iZ...yazmaktan çok hapşırmak arzusuyla çırpınan tıkanmış bir kalemin gittikçe tükenen gölgesi; henüz yazılmamış bir mektubun yazılmakla kağıttan uçak olmak arasında gidip gelen eleminin üzerinde... ufku tepecik ve dağcıklarla o dağcıkları örten gri bir gökyüzü ve o gökyüzüne ulaşan yalancı bir patikayla bir kol uzaklığı kadar yakınlaştıran penceredeki buğunun bütün mesafelerin yok edilebileceğini empoze ettiği yanılsatıcılığı nın yanından, bütün birikimimi kullanıp kaleme bir mendil kağıda bir hava alanı buğuya bir sünger temin ederek uzaklaşıyorum... ayaklarım caddelere doğru sürüklüyor beni çıkarıyorum ayakkabılarımı çıplakken daha iyi anlıyor ayaklarım beni eğilip onlara sokaklara uğramadan caddelere uğramaz bahar diyorum. sağ baş parmağım solun sakalını sıvazlıyor bilgece "haklısın" diyorlar "gidelim" ilk köşeden sapıyoruz. yerde küçük büyük çukurlar ağır yüklü insanların açtığı... şimdi kuru gibi görünen ama öyle olmayan bir nehrin soğukluğunda akan yüzlerce kederin "bizi bırakma" yapışkanlığıyla yürüyoruz. derken sokağın kederi tenimdeki bütün gözenekleri kullanarak tırmanıyor dudaklarıma ve uzun zaman önce düşmesi gereken o cümle -bahar gecikti belki de gelmeyecek…- sanki gitmeyeceğini anlamış gibi güzün yüzüm, sıvaları aşınmasın diye kapatıyor pencerelerini. derken kulağım ya da burnum bir sıcaklığın kokusuna kenetleniyor bir yerlerde martı sesi ve kıyıya vuran dalgaların duyumsaması oysa bu şehre deniz hiç uğramamış. adımlarımı hızlandırıyorum. fırtına baharın sesini engellemiş olmalı. bir semazen gibi çaprazlamasına yukarı ve aşağı iki kola ayrılan dönemece geliyorum. sanki ezelden beri kuvvetliymiş gibi nefesim, heves ediyor bulutları dağıtacağına ama ayaklarım yorgun "şimdi tırmanmaktan çok kaymalı" diyorlar bir bayırdan aşağıya. üç beş adımımda ihanet edeceğini bilmezmiş gibi onların ne bir kapı ne bir pencere korkuluğundan tutunmayınca tespih böceğinin sabrıyla seke seke yuvarlanıyorum. kalktığım yerde bir mandalinacı 2 mandalina alıyorum gömleğimi verip içlerini boşaltıp yapıştırıyorum kulaklarıma deniz kabuklarını ayrımsadığım anlar geliyor aklıma uzaklardan bir ses bekliyorum. mesafeler sesleri engellemiş olmalı. yağmur şarıltılarından başka bir şey duyulmuyor. üşütme buralarda diyorum mandalinacıya. "şurda bahara ne kaldı diyor" irkiliyorum. sakallarım eski çalı süpürgeleri gibi suya muhtaç, sudan uzak, tozlu, çabaları nafile tutamıyorlar yağmur damlalarını. delik saçakların altında yürüyorum saçlarıma küflü suların umursamazlığı bir apartmanın girişinde bir iğde kokusu bahar buraya uğramış olmalı. katlar çık çık bitmiyor. her dairede aynı yazı “mevsimdir dönecektir" derken dönüyorum aşağı ve sokağa. zaman git gide soğuyor... ilerden bir okul dağılıyor çocukların yüzlerinde bahar umutlanıyorum. biri çantasını açıp bir kitap çıkarıyor. boş bir defter çıkarsaydın diyorum. "yazarak daha iyi öğreniliyor “diyor bunu boşluğumun ortasına yazıyorum. kitaptan bir yaprak koparıyor yaprak diyorum baharı hatırlatıyor. parmaklarının ucuna basıp göğsümdeki küfleri siliyor temiz bir sabahın kokusu bu diyorum. derken alıyorum elinden yaprağı ve bakıyorum ki yemyeşil bir ağaç yağmura tutup küfünü siliyorum ağacın. katlayıp koyuyorum cebime. ve soruyorum çocuğa baharı gördün mü? bütün çocuklar kulak kesilip sıra halini alıyorlar derken koro halinde bir senfoni. "cik cik cik de cik cik cik cik cik cik de cik cik cik" "sesimiz hayatın