- 618 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Ok
Haykırarak surlara doğru koşarken korkarsınız. Ciğerlerinizi yırtarcasına bağırıyorsunuz, elinizdeki baltayı ya da kılıcı kalkanınıza vuruyorsunuz, yüzünüzde vahşi bir ifade var ama yine de korkuyorsunuz. Dizleriniz titrer çünkü ilk oku siz yiyebilirsiniz. Belki bir an sonrasında bir ok yağmuru üzerinize inecektir ama sizin gözünü bir başına havada süzülen o ilk ok korkutur. Bilirsiniz ki onu atan kişi yayını gerdikten sonra baskıya dayanamamış, emri beklemeden kirişi bırakmış bir yeni yetmedir. Tek kılıç çalamadan Aziz Pierre ile yüzleşmek, bunu da bir çaylağın yüzünden yapmak başa gelebilecek felaketlerin en kötüsüdür. Eğer bunun da ötesinde bir şey varsa o çaylağın kötü bir nişancı olması gelir. Bana ok atan da öyle birisi olmalıydı. Ok baldırıma saplandı ve kaldı. Yere yığıldım. Bir iki kişi bana takılıp, yuvarlandılar. Sonra hücum dalgası beni geçip gitti.
Bir anlamda şanslıydım, surlara çok yakın değildim. Sağlam bacağımın üzerine yüklenip, kalkanımdan destek alarak kalkmayı denedim. İlkinde yaralı bacağımın üzerine yığıldım. Acıdan bir süre kendime gelemedim. Surlara doğru hareketlenen ikinci dalganın üzerimden geçmesiyle tekrar gözlerimi açtım. İkinci bir deneme... Bu sefer başardım.
Acı veren ve her biri epey zaman alan adımlarla ordugaha vardım. Burada yamaklardan biri koşup omuzuma girdi. Beni sürüklercesine götürmesine ses çıkarmadım. Çadırların önündeki alanda, ateşin yanına beni bıraktı. Birazdan yarayı sarmak için bir bezle çıkageldi. İşinin ehli değildi, eli yavaştı, sonunda da zılgıtı yedi.
Neyse ki sarmadan önce oku kesip, her iki ucunu ayrı ayrı bacaktan çıkarmayı akıl edebildi. Sonra da aceleyle yarayı sararken bacağı hissiz bırakacak kadar sıktı. Bu yüzden de bir daha sarmak zorunda kaldı.
Yaranın bakımı bitince bir süre kendimden geçmişim. Gallet beni kontrol etmeye gelinceye kadar baygın kalmışım. Onun sargıyı açıp, yaramı incelemesiyle ayıldım.
“Fena değil. Yaşarsın... Dahası bacağını filan da kesmek zorunda kalmayız.”
Gallet ordugahın eskilerindendi. Yıllarını kendisine nerede ihtiyaç duyulursa orada kılıç sallayarak geçirmişti. Yaşlandıkça daha az vuruşur olmuş, onun yerine kampta kalıp yaralılara bakmaya başlamıştı. Ben günün ilk geri geleniydim. Zamanı boldu, keyfi de yerindeydi.
“Yaran” dedi, “bana eski günleri anımsattı.”
Belindeki tulumu bana uzattı:
“Al! Çekinme. Bu ağzının tadı gelsin diye. Kan da yapar. Epey kaybetmişsin buraya gelirken.”
Tulumu ağzıma dayadım ama ikinci yudumdan sonra Gallet uzanıp şarabı elimden aldı.
“Daha kaleyi almadık, kutlayacak bir şey yok. Hele surlar bir düşsün, yağma başlasın, ondan sonra sen de, ben de sarhoş olabiliriz.”
Gallet başımda oturmaya devam ediyordu. Kalkmaya niyeti yok gibiydi. Başka hiç bir yaralı gelmiyor muydu? Onun umrunda değildi. Çok geçmeden rahatlığı bana da bulaştı.
“Sen bilmezsin, gençsin. Hacca gitmişiz. Kefere ile her fırsatta savaşıyoruz. Nicea’dan başladık, Doryleum filan derken Antiokeia’ya vardık. Kuşatması ...” biraz önce surlarına doğru koştuğum kaleyi işaret ederek “bunun gibi hop diye bitmedi, sürdü de sürdü.”
