Ve Musa Ve İsa Ve Muhammed
derdimi anlatsam harrana karşı
ova donakalır keklik havalanmaz gülümsemez ceylanlar anlatamam nasıl bir hayınlıktı nasıl bir vahşet musa utandı kavminden başını eğdi isa baba bağışla onları ne yaptıklarını bilmiyorlar dedi utangaç muhammedin bir damla yaş süzüldü gözlerinden bu muydu ümmeti katil sürüsü ..... kıştı toru topu çeyrek vardı yeni bir yıla karasını beyaza katmıştı gece zemheri soğuğuydu üşüyorlardı dolunaydı bir kurt uludu hemen karşıda uludere hayattı solgun ışıklarına inat tutuvereceklerdi uzatsalar elllerini bir adımlık yol memleket dediğin na şurası ezbere bilirlerdi yıllardır teptikleri yolu ve katırları zaten aşinaydı mayına tehlikeye ölüme geçip gideceklerdi sıcacık bir selamla askere dededen miras onlar ki gavura aman vermediler antep urfa önünde ayrılığı gayrılığı yoktu gönüllerinin meydan okudular koca düvele ve elleri kenetli öldüler birbirlerine bölen para babaları değil miydi ve global eşkiyalar azgın kapitalistler baba yadigarı topraklarını şimdi pasaport lazımdı geçmeye karşı yakaya yıllar sonra anca kütüğe yazılan adları kayda geçmemiş babalarının duaları analarının okşamasıyla saçlarını hiç yaşamamış geçeceklerdi ..... oy heval beyaz tepe kan revan içinde kaldı kıyamet kavradı kervanı boylu boyunca yarıldı dağ eteğinde buram buram barut kokusu acıyla kıvranarak uzandı büktü boynunu usulca korku dolu ve bitkin kana doydu avlumdaki karanfil ..... uçaklar her biri birer seri katil her biri otuz dört cana saldırmış otuz dört can yoldaşı otuz dört kanayan yara ateş böcekleriydiler gayrı toplanıp kenetlenen mahşer gününde sonra dağılıveren paramparça herkes hısım akraba ölümüne iç içe ecelle herkes oluk oluk kandı kar vurulmuşlardı can evinden perme perişan şervanın eli değdi dereye on yedisinde ya var ya yok cayır cayır yanmıştı artık araftaydılar hayat kayıvermişti ellerinden ..... kalbim artık her gün otuz dörde bölünür kanar şah damarım kanar gözlerim her gün yeniden yakar da yakar ateş topları toplarım gencecik bedenlerin parçalarını daha çocuk yaşta daha gün yaşamamış oy beni beni yakanızda olacak mahşer gününde iki elleri hesap gününde günahına sevabına kefil olduğum bujeh ve roboskide hala sıcacık akıyor kanları ve sizi bekliyorlar reddederek ölümü gölge vermiyor artık selviler bir serhişin çaresizce ağlıyor mehmet fikret |
diye soruyorlar e-mektuplarında iki dostum.
Ve uyandırıyorlar, uyuyan közlerimi.
Bir ‘Uludere Irmağı’, evet, neden olmasın?
Allah’ın ırmaklarından biri,
‘Şiirin ve Cazın Irmakların’dan biri?
Diye soruyorum ben de kendime
Ve o otuz dört Kürdün Rabbine,
Uludere’de kana boyanan otuz dört dereciğin…
Ve Uludere’de Allahın göklerini bombalarla yırtarak
Allah’ı seven Kürtlerin başlarına yıkan tağut’a
Söylenecek söz bulmak için
Kendi küllerini karıştıran bu şairin Rabbine;
Kendisine Kürt mü, Türk mü, Ermeni mi,
Olduğunu sorana elinin tersini gösteren Allah’a,
Yani herkesin ve her çağın Rabbine, soruyorum,
Yazdığı kıssalar arasında, Bir de ‘Uludere Kıssası’,
‘Düşünenlerin, düşünüp ders çıkaracağı’
Bir Uludere Destanı, niye olmasın, niye?
