Diyarbakır Şairleri Aşk Şiirleri
ROZA
Yoldular, soydular, kırıştılar İnsanı insanla yıktılar Aşna fişne iskandiller ağında Bıçkınları puluçlarla oydular Adındır, dudağımda asırlık Esrarına amade yalım Adındır, terk etmez, sıddık Vurur yumruğunu Sadrıma sadrıma Hücremin başkenti suskunluğun Gözlerin, yalın kılınç Gözlerin ıssız, kallavi Bir benim şimdi Firari sensizliğin belasında Bir benim tütsülü Voltalı ahrazlığa Şimdi yürek yorgun Virane, ıssız Ansızın yaşlanmış bir gecede Yaşlanmış canına kadar Orostopolluk Sırtlanca, sefil Yığınların tenhasında savrulmuş Yırtılmış bir hecede Kursağıma avazın gelmiş Sevmişem, şahidim dağlar Sevmişem Allah’ına kadar Ölünceye dek değil Ölümden sonra da Yeşerinceye değin Tutuşan ellerimiz Seni yangın bağrımın Avlusuna gömmüşem BEJNA Gözlerin savruk bozkırlar Gözlerin hoyrat Ceylansı, afacan Sevimli taraçalar koylarda Kalyonlar kanyonlarda Herkesten sakladığım Künyeni sayıklar Gözlerin, gözlerin jiyan Perçemin pençeler canı Perçemin perva Vahim, amansız Çitlembikler taç olmuş saçlarına Cimcime sekseklerin Otağıma volkandır Fezan; behişt, benefşe Fezan saflık, insaniyet Sen bana gürül gürül memleket Ben sana hep gurbet kalmışım Biz bizde Diyarbekir Biz bizken masumiyet Biz bizsizsek esaret Bir gün sen de anlarsın O gün sen de ağlarsın Rengin nasıl da ateş Bejna Teninde nehirler ve başaklar Gülüşün nasıl da mermi Nasıl da hançer bakışın Vefakâr boranlara Harfsiz vasiyetimdir Kurutunca yokluğun Beni simana gömsünler SEVDE Çifte dikiş gider sabanlar Fersiz toprağın koynu Fersiz, yetim, analar Kuş uçan, kervan geçen Bostanlar ölgün şimdi Ölgün Dicle denizi Ve çakırkeyif buğdaylar Kahyalar körkandil çeper Mösyölerde bir kültür Nankör çıyanlık Kepenekler mahzun Bağlamalar öksüz Kalleşlik mazinin töresine Şimdi âdet diye bellenen Hicapsız ikirciklik Heybesiz bulvarlarda Cartalı haybeciler salınır Dümenci dubaralar Ertekeden nümayiş İmam kayığındayız sürgit Façalar çiğnedik muttasıl Erce, âdil, hilesiz Bundandır kavlimizden kaçışı Geçmişi tam kınalı Piyazcı sendikalar Kaparoz puştlarının Çifte dikiş gider sabanlar Cana bir çınar gerek Yüreğin, yüreğin gibi serin Derin kuyular içim Mars olmuş, dumanaltı Kaybolmuşam, gel artık Karışsın közlerimiz Karışsın yeşil… HİVDA Kül yutmaz kevaşeler hanında Hancıyı vurmuş gibi yürek Şimdi unutulmuş bir marştadır Mavzerlerde mermiler hazan Bir umuttur alnımızın çatında Sevdalanmış sedanda salıncaklar Ay ışığı kokar derin kuyuların Gül Hivda… Gülşen Hivda… Sen bende hür, ben sende parya Ve keşmekeş; yaralar yaralarda Babaçkolar rıhtımında bir mavi rüzgar Aparıyor gönlünü çılgın enginlere Bozuk çalsa da bozum havamız leyley Çarkına tükürmüşüz bir kere Kayarto kopillerin, dalkavuk hırboların Ne çiçektir biliriz Kokoz kokorozlar da Vardakostalar zamazingo Voliyi vurmuş godoş hırtapozlar kanişi Hey gidi erlik hey şimdi şinanay Zartayı çekmiş yiğitler Mıshıtçı gebeşlerin melun insicamında Sigortası atmış janti yürekler Bilenmiş zırzoplara Puskun, kıvam bekler Ranzam, zulam, soluk resmin Saplanır soluğuma Can Hivda… Canan Hivda… İşte böyle yazıyorum canına Hatıran mermidir damarımda Dışarda çılgın bir bahar İçerde hep kış mevsimi LEYLAN Ilgım ılgım açar yediverenler Ambarlarda yeşerir hamal fidan Görsen her biri bir filinta Pahabiçilemezdir burada alınteri Helal ekmeğin verdiği memnuniyet Emeğin kitabı, işhanlarında yazılır Komşuluk destandır antik katlarda Seni namusluca sevmeyi İlkin buralarda öğrendim Şırfıntılar sokağında tütün emekçisi Avuçlar bilirim, ihtiyar, nasırlı Memleketim gibi ak alınları vardır Sen hep o küçeden gelirdin canıma Eserdi terütaze hivbanu nefesin Arzuhalcim, kadife karanfilim Daya endamını santimantal bağrıma Daya da dinle, çaylardan su içer gibi Can feryad, can figan, can yangın yeri Bayramlar, matemlere sapmış Namlu yürek, aşka, sevdaya kıvrılmış Nasıl, nasıl sevmişem bir sevebilsen Anlarsın zehir zıkkım geceleri Anlarsın, netameli oyundur, heba Vurulur denizin, ırmaklarınca Kaç dağdır aşılmaz olumuş içim İçin için tüter kuyumda bir yara Birden hüzünlenir bütün avlular Cümle vadilerde zılgıtın kopar Derin mutsuzluğun türküsüdür Eser, eser korkunç albenin Çekilir sürgüler demir koyaklara Çekilir hayalimden asi bakışın Gömülürüm kendime bir başına Tek başına hırgür sensizliğim Leylanım, nupelda pervinim BİLAL YAVUZ NAATLERİ KAMER Birlik aktarında ne burcular vardır ne burcular Sürgülenmiş, geçmiş yürek yüreğe Aşktan baygın rayihalar, ıtırlar Teklik semaverinde fokurdar Güzelliğin görgüsü Buhurdanlar çağıldar buruk koylarda İşte nezaketin zarafeti Sevgilimiz Nasıl da salınır incelikler deryasında nasıl Hasretiyle kavrulmuş Gönüller meclisimiz Nasıl da kıvranıyor ateşin firdevsinde nasıl Can feryad, can figan, can yangın yeri Kâinatın kalbi aşkınla taşar durur Çalkalanır gök deryası Susar şemsler tekkesi Coşar zahirler ardında görklü ehad denizi Caşar da deşer ruh dağını Dağlaya, dağdağa Vur mızrabı canın canına, mühürle ey Sırların sırrında belirmiş aşkın karası Gömülmüş susuzluğun göğsüne Uçsuz umman İns aynalarının hirasında Bu aynasızlık da ne Bu mahşeri ıssızlık kalbe nerden musallat Gel dindir gecemizi Ölsün sessizliğimiz ÇAĞRI Şu cihan çöllerinde Muazzez deryana hasret Bin sessizlikle yıkanmış Kurak bir ırmak sesim Ağlar, çağlar, dağlar ey Rikkatinin zarafeti dahi Kırk korku salmış hasmına Tevazunda heybet dağları Nadide görkeminde Rahmetin kâinatı saklıydı Firkatin tamusunda Sensizlikten eriyen Figan peteklerine Her gün bir hüzün yılı Canımız ağrıyor ey Mahcupların Efendisi Masumların Efendisi Mazlumların Efendisi Öksüzlerin Efendisi Issızların Efendisi Efendim, Efendimiz Sözlerin tesellimiz Biz seni görmeden gördük Biz seni duymadan duyduk Bağrına bizi de bas MEVLÎD Doğ ruhumuza Efendim Saraylar çökertelim Kurutalım kötülüğün gölünü Çorak canları tufan bassın Küfrün ateşi sönsün Dünya ravzana dönsün Doğ ruhumuza Efendim Ebvâ’da gül mevsimi Çözsün dilsiz cevheri Mübarek validenin Mahzun kemiklerine bile Göz koyanlar kahrolsun Doğ ruhumuza Efendim Badiye yaylamızda feyiz Sahralar