Doğrulmaya çalıştım:
“Kale düştü mü?”
“Yok, ama eli kulağındadır. Sen dert etme. Ne diyordum, Antiokeia’yı kuşattık. Onlar şehrin yardımına geldiler, biz de gelenleri yendik. Onlar adam gönderdi, biz adamları telef ettik. Derken şehir düştü; herkes payına düşeni aldı. İyi, güzel...”
Gallet tulumdan bir yudum daha aldı. Benim talepkar bakışlarıma aldırmadan tulumu gerisin geriye yanına yerleştirdi ve anlatmaya devam etti.
“Anlaşmaya göre şehri Greklere bırakmamız gerekiyordu ama bırakmadık. O kadar savaşmışsın, şehri almışsın, senin olan başkasına bırakılır mı, di mi ama? Hem biz savaşırken Grekler neredeydi? Ne diyordum, şehir bize kaldı, biz yola devam ettik. İlerliyoruz; biz üzerilerine gittikçe kefereler de geri çekiliyor. Yürekleri yok karşımıza çıkmaya ama bize de yiyecek filan bırakmıyorlar. Bir de üstüne veba bastırmasın mı? Bazı çatlak sesler homurdanmaya başladılar, Greklerle anlaşmayı bozmayacaktık, başımıza bu bela geldi diye. Çevreyi filan yağmalaya çalışıyoruz ama etraf zaten çorak, burası gibi değil.”
Bir yudum daha almayı denediği tulumun boşalmakta olduğunu farketti. Civardan geçen bir yamağı çağırıp yeni bir tane daha istedi. Yamak:
“Ben şimdi nereden şarap bulayım?” diye itiraz edince onu hadım etmekle tehdit etti. Çocuk koşarak gitti; sahibi belki de surlardan hiç dönmeyecek başka bir tulumla çıkageldi.
Yeni şarabından keyifle tadan Gallet kıvamını tekrar buldu ve kaldığı yerden devam etti:
“Ne diyordum, çoraklık filan... Ha, savaşıyoruz ama bir yandan midelerimizle de savaşıyoruz. Açlık dayanılır boyutlarda değil. Sonunda bir şehre geldik. Biz gelince onlar da kapıları kapattılar. Güya abluka altında olanlar onlar ama her akşam buram buram yemek kokuları geliyor burnumuza. Kafirler içeride şölen veriyorlar, biz yiyecek ot bile bulamıyoruz. Eldeki atların çoğu önceden telef olmuş. Olmamışları da kestik yedik zaten. Bir tek kodamanlarınkine el uzatamıyoruz. Uzatmayalım, neden sonra şehir düştü. Bir daldık içeri, sokaklarda deliler gibi koşturuyoruz. Altını, gümüşü geçtik, herkes yemek peşinde. Kuşatma sırasında kokusunu duyduğumuz etleri arıyoruz. Ama kimse bir şey bulamıyor. Adamlar hayatlarının bağışlanması için ne kadar değerli taşı, madeni varsa bize sunuyor; bizim umurumuzda değil. Tabi adamları da bu arada kesiyoruz; söylemeye hacet yok. Kurtarmalık için esir alalım diyenler oldu ama çoğunluk yiyecek peşinde. Sonradan farkedeceğiz, kuşatma sırasında kafirler bizim moralimizi bozmak için surların dibinde ateşler yakar, kazanlar kurar, ellerine ne geçirirse ya pişirir, ya da kızartırlarmış: Ot... Ot bulamadıysan ağaç kabuğu... Onu bulamadıysan fare... Fare bulamadıysan diye bir şey yok, her yer onlarla doluydu.”
Gülmeye başlaması yüzünden anlatmayı yarıda kesti. Tulumuna davrandı ama benim ona bakışımı görünce kendi ağzına götüremedi; bana uzattı. Kaledeki kızlardan biri kucağıma düşmüş gibi yapıştırdım dudaklarımı tuluma.
