Anıların Öyküsü ( ÖYKÜ )Şiirin hikayesini görmek için tıklayın Çocukluğumuz
Bin dokuzyüz elli sekizli yıllardı, Çandır mahallesinde geçti çocukluğum. Hacıkılıç mahallesi bizim komşu mahallemizdi. Mahallemize yapılan Salihavgın İlkokulunun yerinde büyükçe sebze bahçesi, ortasında sulama suyu dinlendirme havuzu bulunuyordu. Okul ile Devlet Hastanesi arasında bulunan boş arsa, sabahları ahırdan çıkan büyük baş hayvanların yayılmaya götürülmek için toplaşma alanı, aynı zamanda hasat mevsiminde harman yeri okarak değerlendiriliyordu. Boş olduğu gün ortası zamanlarında ise biz çocukların oyun yeriydi.
O yıllar fakirliğin bir de akla ne geliyorsa yokluğun kol gezdiği yıllardı. Şeker,yağ, gaz yağı karne ile temin edilebiliniyordu. Bu sebeple tatlandırıcı olarak pekmez, yemeklerde kemik yağı, yemek pişirmek için hali vahdi yerinde olanlar gaz ocağı, fukaralar da zerzemin tandırını yakarlardı. Hemen hemen her evde hayvan ahırı, bu ahırlarda sütü için büyük baş hayvan beslenirdi. Sabahları ahırlardan çıkartılan hayvanlar, tımarı yapıldıktan sonra hoo sesiyle sırtına vurularak toplaşma yerine gönderilir, akşamları da çobanın aynı toplaşma yerine getirmesiyle, hayvanlar kendiliklerinden evlerine yönlenirler, kapıya geldiklerinde böğürerek haber verirlerdi. Çoban sabahları toplaşma yerinde toplanan hayvanları, yayılmaları için Kangal köpekleri nezaretinde Karpuzatan yazı mevkine götürürdü. Bazan ev sahibinin yüzünden sürüyü kaçıran hayvanlar sürüye yetiştirilmek için koşturulur, sürüye dahil edilirdi. Biz çocuklar diğer mahalle çocuklarını ya sürüye koşuştururken, ya okuldan, ya da oynadığımız mahalleler arası iddialı yöresel oyunlarımızdan tanırdık. Çapar mahallesi çocukları oyunda, bizim mahalle çocuklarından bayağı iyi idiler. Onları yenmek için sapanla taş atmada usta olanlarla antrenmanlar yapardık. Sapan yapılışından, tutuş şekline, bir ucunun serbest bırakılarak şaklatılması, aya ya yerleştirilen taşın karşı tarafa fırlatılmasına kadar ne varsa öğrenirdik. Oyunlarıyla galip gelen mahalle çocukları, diğer mahalle çocuklarını pes ettirmesiyle sonuçlanırdı. Ertesi gün ders arası teneffüslerde baskın taraf zafer kazanmış edasıyla dalga geçer eğlenirlerdi. Tabi yenilen gurup diş bileler, hırsını bir sonra ki oyuna saklardı. Bahar aylarında, uçurtmaların kamış çıtaları bir birine çatılarak altıgen hale getirilir, rengarenk parşömen kağıtlar hamurla yapıştırılıp kaplanır, gün batımına yakın okul bahçesinde veya sürü toplaşma yerinde toplanarak rengarenk uçurulurdu. En büyük uçurtmayı kimin yaptığı uçurtmasını uçururken etrafında toplaşan kalabalıktan belli olurdu. Gün batımıbdan sonra galip olan uçurtmanın püsküllü kuyruğuna parşömen kağıdından yapılmış körüklü fener takılır içerisine yanan mum konularak gök yüzünde salınan ışık hzmesi oluşturulur mahalle sakinlerine zevkle izletilirdi. Sönmeden veya alev almadan hangi uçurtmanın gök yüzünde daha çok kalacağı heyecanla izlenirdi. Bir de, topaç çevirme oyunumuz vardı. Biz ona fırıldak derdik. Fırıldağımız Sert ağaçtan tepesi şişkin