- 4635 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ESKİ ADIYAMAN'DA BAYRAM VE AKÇALILI HACI EFENDİ
İkinci Bölüm
ESKİ ADIYAMANDA BAYRAM VE AKÇALILI HACI EFENDİ
Halit Özdüzen (Araştırmacı- Yazar)
Bayram Sabahı
Sanırım 1951 Ramazanıydı. Bayrama bir gün kala saç tıraşımı olmuş, Kunduracı Şükrü’lere ısmarladığımız kundura, terzi “Sağcan”lara verdiğimiz pantolon ve gömleklik kumaşlar dikilmişti; onları paketleyerek bağa götürdüm. O akşam iftarda babam, “Halit erken yat, yarın bayram namazına seninle şehre gideceğiz.” demişti. Hava kararınca annem mahsere * kazanında ısıttığı suyla küçük kardeşlerimden sora beni de büyük teştte yıkamak istedi; Ben daha önce bağdaki komşu çocukları ve gençlerle beraber lastik meşale yakmak üzere sözleştiğimi söyleyerek, ”Gelirsem yıkanırım, sen yat.” dedim. Hem artık büyüdüğümü hissediyor, annemin beni yıkamasını istemiyordum. O gece şenlik ve eğlence uzun sürmüştü, haymaya döndüğümde babam yatsı namazı sonrası gelerek yıkanıp yatmıştı, annem temiz çamaşırlarım elinde beni bekliyordu. O’nu da yukarıya gönderdikten sonra yıkanarak, haymaya çıkıp süllümü (merdiveni) yukarıya çekerken babam uyandı. Zaten uykusu genelde hafif olurdu, yataktan doğrularak: “Bayram gecesi olmasaydı, geç gelişinin hesabını sorardım ama neyse…“ diyerek tekrar yatağına uzandı. Ben de usulca yatağa girip, yıldızları seyretmeye başladım. Karanlık gecelerde yıldızların seyrine doyum olmuyordu. Komşu çocuklardan her birimizin gökte bir yıldızı vardı; ben kuzeydeki sabit yıldızını seçmiştim. Gecenin ilerleyen saatlerinde hepsinin yıldızı batıp kaybolurdu, benim yıldızım gökte dururdu. Yatarken hep onu seyrederdim; o gece de öyle yaptım, bir müddet sonra uykuya dalmışım.
Saat gecenin kaçıydı bilmiyorum, bir patlama ile haymadakilerle beraber uyandım; fırlayarak yataktan kalktığımda babamın yatağında ve haymanın üzerinde olmadığını gördüm. Ortalık iyice karanlıktı, daha ne oluyor demeye kalmadan bağ bekçisi haymasından da bir silah sesi geldi, benim gibi tüm aile de telaşlanmıştı. Erkek çocuk refleksimle babamın yastığının altındaki tabancasını almak için uzandığımda, orada olmadığını gördüm. Yoksa “bizim haymaya hırsız mı geldi?” geldi diyecektim ki, silah sesini uzak bağ ve bahçelerden silah sesleri takip etti.
Bir ara bağın içerisinde bir karartı gördüm, aynı anda cep fenerini yakarak bizim haymaya tuttu. O karartı elinde cep feneri ile bizim haymaya doğru yaklaşmaya başladı; biraz yaklaşınca babam olduğunu anladık. “Korkmayın benim.” diye seslenince annem: “Allah hayrını versin, bizi çok korkuttun.” dedi. Sonunda ailece rahat bir nefes alabildik. Silah seslerine çevredeki komşular da uyanmıştı; ancak kimsenin telaşlanmadığını görünce babama “ne oluyor ?”Dedim. O gayet sakin “millet uyansın, bayram sabahı” dedi. Meğerse o akşam Hacı Fehmi Efendi inşallah erken uyanırız demesi üzerine, babam “ merak etmeyin ben sizi uyandırırım” demiş; uyandırma şeklinin de tüfekle olacağını söylemiş! Aslında başka akşamlarda da silah seslerine alışkındık. Atılan bir silahı, başka silahlar takip etmekteydi. Gündüzleri de bekçiler bağların sahipsiz olmadığın göstermek için bazen arada bir kuru sıkı atarlardı.
Uyanmıştım ama uyku mahmurluğunu üzerimden hala atamamıştım. Tekrar yatıp uyumak üzere yatağa girmiş fakat henüz uyumamıştım. Annem omzumdan silkeleyerek “Kalk, baban eşeği hazırladı.” dedi. Çarnaçar kalkarak elbisemi giymeye başlamak üzereydim ki babam, bayramlıklarımı giymemi söyledi. Özenle yastığın altına sakladığım bayramlıkları çıkararak giyinip haymadan aşağı indim. Ben uykulu gözlerimi ovuştururken babam merkebin heybesine kilim seccadeleri koymuş, fener ışığında elindeki tüfeği yeniden doldurmaya çalışıyordu. Sırtında bayramlık yeni giysileri ve ceketinin altındaki palaskasında takılı tabancasıyla bana daha bir heybetli görünüyordu. Derken elindeki tüfeği doldurarak haymanın direğine asarken bana, değneği almamı söyledi. Değnek, mazı ağacından oldukça sağlam bir sopaydı; hayvanları gütmekte kullanıldığı gibi yılan, köpek gibi hayvanlarla kötü niyetli insanlara karşı savunma amaçlı olarak taşınmaktaydı. O yıllarda kırsalda yaşayan herkesin elinde bir değnek bulunurdu. Babam eşeğin çul (eğerin)’unun önüne binerek beni de arkasına bindirdi; böylece karanlık bir gecenin serinliğinde şehre doğru yola koyulduk.