vahalarla çağlasın Hayalinle donansın cihan Mefkûrenle dirilsin naaşlar Naatlar serden geçsin Doğ ruhumuza Efendim Doğ da imana boya Zamane Kureyşleri Doğ ruhumuza Efendimiz İki cihan serverimiz Doğ ki ölsün yasımız PENÂH Risâlet göklerinin şemsi Riyaset tarihinin başkenti Senin senalar kokan O mübarek gönlündü Adaletinden selamet Cesaretinden nezaket taşardı İraden doruklar kadar Merhametin âlemler aşardı Fârân dağlarında bir Gül Uğruna gülistanlar feda Cömertler cömerdi ellerin Şifalar nehriydi alınlara Öyle bir merhaba eylemiş ki Hayatın ömürlere Sonsuzluk düşleri zât-ı âlinle Yârenlik hayalleri Penâhımızsın ulu önder Karanlık kuyularda hilalimiz Işığın içindeki rehberimizsin Nur dolar baktığın yer Biz dünyaya bulanmış Sevenlerini çek çıkar Devranın batağından Canın canımıza Hira MUSADDIK Zişan bakışında fezalar Derya içre deryalardı Uhud yağmuruyla örülü Çöller kendinden geçmiş Vefalı miğferinde kan Dağların gözünde yaş Kırgın mübarek dişin Yerlere yas göklere yas Senden önce gelenler Senden sonra gelenler Seni görmeden sevdiler Alemde böylesi kime nasib Sen en çok sevilen insan Sen hakanlar hakanı Sünnetinde binbir lisan Ömrünle onur onurlanır Musaddık ey Musaddık Sıddıkların Efendisi Güzellerinle çiçeklendi devran Senin görklü medeniyetinden Çalınanla başladı Nakıs Rönesans bile Cihanda ilerlemiş ne varsa Şaheser devriminden hediye SEVİ Seni öldürmeye gelenler Sende dirildiler Fidyelerle salardın esirleri Onlar esir aldıkları ashabını Vahşice şehid ederken Merhametin, kanat sesleriydi arzın Adaletinde yoğrulurdu çorak sahra Seni sevmek ey Hakk’a iman etmekti GÜNEŞTEN HİLALİN GÖLGESİNDE CENNETİN CEHENNEMİ yorgunlukta beyaz kurdelalı kalbin ensarla muhacirin yoklukta paylaştığı eski medine evleri kokuyor şimdi kusacak kadar fazla bolluğun ortasında hayatın damarlarında tıkanırcasına üstü kocaman bir kışla kaplı dağlar gibi akıyorsun tünelden bükülmüş sırtınla bebeklerin henüz açılmamış gözlerinden sebepsiz gülüşlerinden öpüyorsun hoyrat yontların yelesine bir öpüş sanki çul kilimlerde yer sofraları kalbin göğertide gökekinler, harman nefesi helal lokmalar gibi kursağa dizilmeyen üryan yavruların nasırlı avuçlarında orak ütüsüz yüzlerinde pürüzsüz memleket pak soluklarında düğürcük çorbaları köy gibi nezihtik hep güzeli düşlerken güğümleri binbir çilesiyle kaynatan hevesi tandır egişe takılı nenelerce tütünü kucaklarcasına saran atalar kalaysız tasta bayat somunlar kalbin tığları tesbih çekercesine nakışlatan teyzelerin dillerinde dilsiz nağmeler hep saflığı çağırır kıdemli ısrarla yağmurunu bekleyen toprak misali çünkü anadolum tutunamaz içtensiz ve bakma pehlivan durduğuna naylonlar küresinde duramaz ruhsuz salıncak gözlerinde acılar sallanır çocuklara bakarken iki misket sanki usanmadan yüreğine yuvarlanan hafızan kaybetmek istiyor kendini sen hep o tel örgülerle çevrili çocuklukların düşlerini yıldızlayan dışardan cennet, içerden cehennem pek nazlı pek havalı çokça yangın ulaşılmaz lojman parkıydın TOPRAK DENİZİNDE ATEŞTEN KADIRGA ranzalar dilsiz, yorganlar ki cehennem pisti Kızkulesi değil miydi şair kılan özlerimizi çalımlı Ayasofya, filinta Sultanahmet leyla ile mecnun gibi bakışırken karşımızın karşısında Üsküdar, aşkın başkenti değil de neydi dinmez, beyhude, ciğerimin gök gürültüsü gözkapaklarım acıyla çeksin fosilli kehribar gözlerinizi koparmadan kadim gurbetin antik tespih ipini ve hiç değilse hayaliniz hayrandır can evlerimiz lambalar tenhalığı tutuşurken karanlık sular civarında oysa bir simit yetiyordu muhteşem mutlu uçuşlara yüreğini paramparça eder gibi kursağında avuçlarda lokma lokma hayatla öpüşürken akça martılar susardınız, susku bile aniden marşlar tüterdi seherin ölümcül serinliği öksüz Gülhane banklarında burada yastığı gazete kağıtları sefil bir adam orada çin çayı eşliğinde sıcaktan üşüyen bir kadın boğazın dinmeyen dalgalı rıhtımları sonra kendini vururken ürperti kayalıklarına yokluk denizinde varlık ağına takılan yunuslar çırpınırken yaşamak azmiyle sınırlar tabutunda ellerinle kaburga kıvrımlarını kavur kavur kavrayarak kendini yarma isteği kuş cıvıltıları aralığında bendini kanatlar çıkarmaya zorlayan kamburluklar oysa yetiyordu sonbahar saçlarının oval incilerine toka niyetiyle takılı o baharatlar karanfili dallarına serçeler konan çocukları gördükçe dallarından koparılan idamlık gençler kalbin zihninde obruklar, koyunlarda derin yaralar şöleni tebessüm eder gibi ağlayışlar şu hazin çardaklarda canıma canımdan canan; cananıma cananımdan can büyük iplik çilesi kördüğüm Kâlû/Belâ anından mahşer demine kadar odaklan En Sevgili hazretlerininnoksansız sanatlarına uydularını açık tutmayı gerektirir sevmeler mesleği sonsuz varedileceğin sonsuz günlerin sonsuzluğuna dek boğazın ışıyan köpükleri olmak sararmış güneş dansında çünkü her ufkun harcı değil ruhlar diyarında gemileri karadan yürütmek -bir Sevgili- uğruna İNCELİKLERİN EFENDİSİ kuşu vefat eden çocuğa taziyeye giderdiniz rengarenk ebabiller yağardı gül şerbeti kıvamında hıçkırınca yavrular; namazlar, dualar kısaltırdınız mukaddes Sina dağı gibi mübarek sırtınızdan pak torunların inmek istemeyişi gönlüm umarsız gözyaşlarının tadını iyi bilen mecalsiz diller hatrına geceler, gökadalarca çullanırken yüreğimin boynuna ruhumun çocukluğu ahlarken gövdemin mağarasında siz ki hizmetçilerinize dahi öf bile demeyendiniz söküğünüzü diker, karnınızda taşlarla gezerdiniz ayinlerinin kibriyle -piştim- der iken nice kavuklu günde en az yeştmiş defa; aşkla istiğfar ederdiniz cümle canlılardan; ezilen emekçilerin safındaydınız ortaya doğru yeşertip öğütleri kimseleri kırmazdınız kölelerin ki, azadı için hiçbir fırsatı kaçırmazdınız anlatmaktan anlattığını yaşamayı kaçırmalar değildi yaşamaktan anlatmaya vaktinin kalmayışı sahih sevgi ürkek tavşanların mahzun ceylanlarla buluştuğu altından saflıklar akan ırmaklar gibi bir geceydi zarif nehirlerin başını taştan taşa vura vura çağlayıp uçurumlardan şelale olarak atlarken ki nezaketi gibi bir havaydı hilalin pırıltısı vururken alın yazgımıza