uca doğru konikleşen ve ucunda demir kabarası olan bu oyun aracıydı. Kabaradan şişkin tarafa doğru sağlam pamuk ipliği sarıp, fırlatılarak uzun süre dönmesi sağlanan bir oyundu. Rengarenk boyanmış bu topaçlar aynı anda fırlatılır, uzun süre dönen oyunu kazanır,ödül olarak en az döneni alırdı. Bir diğer oyun, göbeği kurşunlu aşık oyunuydu. Göbeğine kurşun doldurulmuş besili koyundan alınmış cüsseli aşıklar her oyuncunun hayalini süslerdi. Diğer aşıklar oyunda piyondu. Oyuna katılan oyuncular iddialarına göre üç adım ileriye piyonlarını bir çizgi üzerine dizerler sıra ile adım çizgisini aşmamak kaydı ile ellerindeki kurşunlu enek tabir edilen aşıklarını, baş parmak ve işaret parmakları arasından piyonlara doğru fırlatırlar kim piyonlara çarptırarak piyonların çizgiyi aşmasını sağlarsa aşan aşıkları ödül olarak alırdı. Oyun, piyonlar bitene kadar devam ederdi. Ayrıca eğer enek aşık piyonlara çarptıktan sonra dik tarafından amut vaziyetinde durursa tüm piyonları aldığı gibi diğer oyuncuların enek aşıklarını da kazanırdı. Kazanan kaybedenlerin yanından koşarak uzaklaşır, evlerinin avlusunda keyifle kazandıklarını zevkle seyreder bir daha ki oyuna kadar zulasında saklardı. Kaybeden çocuklar tüm mal varlıklarını kaybetmişcesine üzüntülerinden biri birilerine kenetlenir, kaybettiklerini geri kazanmanın hesabını yaparlardı. O günün akşamı mutsuzlukları yüzüne yansırken, hüzünlerini gizlemeye çalışırlardı. Ebeveynleri anlamazlardı tabi ki duruşlarından. Bir de hafta sonu eğlencesi balık tutma yarışıydı. Buna pek oyun denemezdi zira bir nevi spordu. Ama spor olduğunu kim bilirdi ki o yıllarda.İşin ucunda iddia vardı., kim mera da bulunan tatlı su gölünden daha çok balık tutar, eve dönüşte en önde mahalleye girer en büyük benim dercesine balık sepetini havaya kaldır onun mutluluğunu yaşardı. Balık tutmaya gidenler gelemeyen çocuklardan, ebeveynlerden yaşa var ol tezahüratı ile alkış tutmalarını beklerlerdi. Bu galibiyetin hazırlığı akşamdan yapılır erkenden yatılırdı. Mahalleler arası oynanan savaş oyunumuzdan bahsedeceğim. Mahallemiz ile hasım Çapar mahallesi arasında Orta mahalle vardı. Bu mahallenin insanları çoğunlukla memur ve işçi sınıfındandı onlar çiftçilik yapmaz hayvan beslemezler daha sosyal yaşarlardı.Çocukları bakımlı ve temiz giyimliydiler. Orta mahallenin çocuklarıyla hiç ortak oyunumuz yoktu. Sadece okulda arkadaşlık ederdik. O dönemlerde okulda abone olmak koşulu ile derslerle ilgili dergiler dağıtılırdı. Biz bu dergilerden alamazdık zira velilerimizin dergiye verecek paraları yoktu. Ev ödevini öğretmenimiz bu dergilerden hazırlardı. Mecburen orta mahallede oturan arkadaşlarımızdan dergi yardımı alırdık çoğu da dergisini vermezdi. Savaş oyunumuzu harman yeri denilen aynı zamanda sığır sürüsünün toplaştığı meydanda oynardık. Sığır sürüsü baharla birlikte yaylaya gönderilir kış gelene kadar orada kalırdı. Harman zamanı mevsim itibarı ile ağustos, eylül aylarıydı. Dolayısı ile harman yeri bahar aylarında tam yaz aylarında kısmen bizim oyun yerimizdi. Savaş oyununu