dallarına kondu bahar yoldadır" diyorlar. bir şeyleri bilememenin çukurundan onlarca elle çıkıyorum yüzeye. çocuklar diyorum kanatlarınızı iyi saklayın çalmasınlar. çocuklar arttırıyor umudumu çocuklar varsa bahar yakınlardadır diyorum sonra utan diyorum kendime bunu çocuklar telkin etmişti sana bana bakamıyorum artık çocukların bakması gibi. gönlümü almalı gönlüme vermeli kendi olmadan yaşar mı insan? sanki gündüz görülebilirmiş gibi bu kadar net gözlerim sayabiliyor ateş böceklerini tek tek. yoksa "son bir -eve dön- uyarısı mı bu?" …diye çözmeye çalışırken beynim tanımlıyor uçan mavi bir poşeti -bir bahar rüzgarı olmalı böyle kurdeleler çizerek gitmezdi eğer bir ayazın uçurduğu olsaydı- iki saat dinlenmiş gibi dinç hangi deli yakalayabilmişse bir rüzgarı yanıma almayı unuttuğum bilinç yelesiz koşturuyor dört nala evhamımı. muallakta kalan bir bekleyişten muamması bitmeyen bir arayıştan dizlerimi dövdüğüm övgüyle geçip çıkmaz bir sokakta kilitleniyorum.. karşımdaki duvarda kömürle yazılmış yaşamlardan şarkılar. önünde dans eden mavi bir poşet acemi bir hokkabazın ilk gösterisi gibi dikkatini çekmeye çalışıyor emekleyen gözlerimin... sonra bütün kıvrımlar ve gıcırtılı sesler bahar rüzgarı sandığım o, ayaz oluveriyor bir anda çevremde. o benim etrafımda dönüyor ben yakalamak için onu kendi etrafımda. ısınması gereken bir ten nasıl soğursa bir dakikada öyle soğuyorum bir girdabın içine çekilirken çocukken beni korkutan bir soru düşüyor aklıma. "üşütünce neden en çok eller ve ayaklar üşür?" "çünkü azrail ellerinden ve ayaklarından tutar insanın ruhu bedenden ayırmanın başka yolu yoktur." sonra gök mü yere iniyor yoksa ben mi göğe çıkıyorum yoksa o mavi poşet mi geçiriliyor kafama mavileşiyor her şey bütün griliğin sonunda. kim demiş balıklar ve kuşlar aynı yerde yüzemez diye ulaşılmaz denen yere ulaştım bak yüzüyorlar işte benimle birlikte. suyun ve göğün üzerinde balıkların, kuşların kanadında bir göğe bir denize atlarken bir yere ulaştığını sanmanın sonsuz kulacı uykusuzluğunu alıveriyor yorgunluğumun kafamın üzerinden atılınca poşet baharı buluyorum karşımda bütün mevsimleri tek mevsimde birleştiren bir sohbetin kuşatması. ve soruyorum ona insanın arayışı ne zaman bitecek? cennet diyorum bütün arayışların bittiği yer mi? istediğinde insana güzel şarkılar söyler mi? şimdi diyelim ki bir ağaca verdim sırtımı orada kollarımdan yoluna devam ediyor bir sürüngen sürüngen yoluna devam edecek belki ama peki ya ben? görürsem koca everestler aşmak isteyecek miyim? ya da etraftaki okyanusları ötesinde ne var diye sormayacak mıyım? belki de aşağısı diyeceğim bir şeyler olmalı. yani içimde titreşen bu merak bütünümü kaybetmiş parçalarımın dağınıklığı hep birlikte toplanacak mı bir yerde? bu bitmez monolog kaçıncı sorusunda kalmışsa artık parmağını zar zor kaldıran ruhuma söz hakkı vermeye bir son veriyorum. dünya yine grileşiyor o mavi, o okyanusların gökyüzüyle utanmadan, çekinmeden sarıldığı uzaklık yine uzaklaşıyor. o ağacın resmini çıkarıyorum cebimden yazıldığı yerden sildiğim küf gitmemiş resmi başımın arkasına sıkıştırıyorum. altımdaki taşlar deliniyor inceden kaşlarımın üstünde bir ağacın gölgesi uzuyor buzun ve ateşin karmaşasında saçımın teri temizliyor resmin üzerindeki küfleri yaşamımın kimyası can veriyor hayata... |
dünya yine grileşiyor
o mavi,
o okyanusların gökyüzüyle
utanmadan, çekinmeden sarıldığı uzaklık
yine uzaklaşıyor.
/
...
...