Şafak henüz sökmemişti; patika yoldan ilerlerken haymalardan uyanan insanların, bilhassa bayram yemeği telaşesindeki kadınların alçak sesle konuşmaları, gecenin sessizliğini delerek bize kadar ulaşmaktaydı. Babam “Silahın gözüne kurban, bak nasıl da herkesi uyandırdı, tüfek değil top Maşallah!” diyerek gevrek, gevrek gülüyordu. Aradabir elindeki feneri yolun sağına soluna tutarak yolu aydınlatmaya çalışıyordu.
Yolumuzun üzerinde “anaç gever” denen büyük su kanalı vardı. Babam eşekten inerek abdest almamızı söyledi. Yaklaştığımızda çayda birkaç karartı gördük, su sesi insan sesini bastırmaktaydı. Belli ki birileri yıkanıyor veya karanlıkta boy abdesti alıyorlardı. Babam onlara seslenerek, ”Hey çaydakiler! İşinizi çabuk bitirin biz de abdest alacağız.” diye seslendi; arkasından da “Aranızda kadın varsa yolumuzu değiştirelim.” diye ilave etti. Zaten onlar da merkebin ayak seslerini ve fenerin ışığını fark ederek birilerinin geldiğini anlayınca, sudan bir an önce çıkma telaşına kapılmışlardı. Karanlıkta çayın kenarındaki beyaz elbiselerini alarak, hızla çalıların arkasına koşuştular. Babamdan feneri alıp uzaktan üzerlerine tutmak isteyince, “Genç kız veya hanım olabilirler.” diyerek bana mani oldu. Çayın kenarına vardığımızda kimseden ses seda çıkmıyordu. Belli ki rahatsız olmuşlardı. Onları daha fazla rahatsız etmemek için, “Evde abdest alırız.” diyerek eşeği topuklayıp, hızla oradan uzaklaştık. Civardaki bahçe sahiplerinin eşleri ve çocuklarının, akşamın karanlığında veya gecenin seherinde uyanarak, ortalık aydınlanmadan çaya yıkanmaya geldiklerini büyükler biliyormuş, ben de bu vesileyle öğrenmiş oldum.
Yeniden yola koyulduğumuzda, artık şafak sökmeye başlamış, ortalık alaca aydınlığa bürünmüştü. Bağın şehirdeki evimize uzaklığı yaklaşık 2,5 km civarındaydı, yürüyüş mesafesiyle yarım saati bulmaktaydı. Çevredeki bahçelerde insanlar uyanmıştı, bazıları bayram namazına şehre inmek için hazırlık yapıyordu. Su kenarını takip ederek patikadan ara yola çıktığımızda, köylüler görünmeye başladı, civar köylerden şehre at veya beygir sırtında bayram namazına gidenler, bizi selamlayarak hızla ilerliyorlardı.
Arktaki suyun şırıltısı yanında bahçelerdeki gül, reyhan kokularına, ağaçlardaki ağustos böceği, bülbül ve diğer kuşların şakımaları karışmaktaydı. Sabahın seherinde ortamın letafetiyle mest olunca, uyku bastırdı; babamın ar-kasında tam uykuya dalmak üzereydim ki, “Yusuf kalfa bayramınız mübarek olsun!” diye önümüze çıkan demirci ustasının sesiyle irkilip kendime geldim. Bir yandan babamın elini öperken bir yandan da daha önce bahçesinden topladığı içinde dut, elma kaysı ve erik olan sepeti almam için bana uzatıyordu. Babam başıyla almamı tasdik edince, alarak hurcun bir gözüne koydum. Az ilerde de bir başka bahçecin yakınından geçerken de karı-koca bolca domates, patlıcan ve biber ikramında bulundular. Bir diğeri de yoldan geçişimizi görerek, bahçesinden topladığı reyhan, gül ve karanfillerden oluşan demeti babama uzattı.