da burada oynardık. Savaş yapacağımız çapar mahallesinin çocuklarına aracı gönderir haberleşir, kararlaştırılan gün ve vakitte toplaşırdık. Silahımız sapanımız ve cep dolusu çakıl taşlarımızdı. Devlet Hastanesinin çaprazında, şehrimizin ilk çok katlıları olan beş katlıların yan tarafında bulunan arsada toplaşılır, yaklaşık yirmi yirmi beş metre mesafeden oyun düzeni alır, sapanlara yerleştirilen çakıl taşlarını bir birimize fırlatarak oynardık. Çoğu kez komşumuz Hacıkılıç mahallesinden yardım almamıza rağmen, yinede Çaparları yenemez, yediğimiz dayak yanımıza kar kalırdı. Aileler o yıllarda çocuklarına arka çıkmazlardı, ne okulda ne oyunda, öğretmen dövse dahi. Öğretmen dövmüşse bir bildiği vardır derdi babalarımız. Çocuk okula teslim edilirken " çocuk size teslim, eti sizin kemiği bizim" derlerdi. sapan oyunu akşamı yer sofrasında otururken, babamız bizimle yöre şivesiyle dalga geçerdi; - ne ettiniz bu gün gobeller, - yine mi başınızı gözünüzü patlattırdınız, - lan bir türlü öğrenemediniz ellam şu çapar mıymıntılarını yenmeyi. - hadi bakalım bir kere de siz yenin de görelim. Bir sona ki sefer sıra bizde yeneceğiz derdik. Babalarımız haytalığımızı görür, bize de hep aynı nasihatta bulunurlardı. - sizden bir şey olmaz pısırıh ödlekler hep dayak yer kös kös gelirsiniz. Bari okuyup adam olun da şu, çaparların başına çarşı ağası olun da onlara durmadan ceza kesin. - okumayacaksanız eğer söyleyin sanayiye çırah olarak vereyim de meslek sahibi olun. ………………………….. Velhasıl o yıllar okumayıp baba sözü dinleyenler, çıraklıktan başlayıp zanaatkar oldu akla gelmeyecek imalathaneler fabrikalar kurdular. Holdingleşerek sanayimizin ekonomimizin bel kemiğini oluşturdular. Okuyanlar ise benim gibi güya meslek sahibi oldular. Okumayıp sanatkarlıktan patronluğa geçenlerin kurduğu imalat hanelerde, fabrikalarda, Şantiyelerde maaşlı olarak mesleklerini icra ettiler. O günlerin anısına, yalanın menfaatin olmadığı çocukluk günlerimize ve oyunlarımıza dönelim. Çocuk oyunları, mahalle savaşçıkları asırlarca süre geldi. Ta ki yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar. Milletimizin gen yapısında vardı galiba savaşmayı çocukken öğrenmek. Yüz yüze mertçe savaşmak. Sonrasında kucaklaşmak. Oyunlarımız da düsturumuz mertlikdi. Bazen kaybettiklerimiz de oluyordu ama kazandıklarımız da oluyordu. Kazananı kucaklardık, en azından onurluyduk. Şimdilerde o geçmiş günlerimizi anımsadığımızda ebeveynlerimizin ve öğretmenlerimizin, verdiği terbiye ile övünüyoruz. Menfaatimiz için,vatanımızın onurumuzun satılmayacağını, Askerimizin, Polisimizin ve masum insanların kalleşçe arkadan vurulamayacağını öğrettikleri için. Bu çağın çocukları bilim ve fen çağını yaşıyorlar. Savaşmak gibi bir dertleri yok. Vatana millete faydalı olmak için öğretmenlerinden ilim ve fen öğreniyor, en iyisi olmak için yarışıyorlar. Boş zamanlarında sanal alemde genlerinde var olan savaşçılığı ekrana taşıyarak elli altmış santim mesafeden, klavye ve parmaklarıyla sanal savaşçıları savaştırıp tatmin oluyorlar. 150915 mcicek |