meltemlerin korosu, resmi törendi kulak zarlarında ve hasretin şu dağdan yumruğu gırtlağın yatağında ve zulüm; suskudan tükenen dilceler kördüğüm vurulan masumların babasından kurşun parası isteyen otokratları şimdi hangi tarih kabul etsin hafızasına ey kalbimizin diktatörü siz diktayı bile güzelleştirirdiniz yeter ki bir işe başlayın, kılınçlar çiçek açardı buzulda gitmeseydiniz, bitmeseydik, tutuşsaydık yağsaydık sevdası için kavrulan cehennem gibi küfür tepesine sessizliğiniz, aniden bastıran mutlak bebek gülüşleri durgunluğunuz, boraları çekip dindiren kadim kasırga dolaşırdınız, kuşlar uçardı sanki okyanusların dibinde canlar sizsiz, vadilerde şaşkın gezen şimdi dilsiz “Şuara” GÖLYAZI zeytin ormanları, gam leylekleri sazlıkta salınan nazlı sandallar Apolyont gölünde mahzun gökada Ağlayan Çınarını ağlaşmakta sevdaya pervane yel değirmeni Eleni’yle Mehmed’i anlatmakta yerinden yurdundan eden acılar bazı mevsimler çınarın göğsünden birkaç damla kan olur göğe damlar uğultular duyulur Rum evinden derler ki; aşkları ah olup tozar çığlıklar yükselir harabelerden ey devrik ulu çınar; bir bilseler ne sırlara şahid ihtiyar gövden koynunda can veren nice hasretler hesap günü için bir mahşer bekler miras hatıralar, Mübadele’den yüreklerce çarpar zerrelerinde çığırsın mayanı Zambak Tepesi dallarında; Taş Mektep öksüzleri Kazım Paşayı hayırla yad etsin dağlan hey Gölyazı, ağla ve çağla saplı durdukça tarihin bağrına sönmez hakkın hilali karalarda MAHZUN SEVİNÇ yaşamın en güzel sahne performansıydı rol yapmamak içindeki o tamtakır kavanozun kapağını bir sıyır da gör içlerden göklere kanatlanan ne kelebekler keşfedeceksin bayındır bakışlar, güzel bereket suda tadılmazın tadı mı, görülmezin yüzü mü dallarında Gülibrişim çocukları; buruk Petunyalar; kar suyunda serpilen kainat çiçeği yeşilin nefesini hisset, ak mavilerin taksimini ıslığını bozkırların, meraların utancını buğuda ruhunu poyrazların, gülüşünü yağmurların, dansını ateşlerin içindeki boşluğa batırdığın çiviler gibi ceset kokan şehirler içindeki evrenin yıldızlarını keşfet gözlerini çevirip kalbine bir vapur Nuh adaşı; hayret makamı özerk düşüncelere ve güneşte kavrulan esmer merhamet bozkır teninde bir ormanda bir ırmağın bir ceylanla buluşması endamlar sararmış mahzun fotoğraflar emsali kartondan albümlerde filmleri kopmuş özlemin; paslanmış denklanşörü gurbetin gel etme gel etme gülleri tomruk; ahvah çiğdelerinde gül şerbetine uzatırken ağzını dibine inen serinlik sanki hilalden bir güneşin altında gölgelenirken Güzbatımı ölümün üzerine sürüyor motorunu Hamza yürekli panzerlerin altına yatan Ömer öfkeli kalbi kırıklar savaş uçaklarına tornavida fırlattıran gariban sevda bir ateş ki tutuşmaz her fitilde en doğru en dobra yalan oğlu yalan; yiğitlik destanlarında gördüğün öldürmeler değil yaşatmaklarmış asıl kahramanlık tankları durduran o şefkat çıplağı ellerimizden öğrendim kendisine çevrilen hain namlulara; konuşur gibi mikrofona son anda dahi -gel vazgeç evladım- diyen ananeler mesela utanır sloganlar; işte bu anlatılmaz işte bu yaşanır idam isterken bile şu heba edilenlerine üzülen kırgınlık tutuşmuş Hakk aşkıyla kavrulmuş derviş cehennem hey sevgilisinin hasmını beklemektedir; taşkın içimde hep bir senler beklemektedir, aşkın beklemek; beklemektedir, beklememeyişleri beklememek; beklememektedir, bekleyişleri gayrı eminim, hüznün en yakıştığı gönüldür mahşer yeri KIYAM SAATİ biley taşlarıyla sevişen çetin kılınçlar bilenişin koynu tırmalayan yalçın düeti hıyanete vefa, zulme ıslah, çalıma vicdan markası mıhlanan kepaze devranlardan geçtin kıvrak ve keşşaf, bıçkı ve haklı karaltıya bir kandil kısrağını sürerken dört nala şamdanlıklar, hırıltılar, bazalt kokuları ökçelerin o baygın tekrarında kaybolmadan en derine sürülmüş mahkum kınından sıyırmadan boykot sancağını ruhsuzluğa, aşksızlığa, banka bankerlerine doğrulmaz devrildiği yerden domino taşları çünkü birlik, cümle lehçeleriyle veciz daha elvan, daha gür, daha kokteyl bin balyozdan tek yumruk gibi çökmektir tuğlara oysa biliyordun, sancaktar olduğun kadar tiryakisiydim sokulgan süzüşlerin tayfunda uçuşan perçemlerine, dalgın uyandıkça tomruklar, yiten saflık içinde, büyüdükçe küçülen bir çıkra oğlaklar, zeytin ağaçları, kıraç dağ etekleri açtıran, acar içtenliklere filiz ki fukara ocaklar, başkenti insan haklarının insanlık, senatolarda bahsi geçen yalnızca senatolar, tek dişi kalmış canavarın edemeyip kendini kendine itiraf yatsıların kuştüyü yastığında kıvranan yaratık nefsinin dahi inanmadığı tıraşlarına rağmen PR çalışmalarına, ikna odalarına halklarının bile gözünde yosma çünkü gümrahtık, bir ırmak ne denli olacaksa alemi yoktu sökülmenin ifşa ajanslarına yetiyordu bir dargını ondurmak her lügatte barınmayan karşılıksız kelimesi en fazla müminlerde anlamını bulmaktaydı oysa katrandan kazınırken garibanlar hazmedecek kadar alçak bir sinikliğimiz yoktu yokluk bazen varlıktır varlıklıydık ve rugan duruşlarda parıldayan bir urgan gülbankımız nerdeyse gözleriyle devirecek adamlar arasında nerdeyse gözleriyle devirecek madamlar arasında sendelerken de putçuklar satırlarımız için can atıp durmaktadır yeter ki bir rüzgar ya Rahman neresinden başlarsak birleyecek kenetlendikçe suskun kenetlendikçe eforları tıngırdatan orijinal bir seda toplayarak dergahında cihad diye çarpan fuad oğlu fuadlara tarihi işlevini andıracak aceb mutluluktan uçuştu mu melekler seni gördükten sonra insan yaradıldı diye seni yani nereye yükselebileceği insanlığın hasılı onur, miracınla insan fıtratına ölüm ki bildirir kıymetini ebediliğin göçtün ve güzelleştirdin kalbe mevti, göçtün fakat bu paramparça surları kardeşliğin çaktı yokluğunun zorluğunu körkütük boğaza şimdi bu kumandan yelkenleri fora bu sultan gemileri dans ettirecek zilanlarla mürettebat hani bir Sur nefesi elzem birleyen kıyamlara uzakça afradan, tafradan, hanlık hırsından bir de İsrafil baştan ayağa uyaran uyanışları birbirine varis kılan hızırla kırkbirinci saate uyandıran KALBİSTAN GEMİLERİ pek sever saklambacı sevda