Çiçek demetini getiren, babamın kendisinden pek de hoşlanmadığı Abdullah Eldem’di. Çevrede “Ferit Efendinin Oğlu“ olarak bilinmekteydi. Gözlediğim kadarıyla Üçgever’deki ( suyun üçe ayrıldığı yer) babasının bahçesini ekip biçen oldukça çalışkan bir insandı. Bahçelerinin önünden her geçişimde yeni bir aktivite içinde olduğunu görmüştüm. Çocukları da çok sever, yoldan geçtiğimizde bahçesinden bize meyve ikramında bulunurdu. Akşama doğru serinlik başladığında bahçesinin takımında beş on gençle toplanıp kitap veya gazete okuyarak sohbet ederlerdi. Dükkânımıza yakın nalbant komşu ve müşterimizin oğlu Nuri Yenice, daha sonra tanıdığım Ali Deniz, Ahmet Arıkan, Abdurahman Keleş ve Adıyamanlı birkaç üniversite öğrencisi de bu grubun içerisindeydi. Kanımca babam bu insanlardan kendi partisinden olmadıkları için pek hoşlanmaz; devlete karşı komitacılık faaliyeti yaptıklarını söylerdi. Gençlik yıllarımda bu insanlardan bazılarını tanıdığımda, hiç de öyle bir konumlarının olmadığını görmüştüm. O günün modasına göre kendilerini sosyalist ve aydın olarak niteleyen –fakat sosyalizmle ilgileri olmayan- göz Doktoru Ziya Oykut’un kendilerine verdiği kitaplar ve konuşmalarından etkilenmiş halk insanlarıydı.
Babam siyasette C.H.P. karşıtlığı ile şöhret bulmuştu, o kuşağın İsmet Paşa’ya karşı oluşta önemli gerekçeleri vardı. Bu nedenle D.P.nin ilçe teşkilatlanmasında yer almış, Adıyaman’ın vilayet oluşunda, ilkokul, ortaokul ve lisenin yapılışında Şehre içme suyu getirme teşebbüsünde ve Sümerbank tekstil fabrikasının yapılmasına öncülük etmiş bir Adıyaman milliyetçisiydi. Bu nedenle dükkânımız o dönemin bürokrat ve milletvekillerinin zaman zaman uğrayıp kahve içtiği bir mekândı. Siyasi fikirlerinden dolayı seveni ve bazı sevmeyenleri de vardı. Kendiside bazı insanlardan hoşlanmazdı. Aslında Abdullah’ın babası Ferit Efendi bir dönem D.P. ilçe başkanlığı yaptığında beraber çalıştılar. Yolda bizi karşılayan diğer bahçe sahipleriyle merkebin üzerinde tokalaştığı halde hoşlanmadığı Abdullah’la merkepten inerek bayramlaştı. Abdullah ağabey onun elini, o da onun yüzünü öptü. Bu nasıl husumetti anlayamamıştım.
Geçtiğimiz yerlerde insanlar ikramda bulunmak için adeta birbirleriyle yarışmaktaydı. Önce bu bütün ikramların babamın şahsına olduğunu sanmıştım. Daha sonraki yıllarda babam ve diğer insanların ürünlerinden hiç tanımadıkları insanlara dahi ikram edişlerine tanık olunca, İslam dininden gelen önemli bir özellik olduğunu anladım. Aman ya rabbi! Bu ne güzel din, ne güzel kültür ve ne mükemmel bayram coşkusuydu!...
Sabah Namazı
Evin yavru kapısının kilidini açarak, merkebi içeriye sokmak üzere ana kapıya yönelirken şehirde ezan sesleri yankılanmaya başladı. O zaman her mahallede bir cami, çarşıda da üç cami olmak üzere toplam on cami vardı. On müezzinin aynı anda yanık ve doğal sesleriyle ezan okumaları şehrin semasında yankılanıyordu. Ulu Cami’de Sait hafızın okuduğu ezan da diğer müezzinlerin sesini bastırırdı. Daha sonra ezanı genellikle rast makamında okuduğunu öğrenecektim. Sait hafız, aynı zamanda çok büyük bir gazelhandı. Ünü Adıyaman sınırlarını aşarak, çevre illere kadar yayılmıştı. Cuma salasını ve arkasından ezanı okuduğunda halk mest oludu.
Merkebin üzerindeki heybeyi ve çulu indirdikten sonra, babam palaskasını sökerek tabancasını da evde bıraktı. Eşeği ahıra bağladıktan sonra tulumbadan çektiğimiz suyla abdest alarak, seccadeler elimizde Eskisaray Camisine doğru yöneldik. Cami fazla kalabalık değildi ancak babam namazı avluda kılmamızı istedi. Ulu çınarın üzerindeki kuş sesleri hocanın sesini bastırmaktaydı. Namazın bitiminde babam birkaç kişiyle bayramlaştı, o sırada caminin içinden komşumuz muhacir Mela Muhammed çıktı. Belli ki imamlığı o yapmıştı. Babam elini öpmek istediyse de mani oldu, ben elini öpüp duasını aldım.
