PERVASIZ GÖNLÜN KIYAMA DURDUĞU...
Köhne dokunuşlarında hayatı imleyen,
Bir süzgeçmişçesine, aşkımı demleyen, Varsıl şafağı gök kubbenin şu dergâh, An’ı kayıp bir fani, İndinde tek bir hutbenin, Dudakları kan revan bir minval, Yitiminde onca hezeyan galip gelmiş bir kez, Buğusu dağınık ömrün efkârı, Haznesi kısık bir feryatta saklı. İsyanların indinde bir soy kırım, En sivri mekânında anlık hezeyanların, Vakur bir iç çekiş. Addedilen bir tünelin dipsizliği kadar Hayra alamet olsa keşke şu münafık düşler, Peyda olan hezeyanı silse bir dokunuşta Aşk makamı sicilinde beyhude bir imge, Göreceli mekânların en sivri dili iken Şu cebi yırtık cübbe. Hanidir arsız bir söylenceden arda kalan, Yerli yersiz bir dokunuşa meyleden, İsi dipsizliğin tek hamlede son bulan, Yine de yitip gitmelerin kilidi iken Kapalı açılmamak üzere. Yıkık bir mabet kadar konuşlandığım anlamsızlığı Soluk tenli ikrarında nöbete durmak olsa da En muhalif işkence. Tahammülsüzlüğün esir aldığı yürek kampında Tahayyülü en zor ikilem tüm o yansımalardan türeyen, Bilinmezliğin pervazında ahkâm kesen bir bulut, Dağınık aklın kelamı olsa da üç beş cümle Ve saklı nefretin derinden soluyan öfkesine Çalakalem bir dokunuşla… En metruk tecelli şu pervasız gönlün kıyama Durduğu anlık bir hezeyan payidar olan Ve ansızın soluduğum o gülüşün yüzü hürmetine, Damgaladığım zarfı yürek sesimle titretirken Gök kubbeyi, soluk bir bestede sakladım gamı, Sığdırıp ömrün tekerine. |