dediğin evladı aç kalmasın diye günden güne zayıflayan varsıl babaların sayılan kaburga kemiklerinde anaların demirden yoksun ama metalden pehlivan kanında pek sever saklambacı sevda dediğin nice aydınlıklar ki karanlık nice karanlıklar ki aydınlık gösterir aydınlığa kimliğini karanlık öğretir karanlığa benliğini aydınlık ne çare inkarlara beyazlar ışıklar içinde ne keder imanlara yusufçuklar kuyusu oysa küpeşte kılan geceyi sır olmaktır kaybolana söyle derman hangi ışık pek sever saklambacı sevda dediğin neyleri nargile gibi tüttüren adamlar birşey kaybetmez takip etmemekle gündemi ceplerinde aşkın gözyaşları çiçeği yaprak güzeli yatsılardan patiska seherlerden ahşap oyalardan ovalara güldancası kurulan obalardan aktolgalı otağlardan cana bir sinan timsali saplanan kederi kaderine Elest bezmindensadık kökleri göklerin ve dalları kürenin göğsünde öyle bir yakılsın ki Kalbistan Gemileri kalmasın fedakarlık çiçeklerinden başka ırmaklara bırakılan ümitlerin öksüzleri sürsün firavunları gazabın kızıl denizlerine destanını -aşkı cephane diye taşıyanlar- nakşetsin gamları gerdanına ney gibi üfleyen adamlar düğümlene düğümlene çözülen elmaslarıyla füzeli akşamlarda kırlentleri kanter içinde bırakan milyonlarca yavru ağlarken utanan sırıtmaktan vebalinden hayır onlar da sıyrılamayacaklar şimdi mevsim, mahşerde yakalara takılan çocuk elleri durdukça boy veren düşler gayrı tartıların denk düşmesi öyle bir zaman ki bu çaresizlikten tarifsiz cinnetler çağın Ömerlerini dahi ölümün ötesine karşı sarartan duvarlarda milyarlarca çatık kaş sanki sıfatına daralıyor sıkılmış yumruktan kurusıkı sadırlar döşler ki öfkeden çıldırmış saatli birer bomba toplansa cümle ruhiyatçı değil derman ümmetin yalazına derdini boynunun küfesinde taşıyan adamlar çünkü birşey yapamamak herkesin birbirinden kaçırdığı ama buruk muhitlerde ağzına kadar dolup taşan burada sanarken hayat sürdüğünü bostanına orada adalet merhamet için yaşamaktadır artık çünkü Suriye akkordan bir zülfikara dönmenin adıdır eninde sonunda siyonizmin başında parçalanan milyonlarca şehadetten sonra içine çekebildiğin ıtır Cebel-i Târık’da bir figan asırlardır dolanıp durmaktadır çünkü kıyamet kıyamet büyüyen bir diriliş vardır bir velâdet için ya Rab ne cehennemler dalgalanıyor MAVERA TAKVİMİNDE BİR YAPRAK kırımlarda, beraber katledilirken evladına kefen olmuş valide cesetleri çünkü anneler, şu zamanda bile çabalar, vefatı nazik göstermeye kınalı kekliğine, kırkı çıkmamışken bambaşka yörelerde, apaynı sahne hiçbir şey olmamış gibi devam etmek hayatına günde milyarlar kere, çok kahkaha, az insanlık nafile değil, hoyrat sokak köpeklerinin gittikçe daha fazla imtinası, gelip geçenden oysa gümlememiş ketum füzelerden saksılar, oyuncaklar çıkaran mustazaflar etti mi hicret, kuşunu, kedisini unutmayan işte bu sessizlere, cevrederken tiranlar masumu terörist, teröristi kahraman vatanseveri hain, haini yurtsever kılan anırırken ıslah diye bozgun üzre bozgun çıkaran bir çeperi, bakışlara çekmek istiyordu oysa tam bu zamanlarda tam bu noktada hayır, değil -az sonra, yok -şimdi reklamlar tuzakların üstünde bir tuzak vardır gerçeği usanmadan asırlardır, devreye giriyordu cerenlerin sıcacık gülüşünü bölüşürken erenler, şurada helak olmuş bir kavim gibi gözler yeşeriyordu ertesi nesillere, ibret mirası, kalan talan ağarırken ağır, erkler, bükümler, hendeseler cümbüşler, tin saatleri sanrı köşklerinde esrardan savruk, cismiyle bir tan vakti garb şarka dönüşecektir, yeter ki çemren çünkü asla dönmeyecek faytonlar balkabağına sabretmek, yarısıdır dikey zaferin BİLİNÇ YAZITLARI idam, fizik saatinin durduğu hazin zaman yeni bir doğuma yüklü, körpecik devranlara dibinde depremler gibi sızlayan kemiklere ne zaman aldırış eder varis nasıl bir demde uykular mı gözlere, uyanışlar mı yakışır bilmem kaçıncı bahar, gökte kaçıncı ıtır söyleyin ey rahimler, ekin ne vakit biçilir özünden kıyametler taşan yiğit asker vaktindir sen haykırmasan ben haykırmasam hangi devir eğrileni kılıcıyla; nerede, kim düz edecektir çarpar alemin nabzı hakkıyla atan yürekte mağlubiyetten başka galibiyet mi var katle inleterek enseleri, muştuların muştası doğunca emekçiler birbirinin tam aynası kaynaştıkça hakikiler; zırhlı, roket işlemez musibet olup yağsa dünya bu bilek bükülmez teknik, sadrına iman üfürmeni beklemekte sanat, bağrına irfan nakşetmeni özlemekte diller, kültürler Hakk’ın ayetidir, inkar etme kendi ahalin için susadığını ey müslüman kardeşine dilemedikçe düşün tam mı iman değil mi ki cümlesi; teğmen ata yadigarı nedir bu hınç bu telaş bu tüketme ihtirası vallahi paramparça eyler son vahdeti ileri gelenler, tanrı edinirse, kibrini tufan olup kopsa evrenler ne keder Nuhlara vardır her dem bir kadırga en dipteki ruhlara kesilip nil/fırat/dicle, çağlayacak çağlara Asr-ı Saadet nurun; iliklere, ırmaklarca öyle bir kıvılcım bahşet ki bize ey Rabbî görmesin başka bir çıkış yol kaçaklar dahi saçılan kırıkları ancak yangınlar zamklar öyleyse yansın yürekler ta kaynaşana kadar BEYAZ KARANLIK Gövdeyle kuşatılmış dinmeyen ruhlarımız! Ağlar, yırtar kendini sonsuzluk diye diye… Sanki evvelden tanışmış gibi canlarımız; Yosun gözler boğuk kellede ürkmüşçesine. Dalardın; sen değil, uzaklar koşardı sana. Bakışların, sumruların sarsılmaz töresi… Uyurdun; uyanışa dönerdi uyku, hırsla! Nakışların, varlığa gebe bir yokluk sanki… Çiçeğin yüreğinde çiçek açan polenler; Anlatsın öykümüzü ceylansı yavrulara… Yatağanlarla doğranmış batağandı keder; Mahzunlar mahzeninde kurulmuş kursaklara. Dikiş tutmaz ülküler çaçaron göğüslerde. Mevte battıkça çıkardık doğumun yüzüne! Tabutlar bağırıyor toprağın yüreğinde… Kefenler, kuduruyor okyanuslar dibinde. Duyamaz; yangın kuleleri bu cehennemi. Bulamaz deniz fenerleri şu pus gemiyi… Bir sıyrık ki, âlemler saklambaç pıhtısında! Aklın dil, vicdânın göz kesildiği boyutta… Sisten, çığlıktan bir kaledir beyaz karanlık! Çektikçe çeker göğünü göğüne, haylazca. Ah ne afet katliam; rahim nurda kayıplık! Nadide eriyiştir; katışmak, karışmaza… DEMLİ SAĞANAK