Mela Muhammed memleketi Erzurum’da medrese tahsili görerek, genç yaşta uzmanlaşıp âlim olmuş, Osmanlı -Rus savaşında şehir ve köyleri Ermeni işgaline uğrayınca pek çok insan gibi göç etmek zorunda kalmıştı. Önce Adıyaman’a yerleşmiş 1940’lı kıtlık yıllarında Artanlı Said Hoca’nın davetiyle ailesini alarak Artan köyüne gitmişti. Orada hanımı vefat edince de Said Hoca’nın kabilesinden bir hanımla evlenmişti. Şapka giymediği için 1950’deki Demokrat Parti iktidarına kadar orada kalmış, daha sonra Adıyaman’daki kendisinden küçük kardeşi Molla Alaadin’in yanına gelmişti. Artan’da bulunduğu yıllarda Said Hoca onun ilminden oldukça istifade etmiştir. Hatta Adıyamanlı eğitimci-yazar Ebubekir Aytekin’in anlatımıyla “Mela Muhammed Artan’a gidince Sait Hoca sarık ve cübbesini vererek, “Sen burada olduğun sürece ben hocalık yapamam, hoca sensin,” demiş. Bir âlimin değerini ancak başka bir âlim anlayabilir.
Mela Muhammed Eskisaray Camisinin arkasında ve kardeşinin evine yakın bir evde oturmaktaydı. Evi bizim eve de oldukça yakındı, çocuklarından terzi çıraklığı yapan Abdulkerim benden birkaç yaş büyük mahalle arkadaşımdı; Büyük oğlu Molla Emin de yıllarca Kâhta müftülüğü görevinde bulundu. Büyüklerin anlatımıyla, Mela Muhammed’in ilmi oldukça yüksek ve derin olduğundan, zamanındaki Adıyaman Müftüsü içinden çıkamadığı pek çok meselede fetva vermeden öce ona danışırmış. Adıyaman merkez ve köylerde birkaç öğrenci yetiştirerek, ilmini kendisinden sonraki kuşaklara da aktarmıştır.
Namazgâh ve Akçalı’lı Hacı Mehmet Efendi
Seccade babamın koltuğunda Musalla Mahallesindeki bayram namazgâhına gitmek üzere yola koyulduğumuzda, hava iyice aydınlanmaya başlamıştı. Kalenin eteğinden “Alkele Bozzo” (Hasan Toprak)nun evinin yanına geldiğimizde kalenin delisi, “Deli Muze” sokağın başında oturmaktaydı. Zararsız bir deliydi ancak yaramazlık yaparak onu kızdırdığımızdan, çocuklara karşı bazen hırçın olurdu. Babam bir yandan beni kollarken bir yandan da Muze’nin gönlünü almak için ona biraz para verdi. Muze babamı tanıyordu “Üsüp (Yusuf’un kısaltılmışı) bu gün günlerden ne(y)?” diye sordu. Babam, “bayram” deyince “hani şeker, hani şeker” diye üzerine doğru yürüdü. Babam cebinden birkaç şeker çıkarıp verince, sevinçle sokak arasındaki evlerine doğru koşarak uzaklaştı. Muze gibi şehrin birkaç delisi daha vardı; halk’ın bir bölümü onların olağan üstü keşif keramet gibi güçlere sahip olduklarına inanmaktaydı.
Bana göre bu badireyi de kolay atlatmıştık. Kalenin arkasından Keleşgil’in kantarmalı konağı ve dinginin önünden geçerek, eski Besni yoluna(caddesine) ulaştık. Kalenin arkasındaki Arnavut kaldırımı tarzındaki taşlarla döşeli o yol, doğuda Gâvur Mahallesinin önünden geçerek Mehmet Ağa’nın deresi ve Çırçır Pınarına su değirmenine oradan da Eğir(Eğri) Çayına kadar devam ederdi. Yol, tarihi Antep ve Halep kervan yoluydu. O yoldan Musalla Mahallesine doğru yönelerek, Tahta Minareli Caminin yakınına geldiğimizde güneşin ilk ışıkları kaleyi yalamaya başlamıştı. Caddeye vardığımızda namazgâha giden insanlar çoğaldı. Bazen birbirleriyle bayramlaşarak ellerindeki kilim hasır veya seccadelerle namazgâha doğru ilerliyorlardı. O arada yol arkadaşlarımızdan biri, “şu sokaktan kestirmeden gideriz” diyince insanların bir kısmı bizimle beraber caminin bulunduğu sokağa doğru yöneldi.
Daha önce hiç görmediğim sokaklardan başka sokaklara geçerken, arada tanıdık simalarla karşılaşıp bayramlaşıyorduk. Bazı kadınlar evlerinin önünü sulayarak süpürmekteydi, evlerden bol baharatlı yemek kokuları sokağa yayılıyordu, bizi gören kadınlar başörtüleriyle yüzlerini kapatılarak bürünüp evlerine kaçışıyorlardı. Belli ki bu sokaklarda diğer sabahlarda bu kadar kalabalık görmemişlerdi.
