kalıncaya kadar koşmak, gücü tükenene kadar dağlara tırmanmak, sesi kısılana kadar bağırmak, gözünde yaş tükenene kadar ağlamak ister ’ Hüznüm beni boğuyor, farkında mısınız? ’ dercesine. Tıpkı uzun yıllar önce yazdığım dizeler gibi;
Kim koydu bu son damlayı bardağıma?..
Taşıyorum!..
Bırakın!.. ben hüzünlerimi severek yaşıyorum...
Bazen de hüznünü kandırır insan. Gülümsemesinin asıl nedeni de budur bu yüzden, hüznünü kandırıyordur. Kendisi alıp başını gitmeden, hüznü başını alıp gitsin istiyordur. Hüzün dediğin de öyle kolay kolay gitmez ki. O güzelim şarkıdaki gibi, deli dalgalarla gelir, gönlünün kıyısına vurur insanın.
Hilmi Yavuz’un Nazım’a yazdığı şiir ne güzel başlar;
“Hüzün ki en çok yakışandır bize
Belki de en çok anladığımız”
Hüzün insana neden yakışır?.. İnsanın ruhunu inceltir de ondan. Ve ruh inceldikten sonra geri dönüşü de yoktur. Gitgide daha da incelecektir, ta ki şeffaflaşana kadar. İnceldikçe kırılganlığı daha da artacaktır şüphesiz. Gözlerinin dolmasına; bir cümle, bir şarkı sözü, bir melodi, bir film seyretmek, bir kuş cıvıltısı duymak, bir dosttan ’ Nasılsın, seni merak ettim ’ cümlesini duymak bile yetecektir
Ne güzel anlatmış Attila İlhan hüznü, Elde Var Hüzün şiirinde;
“Söyleşir
Evvelce biz bu tenhalarda
Ziyade gülüşürdük
Pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha Kuşlarının
Ne meseller söylerdi mercan köz nargileler
Zamanlar değişti
Ayrılık girdi araya
Hicrana düştük bugün
Ah nerde gençliğimiz
Sahilde savruluşları başıboş dalgaların
Yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
Elde var hüzün
O şehrâyin fakat çıkar mı akıldan
Çarkıfeleklerin renk renk geceye dağılması
Sırılsıklam âşık incesaz
Kadehlerin mehtaba kaldırılması
Adeta düğün
Hayat zamanda iz bırakmaz
Bir boşluğa düşersin bir boşluktan
Birikip yeniden sıçramak için
Elde var hüzün”
Ve bazen hüznü anlatan bir şiiri, hüznü anlatan bir şarkı eşliğinde okumak dağıtır ağdalaşmış bir hüznü. ( Çivi çiviyi söker gibidir bir anlamda.) Bu dağıtışla toparlanır, başını okşayan elden vazgeçer, kendine yetmeyi, iç dünyasının güzellikleriyle kendi yağında kavrulmayı öğrenir insan.
Her gün bizi sabahın koynuna sokup ötelerden akıp gelen Farid Farjad’dır bazen hüzün. İstanbul’dan gelir bazen tınısı, bazen Tahran’dan. Onun soylu ve yoksul ve yetim kemanından boşanan sestir işte hüzün. Nefestir. Ve bazen Sezen Aksu olur bu hüzün; onun buğulu sesine karışır kelimeler, harf harf dünyalara dökülür, akıp gider… Türkü olur, şiir olur, bakış olur, söz olur…
Bizim içerimizdeki hüzün Toros dağlarında, Çukurova’da ve Seyhan, Ceyhan ırmaklarında binlerce yıldır mayalanarak gelen bir hüzündür.
Hüzündür aslımız ve soluğumuz. Karakeçililerdir soyumuz, boyumuz, obamız… Biz mertlikten başka bir şey bilmeyiz…
Duygusal yanımın ağır basması, mantıktan ziyade genelde duygularımla hareket etmem sebebiyle kendimi sık sık üzülmüş halde bulurum. Özellikle geçmişin karanlıklarında kara toprakta bıraktığım atalarım yâdıma düşünce.. Bazen o hüznü yaşamak için kendime izin veririm bazen kendimi iyi edecek şeyler bulmaya çalışırım. Bazen de acılı anlarımdan ortaya somut bir şeyler çıkarmaya çalışırım; bir yazı bir şiir gibi.
Evet, işte böyle, dostlarım siz “HÜZNÜN” bulunamayan o kayıp adresini bilir misiniz?..
Ama ben bilirim / ama ben size anlatamam. Dilim dal, yüreğim yangın yeridir.
Anlatmak için aradığımda kelimeleri, düşünürken size ne diyeceğimi, kaynar volkanlar akar damarlarımdan…
‘Yaz beni ey Kalem!.. Kalbim hüzün denizine öyle daldı ki. İnsanlar acımasız, vefasız. Yaratandan başka kimim kaldı ki?.. ‘
Ne zaman biraz mutlu oluyor gibi olsam, hemen hüzün kapımı çalıyor…
Velhasıl sen ve hüznün başbaşa bir yalnızlık içindesindir.
Ölürken de yalnızsın, ölürken bile son nefeste asılı kalır hüzün dudağının kenarına.
Tabutunun etrafındaki yabancı elleri hissettiğinde anlarsın hüzün basar ruhsuz bedenini.
Son cümle ‘’iyi bilirdik’’ cümlesi değil midir?.. Velhasıl “yalnızlık iyi şeydir, herkes gider ama hüzünle birlikte o kalır…”
Susmak gece gibidir bazen en siyah renkleri bile örter. O nedenle sabahın bu saatinde, gece oluyor ve hüzün konusunda son sözü Hz. Mevlana’ya bırakıyorum;
“Hüzün olgunlaştırır, kaybetmek ise sabrı öğretir, kaderi sev, varsa kederini sev…”
Her bir yüreğe uzun sağlıklı ve mutlu günler dilerim içi sevgi dolu.
Sevgiyle, sevdiklerinizle tüm kirlenmişliklerden uzak, mutlu gülen bir yüzle, sevin, sevilin, hayat sevince güzel ve diyelim her bir cümleye; atalarımızdan emanet aldığımız bu Vatanın sahipleri yalnızca bu Vatanı karşılıksız seve bilenlerdir…
Mutlu, umutlu, acısız, gözyaşsız, bereketli günler dilerim. Gönül soframdan gönül sofranıza muhabbet olsun… Hoş kalın hoşça kalın ama her dem sevgiyle dostça kalın... Bir gün, bir yerlerde, görüşmek ümidiyle…
#öskurşun#
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.