Dünyayı sömürmediğin ölçüde erkinsin! Mülksüzlük; en hıncahınç mülkü zengin yüreğin. Işık, yürekçe atar karanlığın büstünde… Zulmün celladı adalet peşinde zalim bile! Derviş ki sırf taliptir; talebi, talepsizlik… Sığ seslere en gökçek refleks derin sessizlik. Dikilmiş; inleyişler gibi mezartaşları, Seyyahı durdurmak isteyen uyartı gibi. İşkilsiz, kavrulanlar için kış bir bahardı; İnleyiş ki beş mevsim dinmeyen ruh depremi. Şimdi esmeyen poyrazların bereketinde, Bir kuraklıktır gayzer kılan ötleğenleri… Bahçeyi tatmak sizsizlikler işkencesinde, Sağlamlaştırır bülbülün bağır kafesini… Çatlar kafatasları yeryüzünün koynunda, Başı dik gözü yerde kuşlar gezer magmada. Çürümeye kıyamayan çocuk kemikleri… Çatırdar; ahların arşa yükselmesi gibi. Önlesin kalbin bakır zehrini kalaycılar! Hüngürdesin sipsiler; dile gelsin uzaklar, Gassalları kızartsın gazelinde kıskaçlar… Dalgalansın canlardan bir umman yaşamaklar! Körükler, esnedikçe tımarhaneler boyu… Keskin pas; tırnak kılar bronşa her soluğu! HELAL GÜZELLİK Yüzleri tanınmayan cesetler arasında; Tanımama hissi ağır basan annelerce, Öldü antik kaygılar beklenen gün doğunca, Caiz cemal sofrası serildi ezgimize… Deha deha yeşeren rasathaneler kalbin, Eş zamanlı indirilen uzay roketleri… Mümin filozoflar ki ecdadıydı bilimin! İslam, medeniyetlere insanlık öğretti. Ey kafataslarından parklar doğuran hande! Yüksel yüksel büstümden üstlerin kursağına! Ufalanır mumyalar azmin gömütlerinde! Gıcıklanır kuşkular ruhların gırtlağında… Dirilişe adaklar doğurmalı rahimler; Akıncılar aşkına doğrulmalı gerdekler. Anneler dantel gibi işlemeli yelkenler, Örmeli yıldızlardan; ışıl ışıl şilepler… Sılanın volkanik gölünde yüzen aşıklar, Haşinleri inletmek o mertlerin cenneti! Kabre definden sonra aniden canlananlar; Anlayabilir belki bu araflar pistini… Değil dudaklarla nefesdaş şu mısralarım! Kendini bildiğini sanırsın, bilemezsin. Sempati! Neye göre? Nafile çağrılarım, Gözden bakan eremez görküne görünmezin! KALABALIK YALNIZLIK Ay: gökkuşağı çelengiyle arşta bir kuyu, Namlular alınlarda volkanik kış mevsimi. Buzulda har kesilen nabızlarda çarpan su; Öksüz kalderalar gibi haykırır tevhidi… Ölümcül yerle gök arası fışkıran hayat! Çağırır; hepliğin, hiçliğin tek sahibine… Uzay okyanusunda inci devran ne bayat, Heyecanla gelenler hep gider çöküntüyle. Onlar siyah aydınlık! Biz özgürlük tutsağı! Onlar havra sessizlik! Biz barışın kurbanı! Unutma! Ey boşluklar çölünden sızan feyiz, Kumsaati yurdunda çıdamdır sermayemiz! GÜNEŞ HİLALİ telgraf tellerine dizilen kumrular gibiydik nakışlarımız gökyüzüne dalarcası dolarken vatana ezanlar saçlarını okşardı sayvan zarlarımızın derimizde erkin ülküler gerilirdi tam ilkeli alnımızda bağımsız bir yurdun hayat çizgileri ellerimiz hür memleket kokardı batarken deryalara büyüttüğümüz her gonca; çocuk bahçelerinde kurulmuş bir Hakikat Devleti çağın ufuklarında aşkın ahlakıyla sancağa çekilen nur yüzlü umutlar ırmaktan sofralarca serilir içimizin kış çölüne her dem yeniden diriydik yavrucak heyecanıyla sola sola bağışıklık kazanmak bütün solgunluklara yoksullar yönetseydi dünya iyileşirdi bilirdik anneler başı çekseydi resmi kurumlarda dantel örtüeri kibirli ve hırslılar ezse de arzın bütün çimlerini toprağın sakındığı tohumlar henüz çürümemişti ezilen gül içinde kabını yarıp çıkacak yeni bir gonca inadına suladıkça azmi güzellik yorgunu vicdanlar kötüyü iyiliğin selinde boğup yılmadan susturacaktık güneşten hilalin gölgesinde selama duracaktık yoktu ümitsizlikten ehem öldürücü nefretlimiz karanfil yağmurlarına karışan ıhlamur burcuları arasında hakkını arama meslekleri adalet gününe dek biliyorum ama nasib et Rab cennetinde bile helal marşlar istiyorum bizi ordun kıl diz sarsılmaz fazilet ipine ebabiller gibi mazluma rüya zalime kabus eyle cehennemlerin tarzı aşkın kâbesiydi cihad meydanları yoktu itirazımız sevdanla vurur, vurulur, sevdanla yaşar, yaşatırız DAVA ADAMI kalemini asa diye kuşandın, kağıtlarını sahra mahşerî bir sükûnetle haykırdın asrın sadrına iki parça cama sığmayan o canlı bakışlarında yaşama sevincin gibi serpildi müslüman coğrafya bilirim düğünün bugün; Aliya’ya selam söyle Akif abi de ki her belde şimdi Srebrenitsa inananlara öyle yalnız bırakıldın ki şu hakikat davanda ilk nefesini alır gibi verdiğin son nefesinde bile takdiri bir başına karşılamak düştü nasibine bir ömür çabaladın; çarpıştın Leyla uğruna sonunda Halid gibi göçtün şehadet aşkıyla Malcom’a selam söyle abi; Basayev’e, Ahmed Yasin’e bil ki yarım kalmayacak bu çağrı ağır yüreklerde haleflerin muştular serpecek mahzun makberine şimdi bir Asım’ı olarak; Mehmed Âkif’e selam söyle gözlerim durmuyor Akif abi, dinlemiyor mantığımı Zarifoğlu ağabeyin serçeleri zikretsin toprağında -dünya ne kadar da fani- dercesine yaşadın, gittin Sezai üstad gibi devişi oldun kentin, kesilmedin gelseydi elinden; bilinç için alemi belgesele çekerdin Arakan’lı çocuklarca, Bosna’lı annelerce rahmet sana komşu kılsın Rahman; Metin Yüksel’e, Seyyid Kutub’a Kudüs’ü bileğinde saat diye taşırdın Pakdil gibi görmese de gözlerin, imanın gördü hür Filistin’i emaneti savaştığı emin elçide olan Kureyş misali öyle edepliydin ki; hayran kaldı hakkın hasmı dahi bildik eylesin Allah… evliyasına seni Akif abi… Ömer’in, Ali’nin, Fâtih’in kalbine yoldaş etsin kalbini ÇEKİRDEK YAĞMURLARI eğer dünyayı bir kez değiştirebilseydim tüm silahları imha etmekle başlayabilirdim bıçaklara bile ihtiyacımız yokmuş aslında organik şeker, kimyasal içermeyen balon bez bebek üretimlerini fazlalaştırabilirdim daha çok gülen yüz ve daha az asık surat cinnet anlarında canavar durdurma butonu çünkü bir an beklese insanlaşacaktılar kentlere bile isteye tıkışıp sürü timsali dağları, ovaları, ormanları yalnız bırakan insan asla huzur bulmayacaktı bilirdim doğaya yeterince dağılmakla başlayacaktı tabiat ahbaplığı ve ihtiras eriyişleri hazcı hız çağının açtığı yabanıl açlığa özge derman köylerin antik sükunetiydi dünyayı değiştirebilsem değişmeyecektim kökünden bir değişime hasret kalan