Derken Kuzey batı yönünden Namazgâha vardığımızda güneş iyice doğmuştu. Namazgâh Musalla Mahallesindeki eski ceza evinin (şimdiki camii)!nin güney batsındaydı. Önünden dereye giden yol geçmekteydi, daha sonra karşısındaki boşluğa Atatürk İlk Okulu yapıldı. Tarihi musalla/ namazgah ve altındaki mezarlık yıkılarak marangozlar sitesi yapıldı. Musalla Mahallesi o tarihi Musalla/ namazgâhtan adını almıştır. Dört tarafı taş duvarlarla çevrili yaklaşık iki- üç bin kişinin namaz kılabileceği büyüklükte bir alandı. Duvarların kalınlığı yaklaşık yarım metre, yüksekliği bir insan boyundan biraz fazlaydı. Güney cephesinde taş duvarın ortasında bir de mihrap yapılmıştı Köylerden gelen insanlarla cemaat çok fazla, kalabalıklaşıp sokağa taşınca, cemaatin bir bölümü kuzeydeki toprak evlerin damlarında namaz kılmaktaydı. Birkaç yaz bayram namazını kalabalık cemaatlerle orada kılmak bana da nasip oldu.
Musalla/Namazgâha girdiğimizde bizden erken gelenler önden başlayarak alanın yarısından çoğunu doldurmuştu. Babam özellikle mihraba yakın olmamızı istediğinden tanıdıklardan eş-dost yardımıyla tutulan yerlerden birine seccademizi sererek oturduk. Mihrabın yanındaki duvarda birkaç basamaklı bir ahşap seyyar merdiven, merdivenin konulduğu yerde duvarın üzerinde bir halı yastığı onun üzerinde de yine bir halı seccade bulunmaktaydı.
Yere tam oturup çevremizdekilerle bayramlaşmaya başlamıştık ki arka saflardaki insanların hızla ayağa kalkarak tekbir getirmeye başladığını gördük. Bizlerde ayağa kalkarak tekbire iştirak ettik. O sırada arkasında birkaç kişi bulunan yaşlı fakat dinç bir zat cemaatin arasından önlere doğru ilerliyordu. Babama baktığımda “Akçalılı Hacı Efendi” dedi. Bazı insanlar hızla koşarak öpmek için ellerine atılmaktaydı, izdiham oluşunca, birileri müdahale ederek cemaati araladı. Bazı gençler ele ele tutuşarak bir koridor oluşturdular. Hacı efendi mütebessim bir çehreyle cemaati selamlayarak ilerledi; bizim yanımızdan geçerken bizde eğilerek onu selamladık. Orta boyluydu, üzerinde gri şalvar beyaz gömlek ve krem bir cübbe, başında beyaz bir sarık vardı; sakalının çoğu beyaz, görünüşü sakin ve yüzü güleçti…
İlerleyerek merdivenin bulunduğu duvara doğru yöneldi. O merdivenleri çıkarken cemaat yerlerine oturdu. Duvarı üzerine çıktığında Kıbleye yönelerek ellerini açıp sessizce kısa bir dua yaptı ve arkasından yastığın üzerindeki seccadeye oturdu. Besmele çektikten sonra vaaza başladı. Hangi dini konuda konuştuğunu hatırlamıyorum; ancak insanların onu huşuyla dinlediğini gözledim. Sesi çok gür değildi, o tarihte hoparlör veya megafon hayatımıza girmediği için çok arkalardan duyulması oldukça zordu. Babanın niçin önlerden yer tutmak istediğini o zaman anlamıştım. Hacı efendi konuşurken birileri şapkasını açarak cemaatin arasında dolaşıp camilere veya kadrosuz imamlara para topluyordu. Onun arkasında elinde tas ve kova olan şahıslar cemaate karlı su dağıtmaya başladılar. Hizmetler ve amaçlar güzel olmasına güzeldi ama önemli bir hitabete parazit oluşturmaktaydılar.
Güneş biraz yükselince hava iyice ısınmaya başlamıştı ki, önce güçlü bir tüfek( top) sesi, arkasından Said, ya da Gani Hafızın arka toprak evlerden birinin damından okuduğu ezan ortalığı çınlattı. Herkes ezanı sükûnetle dinledi, o arada etkilenip manevi coşkuya kapılarak “ Allah, ya da “Hay” diye seyha çekenler de oldu. Ezanın bitiminde cemaat ayağı kalkarken, Hacı Efendi de oturduğu yerden sesli Arapça bir dua okuyunca, cemaatte âmin diyerek iştirak etti. Duanın arkasından merdivenlerden inerek mihraptaki yerini aldı. İlk safta Şehrin Müftüsü, Hacı Fehmi Efendi, Mela Muhammed tanıdığım simalardandı; fakat Hacı Efendi’nin tam arkasında her halde ilmi yeterli olmayan birisi dur-muştu ki babam alçak sesle de olsa tepki gösterdi. Müftünün yanında bayram namazı kılınırken imamın tekbirlerini yüksek sesle cemaate duyurmak için güzel sesli bir hafız bulunmaktaydı. Cemaatin arasına serpişmiş camilerinin İmam ve müezzin ve şehrin hafızları tekbirlere yüksek sesle iştirak etmekteydi. Namaz bittiğinde hep bir ağızdan getirilen tekbir yeri, göğü inletiyordu. Bu ortamdan herkes gibi mutlaka Hacı Efendi de etkilenmiş olmalıydı, ağır ve vakur adımlarla merdivenleri çıkarak duvarın üzerinde tekbir getirmeye başlayınca cemaat daha da coşarak iştirak etti. Ezan sırasında yaşanan coşku hutbe sırasında da yaşandı, hutbeyi okuyup, aşağı indiğinde herkes kendini ayakta karşıladı. Namaz ve hutbe sırasında herkes gibi bende oldukça etkilenmiştim. Doğrusu namaza geldiğimizde Böyle bir coşkuyu yaşayabileceğimizi ümit etmemiştim!
