Tanrımisafiri
kara kaplı sonu hüzünle biten ağır romanların birindeyim
ardına kadar açık bir kapının önünde ellerim arkadan bağlı -diz çökmüş ters kelepçeyim sevdiklerime öyle bir kapı ki bu gitsen gidemezsin çağrılmadan giremezsin.. çocukluğumun ayak sesleri var içeride babamın alın teri anamın hamurlu ellerinde bir yaşam boyu sürecek olan o maya telaşı kız kardeşimin düşlerini büyüttüğü beyaz elbisesi ve aksine bir daha hiç büyüyemeyecek olan ablamın gülüşü sobanın üzerinde devamlı kaynayan bir güğüm odayı harmanlayan yanık portakal kabuğu kokusu çıtır çıtır yanarken odunlar mutlu yüz ifadesiyle ninem var başucunda bileğine kadar kınalı elindeki bıçağın ucunda soyulmuş bir elma ağzında şükür bir kulağı ezanda "ortancaya bir mont almalı küçüğe de bir bot" deyiverince anam kadın utanç mı sevinç mi bilmem yoksa sobanın sıcaklığından mı kıpkırmızı oluyor yanaklarım çırpınıyor bağdaş kurmuş ayaklarım öyle aleni sevinirdim henüz böyle hırpalanmamıştı gençliğim.. en çok da ablamın huzurunu severdim gece olunca sessizce odasına varır hep yüksek sesle okusun isterdim o başucu kitaplarını hiçbir zaman kıyamazdı gözlerime küçümsemezdi çocuk aklımı bir koluna beni sarar bir elinde öyle güzel şiir okurdu ki.. annem olurdu.. şiir olurdu.. ben Süreya’yı hep kadın sanırdım hepimizden başka bir hâl üzerineydi zaten pek de bu dünyanın insanı değildi uzunca lacivert bir eteği vardı ayakbileklerine kadar sakınırdı bir de yaz kış üzerinden çıkarmadığı rengi soluk bir kot yelek hani derler ya "bir lokma bir hırka" ne birşey bırakabildi ne birşey götürebildi bir tanrımisafiri gibi geldi geçti.. |
bu da kurguysa
inan ben de kurguyum
dünyayı güzelleştirecek bir başka daha duygu
olmadığından...
eyvallah yüreğin ve erdemine.