insanlık buçuk dönüşümlerle yalnızca hep yıprandı bilim ve teknik diye diye büyütüldü oysa milyonlarca hayatı kül eden jenosit teçhizleri korkulan taş devriydi asıl hikmetli çağlar meleği iblisleştirecek çapta ferah imkanlarıyla yamyamlıktan başkası değil modern dediğin çıplak ayaklarla sonbahar yaprakları üstünde uçurtma şölenlerinde buluşmaktı hayalim kimsenin kimseyi biçmediği kardeş halklarla kültür şenlikleriyle kültürel emperyalizmin başını gövdesinden aşkla ayırmak isterdim ihtiyar dünyayı bir kez değiştirebilseydim çocuk gülüşleriyle iyileştirmeyi denerdim aldığından fazlasını vermeyi hobileştirmek nükleer yerine fidanlık üreten bir gençlik belki gezegenlere ulaşmayacaktı astronotlar seri ulaşamazdık o çok mühim yerlere belki asteroid madenciliği olmayacaktı belki ama her sabah endişeyle uyanmayacaktık inan buna tırnaklarla kazıyarak, alın terimizle, emekle kendi ellerimizle cehenneme çevrilen sinemizle artık çıkış yok geri dönüş yok biliyorum öleceğini bile bile yaşayan canlı azmiyle yine de yazmak, uyarmak, bağırmak istiyorum argın düşler kayıtlara geçsin hiç değilse KUŞ FIRTINASI toplu intihar eden kuzular kadar buruk kalbin toplu mezarlarda çürümüş yorgun iskeletler sanki ilk cinayetten son katliama kadar evrensel tanık darağaçlarının salıncağında sallanır masum serçeler sedefinin içinde bir inci hep kapanırken kendine ne kitaplar yaktı ruhun sırf ısınmak için bekliyorsun… gidiyorsun sanıyorlar… ve alanında uzman ekiplerce tasarlanan bir dekorasyona dönüşüyor kadim ıssızlık ne kadar yürürsen yürü, uzarsan uza, büyürsen büyü dönüp dolaşıp varacağın yön çocukluğun kokan yer bütün duvarları yakılıp yıkılsa da o ilk evin nereye gidersen git… kaçamazsın içinden… kavuşmaktan kaçamazsın sevdiklerine derin yıldırım çarpan ağacın döşünde çakan ateştin bağır bağır bağırıyor yüreğin… gözlerinde… yüreğin; göğüs kafesinde yorgun bir tarantula okyanusta püsküren lavlarla oluşan volkanik ada kuş fırtınası senin ki… düpedüz düzsüzlük… duvarsızlara çarpa çarpa boşluğu aşındıran doku şimdi neyi susarsan sus atılacak çığlık bellidir geldiğin bütün duraklarda aslında gelmemişsin hareket halinde bir iz gibi ömür parlayıp sönen parlayıp sönen her dem her gün çok renkli karanlığın sahasında bir ev sahibiydin bütün deplasmanlara ve durulmaz; hortum bitse bile hortumun göğsündeki hortum kaybedecek bir maçın kalmayınca yorgun kürede kaybetmeyi bile özlediğin an kanyonların ucunda kendini bırak ve fırtınayı hatırla aşkının insaflı kollarında son nefesini verircesine uçmayı öğren; karış ummanlara ODYOLOJİ boynu bükük kitaplardır mezartaşları okumayı söken arif yüreklere hayır ölüm değil; kesinlikle hep çıldımışçasına yaşamaklar kokturan bir kütüphanedir; mezarlık içiçe aynalar gibi dizili savaşıyor toprağın göğsünde ağaç kökleri maddeye nefes aldıran mana kalbin virüsleri ezip geçen akyuvarlar aşkına sulama kanallarına düşen yavrular hatrına andolsun ki garibanlar sevgi ateşiyle yakacak ıssız kalabalıklarını ihtiyar dünyalarınızın göğü rüzgara boyayan kanatlarca yeri dumana bulayan toynaklarca ummanları tufanlara dolayan yüzgeçlerce andolsun incinenler kazanacak şehadet getiren imanlı gerdanları Allah ekber diyerek kıran münafıklar için cennet ancak cehennemdir; hurileri zebani ve birleştirmek hakikiler mesleği yıldızları galaksi kılan çekim kuvveti kalbimizin kalbinin de kalbinde haznedar rayından çıkmış vagonlar mı Ümmet oysa kapanmayı bekleyen onca deccal üsleri Hürmüz Boğazında çarpışan piyonlar atlı karıncalara dönüşen o hamal sırtlarca düşmanın binmeye doymadığı ayrılıklar düldülü ah mevsimi; kimseler kimseleri duymuyor birbirine kulak vermeler rekoru kırılırken Odyometri; doruğundayken öz tekniğinin Odyologlar dahil hey od yüreklim kimse kimseyi istememek istiyor biz kendi içimize bakalım o dem dervişler sağırlaşmamak için şecere zarına HİRA SAATLERİ kimse sizin kadar sevemez, sevilemez nerede iyilik, güzellik, doğruluk görsem göğsünde rahmetinin kadim nefesi durur içimde kısık kelleler dağlanmış zebaniler içimde katran gibi asfalt gibi bir zehir ruhumu merhametin cehennemine devir rıza verdiğin magmada yanmak ne özel papatyalar çiğneyen yaramaz canlar üstüne her dem yeniden doğan sevdalarım vasiyet gazabın kursağında hür insaflar üstüne galaksi tüten serenatlar kazımak istiyorum karanlığın tahtına en aydın başkaldırı size şeksiz şüphesiz sorgusuz itaat saatleri gök denizde can yunuslar gibi çağlayan rüyalar büyüten ebabil uykusu diliyorum yağmurlar ağırdır dağlardan nahif gözlerden bakmayınca çığın koynunda gürül gürül yanan soğuklar yataklara savrulan tenha bavullar kadar dargın vagonlar, sirenler, ıslıklar ve susmak ansızın esen hortumun usulca göle dönüşmesi bu sazlıklar bu çakıllar bu köpükler ensemin ıssızdı mağarada öyle bir ıssızdı ki hiç kimse böylesine kimsesiz kalmamıştı sonra bir tuttunuz mübarek yüreğinin elinden öyle bir kaldırdın ki hassas özcevherini alemlerin en mahşer marşı kılındı kalbi bebeklerden saf melekler bile yetişmedi bizi de yükselt Rahman biz de öksüz çağdaşların dağında kimsesiz mağaramız çoğunluğun hırpaladığı azınlık kullarınız ahir Bedir zamanıdır bir avuçtur mücahid helak olmasın aşıklar ey Maşuk divanına sunulan aşklar hatrına KILCAL ZARAFET ceylan gözlerinde kuğu masumiyeti üzgün mügeler gibi tenha bir vaha yüreğin bağırıyor bakışlarından ey gidenleri susmaktan yorulduysan bir ihtimal daha var hayat gökyüzünde dinozor uçurmak kadar güzeldi bazen arş şöleniyle buluşan arz ayinlerinde irfanlara vurgundur tevazular benlikten bizliğe hicret gözleriyle gözlerimizin içine haykıran yetim çağalar gibi biraz seccadelerin Kevser sofrası misali serilirken ki o kılcal zarafeti gönlün dilerken doğurduğu heyelan bir Ortadoğu düşün aldığı her soluk ciğerlerini tırmalayan bir tırnak uranyum çekirdeklerine çarptıkça çoğalır seri nötronlar çoğaldıkça zincirleme reaksiyon tepkime patlamaları yaşandıkça hidrojen bombaları enselerin köklerine tıpkı içimiz gibi batarken kana kaldırımların alındaki serinlik gel kaçalım seninle kalabalıkların gitmek istemediği o