Namazgâha İlk gelişindekinin aksine izdiham yaratmadan cemaat bu sefer tek sıra halinde Hacı Mehmet efendinin elini öperek kapıya doğru yönelmekteydi. Babam önde ben arkada bizde sıraya girdik, önlerde olduğumuz için sıramız çabuk geldi. Babam elini öpünce, o da yanına çekerek yüzünden öptü. Babamdan önce bu davranışı, sadece birkaç kişiye yapmıştı. Sıra bana geldiğinde babamla “mahdum” diyerek beni tanıttı; elini öptüğümde elimi bırakmayarak, önce başımı öperek okşadı, sonra okudu. Ellerinde kollarına doğru beyaz lekeler bulunmakta, gözleri oldukça keskindi. Sonra şalvarının cebinden birkaç şeker çıkararak bana verdi. Adımı sorduğunda babam araya girerek,”Halit!” dedi, Halit Bin Velid’in adını koydum.” Hacı Efendi “İnşaallah onun gibi Seyfullah olur.” dedi. O günden sonra babam bazen sevgi sözcüğü olarak beni “Seyfulah” diye de çağırırdı. Bu lakap benim de hoşuma gitmişti, Ortaokul yıllarımda şiir karalarken bu mahlası kulandım; sonraki yıllarda bu lakabın Halit Bin Velid hazretlerine ait ve özel olduğunu anlayınca, bir daha kullanmadım.
Hacı Efendi Babama ve bana oldukça yakın bir akraba gibi davranmıştı. Daha sonra babama sebebini sorduğumda, “amcası oğlu Hacı Hüseyin Efendinin kızı Aşe (Aişe)’yle bacı-kardeşiz, onların evlerinde büyüdüm.” dedi; ben de üzerinde fazla durmadım. Daha sonraki yıllarda anlattığı kadarıyla, Dedem Abdurahman, Hocazade Hacı Hüseyin Efendiyle komşu ve dostmuş. Aşe/ Ayşe, Selim Bilgiç Efendinin Hanımı ve Abdurahman Şeref Bilgiç, Zeliha Yardımcı’nın ve Mahsum Bilgiç’in annesiydi. Daha sonra Zeliha Yardımcının oğlu Kazım Yardımcıyla dostluğumuz sırasında ailenin diğer fertlerini de tanıma fırsatı buldum. Babam ve Kazım Abinin anlatımıyla Hacı Hüseyin Efendi de Hacı efendi gibi Mevlana Halid Hz. yolunun mensubu bir Allah dostluymuş.
Kurban Bayramını namazını da aynı yerde yine Hacı Efendinin arkasında kıldık. Daha sonraki Ramazan bayramında, hasta olduğu için gelmemişti, birkaç ay sonra da vefat etti. Cenazesi oldukça kalabalıktı şehrin dışından köylerden ve Kâhta’dan da oldukça fazla katılım olmuştu. O gün şehirde dükkânlar kapanarak hayat durma noktasına gelmişti. Parkın arkasındaki, dedesi Büyük Nakşî halifesi Küçük Hacı Muhammed efendinin metfun bulunduğu aile kabristanına defnedildi. Hz. Peygamber, “ âlimin vefatı âlemin vefatı gibidir” demiş, ne güzel söz. Çünkü herkesin yerini birileri doldurabilir ancak âlimin yerini doldurmak oldukça zordur.
O kabristana daha önce, vefat eden dedeleri Küçük Muhammed hoca, onun oğlu Süleyman Hoca, yukarda bahsi geçen Nakşî Halifesi Hacı Hüseyin efendi ve Süleyman Efendinin diğer oğlu Adıyaman’da gazelleriyle meşhur Haydar Efendi ve başka aile büyükleri de bulunmaktaydı. Daha sonra vefat eden Selim Efendi ve kızı ”Mansurun Zeliha‘sı” (Hardımcı) gibi, ailenin birçok fertleri de o kabristana defnedildiler.
