RÛHUM
Hicrân-ı muhitât ile solmuş, sarı, çıplak
Râkid, ölü bir havza düşen bir kuru yaprak Sessizce nasıl izler açar sîne-i mâda, Ey tûde-i nûr ü elem, ey çehre-i sâde, Bir göl gibi durgun uyuyan rûhuma nûrun Aktıkça, o sâkin suda her lem’a-i dûrun Bir çîn-i felâket gibi ra’şeyle genişler… Ey eski kamer, ey ezelî ruh_i münevver, Sen şimdi bu tüllerle muhîtâtı sararken, Nûrunda tesellî bütün âlâma koşarken Yalnız bu derin gölde senin açtığın izler, Bir gizli gamın şehka-i seyyâlini gizler… Bir göl ki semâsında ne âhenk, ne de sâye Vermez o büyük uzlete bir hadd ü nihâye; Gençlik ve emel, hüzn civârında dikendir, Üstünde esen nefhada bir girye nihendir. Tülden ve buluttan ve bütün sîm semenden, Bir hâb-ı serâbî dökülürken yere senden, Sen her sûda bir başka güzellikle doğarsın, Sen her sûda bir başka ziyâ, başka kamersin: Ormanların ağûş-ı sükûtundan akan âb, Senden alır âhengine bir girye-i bî-tâb; Göller ki öper hüsnünü, yalnız leb-i sâye Feyzinle dolar hâb-ı şeb-âvîz-i semâye; Sevdâlara bir cennet olan sâyeli göller, Altında senin hüsn-i esâtir ile titrer… Rûhumda, fakat her dökülen katre-i nûrun, Yalnız bir ölüm, bir ebedî mâtem-i dûrun, Neylüfer-i giryânını, ey mâh-ı münevver, Ezhâr-ı leyâli gibi rüýâ ile besler… |