“Kafirlerin cennetinde de bu içtiğin şaraptan var. Güya burada içemiyorlar ama öldüklerini sonsuz içeceklerini sanıyorlar. Dahası, cennetlerinde kızlar da var, oğlanlar da var. Anlarsın ya! Uzun sözün kısası, bu kafirler ölmeyi biliyorlar!”
Tekrar gülmeye başladı. Ön saflarda dövüştüğü zamanları özlüyor olmalıydı. Şimdi de itibarı yerindeydi ama savaşçı değildi. Vikontun gelip elini sıkması başka şeydi, çürümüş uzuvları bedenden ayırmak başka.
“Ne diyordum? Ha, kafirler ölmeyi biliyorlar. Biz de önümüze geleni kestik. Ama hala erzak filan bulmuş değiliz. Sonra birileri bu adamların kazanlarını keşfetti. Yaktık kazanları. Civar cesetlerle dolu. Nasıl yapsak diye birbirimize bakarken, biri davrandı bıçağına, ölülerin kaba etlerini fileto halinde kesmeye başladı. Parçaları kaynar suya attı. Tam bu sırada bir grup Burgonyalı sökün etti. Biz ne olduğunu anlamadan bir çırpıda kazanı devirdiler. Tam kılıçlara davranıp bunlara giriyorduk, bir de ne deseler beğenirsin? Yok efendim, bu etin haşlaması değil, kızartması olurmuş. Bunun üzerine devrilmiş kazanlardan kalan ateşlerde etler kızartılmaya başlandı.”
“Yediniz mi onları?”
“Niye yemeyelim? At, eşek yiyoruz. Yetmiyor, katır, köpek yiyoruz. Biz de bunu bulduk; bulduğumuzu yiyoruz. Açlıktan ölelim mi?”
“Günah ya! Günahların en büyüğü!”
“Hadi oradan, ne günahı? İsa’nın etini yiyip, kanını içmeyi biliyorsun ama.”
“O başka şey!”
“Kıçıma anlat sen bunları. Ama anlatırken dikkat et, havaya girip oradan fileto filan kesme.”
Bozulmuştu. Susup tulumuna yumuldu. Çok geçmeden de sarsakça kalktı; yalpalayarak uzaklaştı.
Ben ise yaranın etkisiyle sızmışım. Geceyarısına doğru uyandığımda sabah bizim gruptan surlara gidenlerin hiç birinin dönmediğini öğrendim.
YORUMLAR
İlhan Kemal
savaş ve açlık ,şarap içince savaşlar daha eğlenceli olabiliyor ,karşılıklı birebir kendi etlerini kızartabiliyorlar ,savaşın da kendisi bu değil mi ...bir çeşit hastalık hareketleri
hiç biri dönmedi ,dönseler hayal kırıklığına uğrardım yazının içinden geçerken ,onlar da ızgara oldular sanırım ..
çok sevgiler
İlhan Kemal
O anda süregeln savaş belli ki fazla bir özelliği olmayan, Gallet'yi heyecanlandırmayan bir kuşatma. Bir olasılıkla kızartma türü eylemler olmayacak. Ama her kuşatmada surlara ilk kuşanların geri dönmeme durumu burası için de geçerli. Saygılarımla.
Film izler gibi okudum...Sanırım öykü bir antik kentte geçiyor...
Güçlü kalemin beni de okçuların arasına sürükledi...Yine hayal gücünüz mükemmel...
Tebrik ve sevgilerimle...
İlhan Kemal
Kaledeki kızlardan biri kucağıma düşmüş gibi yapıştırdım dudaklarımı tuluma.
mükemmel bir hayal gücü cümlesi..
sinemada film izliyor gibi hisstettim kendimi..
sevgili ilhan bey..
bir gün de arap çöllerinde dolaşsanız..,
bedeviler filan..
okumayı çok isterim kaleminizden..
sevgilerimle..
SEVİLAY DİLBER tarafından 6/8/2012 3:35:02 PM zamanında düzenlenmiştir.
İlhan Kemal
Öykülerimi okumaktan keyif almanız çok güzel. Teşekkür ederim. Saygılarımla.