Ailenin lakabı Adıyamanda “ Hocagil” olarak bilinir. Bunun nedeni ailenin ilk büyüklerinden Nakşi şeyhi Küçük Muhammed Efendi ve oğulları Said Efendi, Hacı Habib Hoca ve Hacı Süleyman efendi ve onların çocuklarından birçoğunun Şeyh veya Hoca olmasındandır. Küçük Mehmed efendinin dedelerinin Bağdat’tan, Diyarbakır’a oradan da Osmanlı Devletinin Kürt Mirdas (Mırdes) beylerine “beylik” hâkimiyeti verdiği Narince yöresine göç ettiği bilinmektedir. Küçük Mehmed Efendi Tasavvuf eğitimini Urfalı mutasavvıf şeyh Hafız Muhammed Selim efendiden(r.a) almıştır. Hafız Selim Efendi ise Büyük âlim ve Muassavvıf Mevlana Halid-i Bağdadi Hz. halifesidir. Mevlana Halid Hz.Tasavvuf silsilesi Muhammed Nakşibend Hazretlerine, onun silsilesi de Cafer-i Sadık, Selman-ı Farisi hazretleri yoluyla Hz. Ebubekir yoluyla iki cihan güneşi Hz. Muhammed Mustafa’ya ulaşmaktadır
Hafız Selim Efendi Osmanlı-Rus savaşı sırasında kurulan “Gönüllü Şark Alay”ının komutanı olarak 1853 yılında yapılan Tiflis savaşına katılmıştır. Alayın bir bölümü kendi aşireti olan Hartavi’lerden, diğerlerini de müritlerinden oluşturmuştur. Alayı cepheye giderken maddi ve fiili destek için o zamanki adıyla Hısn-ı Mansur olan Adıyaman’a gelerek konaklamıştır. Hacı Hafız Efendi Keşfi-kerameti açık bir zatmış. O gelişinde Hz. İbrahim’in oğlu, Hz.İshak (A.S) Adıyaman’daki makamını keşfetmiştir. Hz. İshak’ın makamı Kapcami’nin karşısındaki Ziraat bankasının sağından Harıkçı caddesine çıkan sokağın içerisindedir. Bir zamanlar makam “Tekonun Ziyaret” olarak bilinen ziyaretgâhtı; fakat getirim getireceği anlaşılınca yıkılarak dükkâna dönüştürüldü. Yine de bir küçük bir bölme ayrı bir kapı bırakılmıştı, bir dönem yan dükkândaki anahtar alınarak ziyaret edilebiliyordu. Birkaç yıl önce ziyaretimde o dükkânlardan birinin kullandığı ardiye olduğun görerek üzülmüştüm. Geçen yıl ki Adıyaman ziyaretimde ise, dükkân kiracısı-ne anlattımsa nafile- onca ısrarıma rağmen o küçük yeri ziyaretime açmadı. Ben de dışarıdan Fatiha okumak zorunda kaldım.
Hafız Efendi Adıyaman’da pek çok zatı irşat etmiştir. Onlardan biri de Kapcami önünde mezarı bulunan Ata Efendidir. Ata Efendi eski Adıyaman’ın maskotu “Can İzzet”in büyük dedesidir. Hafız efendinin oğlu Mazhar Efendi İstanbul’da Hukuk öğrenimi gördükten sonra Meclis-i Danişe ( Danıştay) azası ve sonra başkanı olur. Daha sonra sırasıyla Kazasker da Adalet Bakanı ve padişah 2. Abdulhamid’in danışmanı olmuştur. Bu nedenle Hartaviler Osmanlı Devletinin önemli iltifatına mazhar olmuşlardır. Hafız Muhammed Selim Efendinin kabri şerifi Ş. Urfa merkezdeki Tabakhane Camisinin yanında ziyaretgâhtır. Hartavizadeler oldukça geniş bir aile olup, Osmanlı Devletine pek çok yararlılıklar sağladıkları gibi, Urfa’nın Fransız işgali sırasındaki direniş hareketine de oldukça önemli destekler sağlamışlardır.
Akçalıllı Hacı Mehmet Efendi Küçük Muhammed efendinin oğlu Hacı Habib hocanın oğludur “Akçalılı” denmesinin nedeni Narince yöresindeki dedelerinden kalan diğer birkaç köy yanında Kahta’nın Akçalı köyünde de arazisi olmasındandır. Daha sonra Adıyaman’a göç eden aileye Osmanlı Devleti tarafından Narince yöresindeki bazı köylerine karşılık Adıyaman merkezde birkaç köy verilmiştir. Şapka Yasası ve Ezanın Türkçe okunmasından sonra Hacı Mehmed Efendi Akçalıya dönüp,-ailedeki önemli vefat taziyeler hariç- 1950‘deki ezanın yeniden Arapça okunuşuna kadar Adıyaman’a dönmemiştir.
