gökyüzü/toprak
ağlıyorum,
her bir damlamın özrü kendine… katıksız bir acı olsa da duyduğum aradığım felaketleri uysallaştırmanın yolları kulaklarımda yaşamın çığlıkları köşeye sıkışmış birkaç avuntu var elbet görebilene mesela kımıltısızlığına bakmalı taşların tuzaklar ve inatlar da biriktirilebilir ölüme şehrin ışıklarında ölen yıldızlar uçsuz bucaksız çöllerde sağdırlar diyebilir insan kendine hem ölenden bir kez daha söz edilmezse yeniden inanılır mı ölüme şairliğe yakışır bir cümle kurmalı belki de nasıl ki gökyüzü bir bakış kadar sığar göze toprak da bir beden boyu değil mi ölüme… gülgün |
Ne çok korkarız ölüme yazılı satırlardan aslında? ancak kendimiz yazarken korkusuzlaşırız belki. Yazdıklarımızı okuyanların korkularına aldırmaksızın, yazıveririz öylece. Ne gelse aklımıza, satır satır düşürüp aklımızdan, yazı karekterlerine kalem sürter, yazarız işte. Korkulu bir zaman mı ölüm, yoksa öykündürücü bir karar veriş mi, hepimizin mutlak sonu olduğunu bildiğimiz halde kaçtığımız o sokulucu ve sıfatlı, sıfatsız geliş mi bilinmez.
Bir beden boyu toprakta ölüm: bu kadarcık mıdır acaba? bir beden boyu kadar toprakla sıvalıdır belki duvarı ya, bir hayat kalıbıdır sanki ölüm. Ne diye kelimelerin arasından ölümü seçmeler ki? ne diye kayıtsız kalınamaz bu seçeneğin işaretlenmesine? ne gayip bir şeydir o ve ne avuçta durucudur...
İnkarsız ve itilafa düşmemiş bir yazıydı. Yalın, kendisi ve ürkmez bir yürüyüştü galiba. Peki ama nereye? kırgınlıkların, derişmen yok edişlerin ardınca gelmişti sanki bu satırlar. Yok edici bir karanlığa kına yakar gibiydi yazanı. Meçhul bir çağrıya, gelişsiz bir bakış gibiydi. Ölüme sık sık yapılan vurguda, sahici bir ölüm yer tutmamış, ama sanki ileriki zamanlardan ölüm devşirilmesine de zemin hazırlamış gibiydi. Bir başka açısı da, yok hükmünde bir yazıt, var kabilinden bir yanıt gibiydi. Başta da söyledim ya; kendimiz ölümü yazar, ölüme yazarken galiba ne kadar da cömertiz? ama ölüm okunurken duyulan şeyi bilince insan, sanki bu denli bir cömertlik gelmese diyor içinden...
Yazının anahtarları vardı. Ölüm vurgusunun, bir dokunuşla geldiği gibi bir sanrıya yol açıyordu. Bir yerlerden izlenmiş ve sanki, bir algısal gerçekliğe dönüştürülmüş gibiydi. Durum ve hal ekleri, düzenli satır inişleri, inşa edilen yapıtın temel taşlarına dönük ip uçları veriyordu. Bunca ağır ve kıpırtısız sözcük bir araya geldiyse, sanılandan daha büyükçe idi galiba getiricinin bıraktıkları, aldıkları. Neye yüklenseydi daha yeğdi şimdi kelimeler? neme lazım deyip yürümenin yetersizliği hak verdiriyor insana.
Bu platformdaki ilk yorumumu böylesi bir yazıya yapmak, bu yazıya bir nedenle değmek ve sonrasında tüm bunları söylemek, birbirlerini tanımayan insanların birbirlerine dair ne de ukalaca şeylerdi diyebilmesine dahi yol açabilir. Ancak galiba, yazılarımızı biraz da düşünmek için yazmaz mıyız ki? yazıyı tebrik edemiyorum özür dileyerek. Aslında belki yazım kurallarına uyuluşu, içerikteki geçişli, geçişsiz hal tebriği hak ediyor ya, yine de bu ölüm dokunuşları, bundan pek hoşlanmadım. Biz kaç türde yazıyoruz diye düşünüyorum bazan: kendimize, kendimizden, kendimiz için ve kendimizi anlatabilmek için başkalarına. Hangi kategoride bu yazı? ilk kez hepsi diyebileceğim bir yazı okudum gibi geldi bana...
Bir ucunda hayatın, bir diğerinde sonlanışın asılı durduğu halatlar, ne kuvvetle bağlı ise kendi yakamıza, o kadar onu oturtuyoruz iç seslerimize, kalemimize sanıyorum. Hayat bağlansa yakanıza sım sıkı? hiç kopmamacasına ve gitmemecesine? neye elimizle dokunsak, o kokar elimiz hem? neyi tutsa onun izi kalır avuçlarımızda?
İki satır da hayat için tunturaklı gazeller söylenir ve tüm satırlar nedense, sonsuzluğa gebedir... Bir bitiş kelimesi arıyorum ya, son getirmekten bunca kaçınan, son üzerine yazılı bir nakışa böylesi bakabilen sözcük dağarcığım, şimdilik bir final tümcesi getiremiyor yorumumun sonuna. Ekli, saklı, derli ve toplu bir kelime gerekiyorsa ille de, daha umut kokan yazılar görmek üzere demeli size...