yere özüne sığmayana gökyüzü sığınaktı bir uçumluk canı var göçebe gönlün bakmaya kıyamaz cesurlar dövmeye doyamaz korkaklar cehennem bile dünyadan temiz mi çünkü tüm şeytanlar henüz burada eyvah tamtakırdır içerimiz anlatılamayanlar müzesinde söylenemeyenler koleksiyonu atan yürekte çarpan yaşama sevinçleri mazlumlarla beraber uçtu gitti “bizi doyurmak için milyarlarca canlıyı feda eden Hakk’a olma isyancı” kendini rahat bırak gökte yüzmeyi öğren YILDIZ TOZU şu iyiliğin güzel atmosferinde hepimize yetecek kadar nefes var soluklandırsın Hû yakında teni toprak olacakların birbirine kibirlenişleri ne hazin ömürleri boyunca kendini kasanlara daha büyük bir azab var mı dünyada zinhar değer kaybettirmez azınlık kalmak yiğitlere varlığın yokluğun ötesinin Sahibi doğruluğu dürüstlüğü çoğaltan erlere dünyayı değiştiremeseler bile verir özlerini düzeltme fırsatı katkı maddelerinin esrarkeşi şehrin insanı salsan doğaya tutuna bilir mi kanatlanır gibi suda uçuşan baraj çocuklarına belki öğrenci ay ışığına ayna duvarda raks eden dalgaların gölgesi yıldırımlardan bir çınar Anadolu kendine yangınçevresine aydınlık lavlardan bir şelaleydi koynun önüne kattığını ummanında zerre eden denize kıyısı olan bir balkona asla yoktu ihtiyaçları hayal gücü yüksek sanatkarların biz kağıttan gemileri Rahman’ın bağrımızda esrarına karışmayı bekleyen sırlar meydan okuruz poyraz ordusuna can kırıklarına rağmen yıldızların kızgın çekirdeklerinden trilyonlarca atom fiziğimizde birbiriyle tohum paylaşan eskilerdi asıl sosyalleşenler ömrünü fabrikalarda geçiren mutsuz hayvanların etiyle beslenen hormonlu sebzeler çiğneyen vah apartman çocukları natürel aşkları ne bilesi MAGMA YAĞMURLARI ruhun bir Nuh tufanı gürler cüssenin kafesinde kükrerken şahdamar piramitleri titrerken mumların mumya alevi dönüşür Musa kalpli asaya içimdeki yabanıl ejderha vahşetin imparatorluğunda ateşte İbrahim bahçesiydin Hakk aşkıyla Ömer kesilen cehennemin cenneti sanki dalarken uzaklara yaklaşan sendin ummanlar doğuran bir içdeniz suskun kimbilir kaç sesin nefesi içimiz şimdi çölde deniz feneri çöker kum yağmurları aşkın büstüne çağın ağında çiskin simyacılar haykırmak isteyip haykıramayan felçli ey fezanın baharı gel de gör bizi durulsun durgunluklar filizkıranı testereyle doğranan peygamberin hüznü dolaşır göğün sokaklarında çatlar iskeletler Kızıldeniz’de Manto’da ölüler düğünü başlar ürpertiler püskürtür yanardağlar çarpışır metafor meteorları çalkalanır kürenin katmanları cesetlerin petrolüyle devranın altını üstüne getiren insanlık ne bekleyebilir kıyametten başka sorumlu, hükümsüz egzozlarla çocuklara kanser bağışlayanlar AŞKIN FESTİVALİ gözlerine kaç geceyi sürme çekmişsin gözlerine kameri güzeylerde şems kılan tabiri imkansız rüyaların aynası yüreğin yüreğin kaç yüreğin bileğinde gezinir sen kaç rıhtımlı körfezsin anılar, yaralar, çöküşler ve duymak suskuların ahenginden örülen mübarek besteni tren sirenlerinde sesin hüzne selam etmiş kumsallarda doğmuşsun alımlı valsler narin esanslar ellerin ellerin kaç bileğin yüreğinde birleşir sen kaç körfezli rıhtımsın göklerinin bağrı kristal döşeli öpülmemiş yüzleri öpülmemiş avuçlarına değdiren çığlık çığlığa çığlar gözlerin gözleri birbirine bağlayan bakışlarda kurulmuşsun hislerin sislerinde sarsılmaz divanın sılan; pencereler önünde tenha yusuftutan nasihatleri neylerin rebablarla feleklerde kesiştiği dalgalarda durulmuşsun harabe şatolarda nefesin baştan ayağa bataklığa saplı masum mücevherlerin felaha çekildiği çöllerden geçmişsin okyanusların bağrında duran kimsesiz bir çöl gibi kalbe elveda etmiş akıllarda solmuşsun sen kaç rıhtımlı kaç körfezli rüzgarsın hep seni aradım Kudüs’ün viran surlarında merhametindi şavkıyan Diyarbekir hisarında şimdi fukara bir ömrün kitabe aralığında çatlar aynanın özündeki ayna kaynar yaranın közündeki yara sen kaç rüzgarlı tufansın sen kaç tufanlı kıyamet sen kaç kıyametli mahşer kaç mehşerli cehennem kaç cehennemli cennetsin eti kemik geçmiyor şu yürek saati o ruhu özleyen milyar can sen kim bilir şimdi hangi ne doğmaz bir ölüm sevmek çilesi MELEKLERLE ALTI GÜN 1 başladı kutsal besmele serinliğiyle yolun yolculuğu yolculuğun yolu birinci gün Münker ve Nekir atıldı tutup iki bileğimden fırlattı içimdeki köstekli saati ışık hızında rüzgarların denizlerle mecnun koklaştığı yamalı kulübelerden geçtik ilk paramparça evleriyle bir köy tüneli ama büsbütün göğsündeki sevinç geçitleri çocukların o solgun ve lenduha gözlerinde bengisu şiddetinde aziz yaşamaklar azmi martıların sırtlarına biniyorlardı köklere tebessümler ekiyorlardı kadim esaslar üzre ihya olan ümranlar alkımlarla çizilen mimarlar saçıyorlardı başaklarda buğdaylar çiğneyen gelenekler çalışmaktan bostanlarda utançtan değil onurdan yüzleri kızaran evlatlar sütunlardan bal emziren doğu ötleğenleri doruklarda dağ içen görünmez misafirler bastığı yeri ayağıyla öpen uğurlu kafileler çelmikten ve sazlıktan kervansaray köşkleriyle halaya duran çağıltılar meltem törenlerinde kan kokulu bembeyaz gelinlikler köknarlarda yırtılan yüreklerden örülen uçurtmalar kurulduk bir bulut kıyısına ben hep arşa hep arştan bakmaklar istedim Tevrat ve İncil ve Zebur timsali Şam ve Bağdat ve Kudüs nehirleri artık yeryüzünde değil gökyüzünde hayatta şimdi koyuntu dehri nasıl da kendi kendini kemiren geometri Münker yıldızlarla ahbab olmuş Nekir yine şemslerin meclisinde içimdeki bağlamaysa hep onların gazelinde 2 ikinci gün bir buzul çağı cehennemi yakıcı soğukluklar donduran sıcaklar geldi Azrail dibinde sevda kokulu sırlar sadrında gür pınarlar avuçlarında sandukalar hazan mazlumlar generali zalimlere muhteşem müjdeleyici son nefesini kusarken kibirlenenlerin sonunu görecektiniz bacaklar birbirine dolandığı zaman yalancıların akıbetini görseydiniz boğazın ağzına dayandığında can yetimleri yutanların halini görmeliydiniz öyle bir kente vardık ki ölümün sıddık meleğiyle katkısız sebzeler kendini yetiştiriyordu ömrünü değil hissiz fabrikalarda sımsıcak doğada özgürce geçiren mutlu canlılardan rızıklanıyordu