çay içerken bitmez film
Kaç istasyon geçtik haberim yok.
En son yemyeşil bir tepede, tek başına bir ağaç görmüştük. Gökyüzüne uzanan dallarından atarken saçın rengi yapraklarını, kökünü besler her sonbahar demiştin. Gökyüzünde eline benzer bir bulutu tutmaya çalışırken, bir kuşun hızla kanat çarpışı vurdu kulaklarıma, saçlarıma değdi ellerim, aralanmış pencereden vuran rüzgarla dağıttım tekrar. Her renk birbirine girdi bir an, yeşil, mavi, sarı, turuncu. Amatör bir ressamın dokunuşu gibi şekillendi alaca bulaca tablo, tutup bir kenara astım. tıkır tıkır tıkır tıkır ... Vagonlarda ki sesler kulaklarımda uğuldadı, ne çok sözcük dağıldı gökyüzüne, geride kalan yollar gibi, söylendi bitti raylar altında. Bir istasyonda durmuştuk, kumral bir çocuğun üstünde omuzları düşük bir palto cepleri dolu ve ağır. Loş ışıktaki sarı gözleri takılmış raylara bir avucu dolu diğeri havada inip çıkan. Cebinde ki taşları teker teker ağır ağır savurdu raylara, önce bir tık sonra iki sonra bir daha bir dahakinde sağa sola çarpan iki ses. Bir yandan dolarken rüzgar sesi, kağıt kadar aralık pencereden, her atışta dilini damağına vuruşu, taş sesleri ve bir tren düdüğü, ömrümde böyle senfoni işitmedi kulaklarım. Hey çocuk heey ! Ne kadar hazırmış kulaklarına değecek bir sese. Küt saçlarını savurup çevirdi, sarı gözlerini gözlerime, cebimden çıkarıp bir kağıdı, buruşturup fırlattım ayaklarının ucuna, alelacele iki kelime yazıp. Koştu çocuk, araladı, bir taşla düzeltti buruşmuş suratını kağıdın. Bir tebessüm asıp paltosuna, katlayıp soktu göğsüne ve bütün taşları saçıp raylara, son notasını vurup yürüdü hızlı hızlı. Taşları düşündüm giderken tren, paslı raylarda, Bir çocuğun taştan senfonisini. Sahi, bu rayların pası gidişlerin gözyaşımı demiştim ya sana artık biliyorum cevabı. Cılız ışıklı istasyonlar ve herkes el sallarken sevdiklerine, yolculanamayacak kadar yalnız bir yolcunun boşluğa salladığı eli, sallanırken havada, bir istasyon bekçisi kaldırdı elini karşılık bulan vedasıyla bir yolcuydu artık yolculanmayan. Bir uğurlayan bulmuştu gidişine, gözyaşları, tebessüme dönen dudaklarına değdiği vakit dahada hızlanan elleri ile bir filmin en dramatik sahnesine döndü ortalık, en kral filmi getirseler namı okunmazdı bunun yanında. Belki bir Türkan Şoray filmi değildi, pencereden uzattığım saçlarım, karmakarışık havalanırken, dudağının üstünde ne bir ben ne de bir gamzem yoktu yüzümde. Omuzlarımda bir kürk yerine hırkan vardı, üşümeyeyim diye sardığın. Gözlerim bir ahu sayılmazdı ama sen yeşilini çok severdin, makyajsız yüzündeki benleri sayardın ben uyurken, sana şiirler yazdığım sarı defterin sayfaları dağılırken rüzgarda ki ne sen fakir oğlan nede ben zengin kızdım, sadece iki korkaktık, bir durakta inmeye bile korkan. Arka perondaki teyzeyi hatırladın mı ? Çayını tutarken sesin gibi titreyen ellerine bakıp dolan gözlerini, ben hiç unutmadım kazıdım göz bebeklerime. Şimdi, o titrek ışıkların vurduğu adını bilemediğim, kırık tabelası fersiz sallanan, o renksiz duvarların yuttuğu istasyonda, yüzün o kadar güzeldi ki yarısı yalarken yüzünü güçsüz sarılığın, yarısı ulaşamayıp gölgeledi alnında ki beni. Elimi cebime attım ufak kağıt parçasını aradım, sana karaladığım. Doğru ya o istasyonda ki çocuğa vermiştim, neden güldüğünü şimdi anlıyorum, ’benimle kal bir istasyon daha’ , bir çocuk için fazla iddialı bir söz olurdu. Kaç istasyon geçtik, hatırlamıyorum. Hırkanın yakaları ıslanmış, böyle dağınık uyumam oysa, ağlamış mıyım ? Göğsümde ki başını fark etmek uzun sürmedi, ya bir düş, gördüğüm ya da uyanmak istediğim bir kabus. Arka peronda ki teyze geldi, ikimizde, titrek ellerimizle çaylarımızı içiyoruz şimdi. Seni sordu, neredesin ? Hem nerede görülmüş, kadınların mendillerini,erkeklerin kirpiklerini ıslatan, en güzel filmlerin asıl kız çayını içerken bittiği. |