Sino destanı
SİNO DESTANI
Eyyüp peygamber dergâhında bir adam! Eyyübün sabrında demlenmiş, iri cüssesi, kocaman elleri, yuvarlak küçük gözleriyle... Yüreğinde aşka yanan közleriyle, Sevdalısına verdiği sözleriyle... Urfa’dan bu yan... Yelesi rüzgâra bıçkı, kara yağız bir atın terkisine attı ’Sitte’yi. Töre amansız, Töre zamansız, Alır kaçan ve kaçırılanın canını... Vurdu ’Sino’ dağlara, Girdi yasaklı bağlara, Sığındı hurşitte berdiden huğlara. Şeyhanlı peşine adamlar saldı, Ellerinde sittenin ölüm fermanı, Ezdi geçti Sino, vermedi amanı. Kaçıncı dağı, kaçıncı dereyi geçtiler bilmem! Kaç gündüz, kaç gece yol aldılar bilmem! Vardılar bir ovanın başına. Tohum saçtılar toprağına taşına, Çocukları oldu boy boy, Ve davarları sürü sürü, Ve ekin tarlası, uçtan bir uca üç günde yürü. Ahh Meydan ke ; şimdiki adıyla meydan-ı akbez... Yurt edinmiş sino ağa, o kadim toprakları, Bir fırka! Bir Has tabur sürülmüş üstüne. Karacaoğlan şiirleriyle yüklenmiş göçünü, Deli halilin delilikleridir onu dara düşüren. Şimdi olduğu gibi, yalnız kalmış, Namluda kızılbakır, bir başına, Tek tabanca! 1800 lü yılların sonlarına doğru, bir akşam vakti, kızılca kıyamet bir yağmur eşliğinde, hadım katırlar taşımış göçlerini, Vurmuşlar dağlara, O dağlar ki çetin, O dağlar ki amansız, O dağlar ki geçit vermez... Önlerinde sürü sürü davarlar, Ardlarında, ferman elinde has ordular. Aşıp geçmişler sağır taşları, Karababayı, Batman pınarını. Yamacı yüksek kürtdağını mesken tutmuşlar, yeni bir yurt olmuş ona "Holil" köyü onlarca yıl. Holil köyü yüksek! Yüksekten daha yüksektir, Sino Ağa’nın gururu, ondan da yüksek, Boyun eğmemiş Kürt dağının ağalarına, Tutulmuş bir cenge! Bir cenk ki, yiğitlerin harman diye biçildiği, Hangi bebe hangi ananın kucağında bir bir seçildiği, Altı patlar ile canlara kıyıp geçildiği bir cenk. Bitsin demiş Kürt dağının ağaları, Bu cenk kıyımdan geçirdi bizi. Hachalil de, Köy meydanında, Barış yemeği vermişler. Her yiğide birer minder, Birer keçe sermişler. Barış olsun diye, Yetmiş çebiş kesmişler. Kimi der ki barış yemeğinde ağu var, Kimi der ki ağalar, sino’ya pusu kurar, Kimi der ki sino’nun kuşağında altı patlar. Oturdular yemek yendi sulh oldu, Hem tabaka, hem de tütün çok boldu, Doladı tütünü, kağıdı ıslatıp yoldu, Davrandı cepkendeki çakmak cebine, Dumanı derince doldurdu ciğerine. Bir kartal uçtu dutlardan yukarı, Boynunda beyaz benekli sakarı, Ürktü sino, kabzasından tuttu çakarı, Bir baktı ki bu işin, hiç kalmamış çıkarı. Koca elleriyle kükredi bir dev! Namluda parladı kızılca alev, Omuzunu sıyırdı, ölmedi velev, Çekti tabancayı gözledi silev. Altı kalleş yığıldı barış sofrasına... Atladı doruya, elinde kamçı, Bir elinde tabanca, omzunda sancı, Arkadan yetişti iki de yancı, Yatırdılar sino’yu yarası ağır, Sino dedi öldüm, öldüm...sitte’yi çağır. Sitte, etmeyesin sen bana kahır, Barış diye gittim, pusu kurmuşlar, Firiği rüzgârla değil, kötü nefesle savurmuşlar... Sitte, hanım ağa oldu belli bir zaman, Kürt dağının ağaları vermedi aman. Topladı göçünü sürdü böget pınara, Oturdu, yaslandı o asırlık çınara. Dilinde beddua, yürekte sino’dan yara. O günden beri yurt oldu böget, Yıkıldı Osmanlı, kuruldu Cumhuriyet. Sınır çekilince buldu hürriyet, Ne Kürt Dağı kaldı, ne de ağaları. Yaşadı ASİ ce bir kaç kısa yıl, Böget oldu ona, çekilmez bir yol, Hem sağında kimse yok, hem kanıyor sol. Sinoları sorarsan kimse kalmadı. Arif Sami İğde. |