ahali ne robot kozmonotlar ne uzaylı mumyalar burada insanlar sahiden yaşıyordu aşkları hep gerçek yaraları doğallık en güzel parfümleri kasılmanın kölesi değildi gövdeler dokunsan ağlayacaktı ruhlar insan kurnazken bir hiç siz hep onu dirlik alan bildiniz oysa uyandırandı Azrail uykunuzdan öyle şefkatliydi ki Rahmân evliyasına en sevdiğinin verdiği vazife ona mesleklerin en sevimlisi Hüthüt gölgesinde Ashab-ı Kehf kıtmîri ardında Şuayb kuzularıyla Salih devesi kudret deryasında kanatlı yunuslar yüce dallarıyla bir sancak ki helak olmuş beldelerin imrendiği arzda örülüp sanki arşa eriştirilen şehir prizmalar sağdım ses kemiklerinden isli bir bilek gibi sallandı yürek uçtuk gittik kentin labirentinden 3 tapılan putların dile gelip Rabbini birlediği devirlerden geçtik anahtar deliklerinden sızan bıçakça ağır bir yel gibi ben ve Mikail hortumlarla yıldızların heybetli Kahhar korkusundan sağa sola kaçıştığı fay hatlarından haşyetten düşen kayaların parçalanırken ki toz bulutundan yepyeni bir coğrafyadan geçtik görkemli yapılar içtik ne çalkandık gökdelen piramitlerden ne küçümsedik kerpiç salaşları marifet nerede bildik hep bildikçe bilendik kara bulutlar altında toplanan helak edilmiş kavmin tuzunda şimdi ne dersen de her doku mahrepli sımsıcak çörek kokusu siste hayalet yel değirmenleri döner Sübhan diye diye ah bulutları doğurur İnşirah dağı dönüşür can kubbeler gezegenlere çalkalanır görsen köpükler gibi uzayın deniz yıldızları melek ordusunun kumandanı Mikail yağmurlarla rüzgarlardır zor sırdaşın ne bahtlıdır sana dost olan ne talihsiz düşman kesilen unutabilir mi hiç Bedir ve Uhud saati Hakk’ın yüce dostu aşkına savurduğun abidevi endamı ey koca elçinin göksel veziri ey Tahiyyât ile şereflenen kişi ummanlarca dalgalanan bir sancak şimdi yürek onu dikmeliydim aşka tıpkı kamere bayrak diken uzaylıların cezbesinde hayır çok fazla daha ötesi Mikail depderin iğne deliklerinden geçirdi göklere sığmayan sır ipleri tuttuğu kadarını tanıyabildi aklımın fikirden elleri 4 sıvının sıvısı gaz ve gazın katısı sıvı saf topraktandı Adem kaburgalardan Havva Hüsûf ve Küsûf ve Hârut ve Mârut meleklerle namazlar kokteyli dördüncü gün efsun kokan demlerdi koku ve tat ve his körlüğü pelte kursaklarda kimsesiz ahtapotlar öyle bir şehir ki dördüncü gün bereket sırtını dönmüş başaklara araflı alınların yüzeyinde Yakaza kaşmer yürek yaramaz çocuklar sanki toprağın göğsünde ilham olmak isteyince soytarılara imparator argın padişah tıpkı ölü deniz bakınca boşluğun içindeki boşluğa dalgalar kum fırtınası sisten tarlalarda efsun rayihaları kartal kanatlı dinozorlar taraçalarda fil hortumlu ejderhalarla savaşlarda devriliyor gökdelen putları yanıyor ceplerin kağıttan sanemleri betonlar bahçeye dönüşüyor buzullardan fışkırıyor volkanlar çöllerde amazon ormanları berzah alemini haykırıyor hayatlar mecazlar uzayında semboller ziyafeti çığlık atan sessizlikler koleksiyonu ezgilerden örülen fosilimsi tuğlarda meleklerden büyüler öğrenen şımarıklar terörlerin emzirdiği kancı töreler sonra gelip çatacaktır kutsal pimanlık günü zalimlerin cehennemi mazlumların cennetiydi umutma diyor yollar yolculara hey asla çıkmaz raylarından dikey adalet treyleri 5 henüz kesilmemiş saf sütten emekleyen o gezegenlerden önümde bir Samanyolu şöleni işte beşinci gün ve Cibrîl saati balinada Yunus geometri ötesi sütunlar saçan filizkıranlardı dizginlerimizde mermer Burak bindik bir fırtınaya uçurumlar çiğnedik İdris ve İlyas ve Elyesa denklemi Zülküf dağında Zülkarneyn atlası evliya duyuları sağır eden zamanın Bedir kuyuları hüzün yazgı yazıtlarında engerek hazanları Musa ve Harun ve Kudüs fatihi Yuşa fışkırır ruhlar şehrinde aşkın on nehri öptüm ibibikleri kanatlarından Cebrail cübbesinden arşa serildim dua kılan adamlar silüeti taçlı hatun gölgeleri mescitlerde kabuslardan örülen tapınaklar berkiten senin aziz suların benim yar saatlerim selaların yankılanırken ki yetimliği kazınsın antik alfabeler gibi vicdanların şu hantal atmosferine yağmurlu mezarlıklar kadar buruk sağanaklar sağdık Cibrîl dostluğunda yarılan kayadan çıkan mucize selam Salih peygamber devesine ihtişamlı Süleyman kuşları kursağımız şerefli cennet komşuları birlik müslüman cin kardeşler her yöremiz yüzüyor göklerde bakır akrepler yürüyor çayda çeyizlerle hacimler Bermuda Şeytan Üçgeninde devasa dalgalarla boğuştun durdun Eyyub sabrıyla sağlam sütunlar diktin dilsiz Davudi seslere karışan Lokman hikmetler Ashab-ı Kehf duvarlarında yankılanan ruhlar bir Üzeyir kılıcıyla doğranacak Gargatlar kutsal cihad günü gelecek dile dağlar taşlar irfanlar saçacak alim İdrisler aşk yeniden kınına sığmayacak 6 ince evraklarda kuş tüylerinden damlayan şifrelerin burcuları ve altıncı gün İsrafil mevsimi aniden çatıp gelen Sûr saniyesi orada boşluğun göğsünde mimar çizgileri burada dilim dilim yeşeren devrim şurada mürekkep çiçekleri baygın kırıldı kadeh 1440 yerinden kırk yerinden çatladığı güne hasretle Ad ve Semud ve Uhdûd ve Nemrud Firavun ve Karun ve Haman ve Ebrehe Sodom ve Sebe ve Eyke ve Karye bir ses bir yağmur bir tufan yeter elbette batılı anında yeryüzünden silmeye denizlere fısıldıyor iyi adamlar körfezlere kitaplar okuyor iyi hatunlar anneler çocuklarını lifliyor sobaların yanında ve naylon leğenlerde güneşte ısınmış su bidonlarından bakır tasta sevgi dolu zemzem sularıyla ve koca Dicle kıyılarında bölüşülemeyen tarla sularıyla bilge Nil civarında uğruna kan davaları bereketler ki paylaşılmadıkça hafifleyen tenha heybelerde dargın boşluklar Mesih mevsimi, Mehdi saati İsrafil ile Sûr ki ney ile semah evliya ruhların aşktan Kâbesine çocuğun rüyasına şeref verdi Geylânî mübarek kadırganın üstünde levent bir endam şelaleler timsali bembeyaz cübbe sarıldı sapasağlam iç içe geçti kemikler Hakk dostu meleklerin pak solukları doldurdu tabiat odamızı selam sana Gazâlî yürekli asırlarca beklenen hayırlı postnişin üfle Ahit burculu asalara yeni bir anlam kat İsalara öyle bir dönsün ki zemheri ilkbahara Alemler Gülünün esansı duyulsun uydulardan Bilal YAVUZ |