‘Uludere’ için bir destan yazmak,
Uludere’nin oralardan geçen bir dere olmak,
Otların, taşların arasına saçılan kanı yuyup yıkamak,
Zamanın orasına, burasına sıçrayan,
Göğün kitaplarına, Tanrının web sayfalarına,
Tanrının Kâinatı doldurup taşan
Albümlerine, doğaçlama kayıtlarına,
Ve insanın suratına, alnının ortasına,
Ruhunun haritasına
Sıçrayan kanı yumak yıkamak…
Uludere de, orada, toza toprağa saçılan kaderleri,
Yazılmamış repliklerini, Kürt Hamletlerin,
Kürt Faustların ve Kürt Selim Işık’ların;
Kıyılan çocukluklarını, yeniyetmeliklerini,
Ve Dicle kıyısındaki kuzu melemelerini
toplamak o derenin sularına,
Ve bir yeryüzü dolusu gençliği
Ve gençliğin ölümlü tanrısallığını…
‘Uludere’ için bir destan yazmak, bir yeryüzü destanı,
Kürtçe konuşmayı bilen bir derecik olmak orada;
Kürtçe mırıldanmayı bilen ve Kürtçe susmayı…
Ve yedinci kat göğe çıkarmak havarlarını Kürt anaların,
Peygamber sessizliğini, dağ sessizliğini Kürt babaların,
Ve Diş gıcırtılarını Uludere’de kurdun, kuşun, toprağın…
Sonra çağıl çağıl zılgıtlarla dolaşmak şehirlerde,
Zihnin arka sokaklarında ve bilincin bodrumunda:
“Ulan, biz Allahın Kürdüyüz, Kürdü
Ve o’na dönüyoruz, kabul!
Peki, ya siz? Ya siz, neyi oluyorsunuz O’nun
Ve kime dönüyorsunuz?”
Susalım şimdi ama. Ve dua edelim, dua.
Uludere’den ulu bir dere gibi geçsin dualarımız,
Yerin ve göğün bolluk ve barış çağıltılarıyla
Akan bir dere olsun sabrımız…
Ve rahmet dileyelim, bolca rahmet dileyelim,
Allahın bu uzak akrabaları için değil yalnızca,
Dicle kıyısında kaybolan kuzular için değil yalnızca,
En çok ve öncelikle dindarları ve mirasyedileri için,
Rahmeti de, gazabı da büyük olan Allah’ın…
Gücün ayartmalarına karşı iyi sınavlar vermeleri
Ve Gemiyi kaçırmamaları için, onların;
Dün Dersimlerden, Ermeni kıyımlarından,
Sivas katliamından falan, falan,
Bugün Agos’un önünden ve ‘Uludere’den geçen
Ve Nuh’un oğullarını, kızlarını
Çetin mi çetin sınavlardan geçiren büyük gemiyi…
Öyle bir sınav ki çünkü bu, gösterecek bize
Ve dosta, düşmana
Ve yeryüzünün gelecekteki halifelerine:
Yeni bir tanrı mı arıyor bu devletlüler kendilerine,
Yeni bir tanrı-sevgisi mi,
Yoksa yeni bir tanrı ve insan sevgisi mi?
Cahit Koytak – Taraf
Şairin bir yorumcuya verdiği cevaba minik bir not; adaleti savunmak için bir tarafa küfretmeye gerek yok sevgili Şair. Yok tukaka, vay pkka, al sana bedepe, yuh sana akepe diyerek savunulmaz bir dava.. Durum tespiti yapılır, konu etraflıca ama kendi çerçevesi içerisinde tartışılır, selamlaşılır, vedalaşılır..
Hasan Tan tarafından 10/23/2012 3:41:34 PM zamanında düzenlenmiştir.