FIRAT GİBİ... DİCLE GİBİ...
Sağır bir sessizliği hüküm giymişken
Dicle gibi hırçınca akan dünlerimiz, Fırat’a durur, durgunlaşır giderdik. Kimi zaman, güneşin saçlarına dolanır, Nemrut’ta yaşamın yüzüne dağılırdık. Kimi zaman da, gökkuşağına tutunur, Dağların semalarını rengarenk süslerdik. Ben, Fırat’tım! Kayısı bahçelerini dolanıp dururken Malatya’da, Tütün kokusuyla Adıyaman’da kendimden geçerdim. Nemrut’un heybetine bir yan bakış attığımda, Çiğ köfte acısıyla Urfa’da damağımı yakardım. Ülkem sınırlarını terk edip sessizce akarken, Çöl rüzgarlarına karışır, dağılır giderdim. Sen ise, Dicle’ydin! Dersim dağlarının koynunda gözlerini açmıştın. Bir çığlık gibi yankılanırken etrafında yaşam, Yüreği yanmış anaların feryatlarına dolanır, Belirsiz bir çaresizlik içinde kıvrılır dururdun. Somurtkandı yüzün, asilik akarken her bir yanından, Hasankeyf’te efsanevi bir aşka bürünür, Mem u Zin olur çılgınca sevdalanırdın. Ölümsüz bir sevgiyle ölümün kollarına düşerken, Botan topraklarında tarihi bir yüzle görünürdün. Sonra Diyarbakır surlarına özenip etrafına korku salar, Geçmişin gizemine doğru Mardin’de yol alır, Bağdat’ta Bin Bir Gece Masalları’yla büyülenirdin. Biz, Fırat’la Dicle’ydik! Suya hasret Irak çöllerinde el ele tutuşur, Basra’da insanlığın bağrına dağılır giderdik. Biliyorum, nice engelleri, fırtınaları aşmıştık; Biliyorum, var olmak için umuda sarılmıştık. Yaşanmamışlıkla, haksızlıkla doluyken bu hayat, Sonsuza dek sen bir Dicle’sin, ben de Fırat!... Süleyman ÇETİNKAYA |