Soyadı yasasında Hoca ailesinin ailenin fertlerinin büyük bölümü Bilgiç(alim) soyadını alırken Şair Haydar efendi Bilginer soyadını almış, dolayısıyla çocukları da o soyadı devam ettirmişlerdir. Bilgiç ve Bilginer ailelerinden daha sonraki yıllarda, ve Akçalılı Hacı efendinin çocukları ve damadı - aynı zamanda halifesi -yanında Hacı Selim Efendi, Selim Efendinin kızı Zeliha Yardımcı (Hama dergahına bağlı Kadiri) ve onun oğlu Kazım Yardımcı ( Rufai) ve onların çocukları dışında tasavvufa yönelen pek fazla olmamış, ancak aralarında, devlet kademelerinde önemli görevler almış, yaşayan ve vefat etmiş pek çok yüksek rütbeli asker, bürokrat, işadamı, akademisyen ve siyaset adamı çıkmıştır.
Akçalılı Hacı Efendinin Adıyaman merkez ve köylerindeki kadar da Kâhta ve Narince yöresinde de müritleri bulunmaktaydı. Oğlu Hacı Ziya Kâhta’da babasının postuna otururken, Damadı Şeyh Muhammed Ünsal ve genç yaşta vefat eden oğlu Mustafa Sami’nin oğullarından Hacı Habip Bilgiç Adıyaman’daki postlarına oturarak öğrenci yetiştirmeye devam ettiler. Torunlarından Hacı Fahri Bilgiç ise uzun yıllar kamuda hizmet verdikten sonra emekli olunca hattatlığa başladı; bu gün için Türkiye’nin en büyük hattatları arasında olup, Ankara’da yaşamaktadır.
Bayramı Çocuklar Nasıl Yaşanmaktaydı?
Bayram Musallasından dışarı çıktığımızda, Cemaatin şerbetçilerin başına üşüştüğünü gördük, sebil yapılan karlı şerbetlerden içmekteydiler. Yörenin yaygın içeceklerinden meyan Şerbeti bakır kalaylı güğümlerde satılılır, soğuması için de içerisine kar atılırdı. Her güğüm yaklaşık 10-12 litre olurdu, bu da asgari 70-80 bardak veya tas demekti. Hayır, sahiplerinden biri Cuma, kandil ve Bayram günlerinde geçmişleri hayrına tamamın parasını ödeyerek şerbetçiye sebil etmesini söylerdi; şerbetçi de “sebil” diye bağırarak şerbetin parasız olduğunu ilan ederdi. Sıcaktan bunalmış olduğumdan sebil şerbetten içmeye yöneldiğimde babam, “sebil fakirin hakkıdır” diyerek yürüdüğü için, ben de içimi çekerek oradan ayrıldım. Sağımızda kalan Cezaevi, Yeşil Camii, Belediye binası, kasap pazarı, atar pazarı, tenekci ve kuyumcular pazarının, önünden geçerek, Ulu Caminin önüne yöneldiğimizde diğer yerlere göre orasının çok daha kalabalık olduğunu gördük. Bayram satıcılarının caminin önü ve karşısını doldurmuşlar, yolda adım atacak yer yoktu.
Bayramda genellikle, dondurma, Patpatı(patlamış mısır) “Bici- bici” (nişastadan yapılan tatlı),Dolama ( kol tatlısı), şambaba ( Şam tatlısı) Pamuk şekeri, sakız şekeri( renkli ağda) Limonata, gül şerbeti, ayran, karlambaç (karsambaç) elmalı şeker, bilhassa çocukların oldukça rağbet ettiği şeylerdi. Ba-bam bana gümüş elli kuruş uzatarak, “ Bu bayram harçlığın ister hepsini harca, ister yarısını, ben seni yarım saat sonra evde bekliyorum, geldin, gelmedinse ben dönerim sen de bağa yalnız ve yaya gelmek zorunda kalırsın” dedi .
O günün şartlarında bir koca çarşı ekmeğin 5 kuruş, olduğu düşünülürse elli kuruş ben yaştaki bir çocuk için oldukça iyi paraydı. Bir müddet satıcılar seyredip, ne yiyip ne içeceğimi kararlaştırmaya çalıştım. İlk olarak susuzluğumu gidermek için yüz paraya( delik ikibuçuk kuruş) gül şerbeti içerek, elli kuruşu satıcıya uzattığımda “ bu parayı nereden bozacağım” der gibi yüzüme bakarak, “bozdurursan getirirsin” diyerek geri iade etti. Oradaki satılanlardan ne alırsam da parayı bozamayacaklarını anlamıştım. Bu arada karnımda zil çalmaktaydı, aklıma “Memişin lokantası”nda kebap yemek geldi. Kebapları diğerlerine nazaran daha lezzetli olurdu; üstelik Ulucamiye de yakındı. Dükkana vardığımda çoğunluğu köyü vatandaşlarımızdan oluşan müşterilerle kapıya kadar dolarak, dışarıya atılan masalara kadar taşmıştı , pek çok kişi ayakta kendisine sıranın gelmesini bekliyordu. Bir müddet ben de bekledimse de, bana kolay sıra gelmeyeceğini anlayınca, kebaptan vazgeçerek geriye dönüp birkaç adım atmıştım ki birsinin arkamdan “ Yüsüp emminin(amcanın) oğlu ne istedin ”dedi. Bana seslenen lokantaya tuz, gaz ve sabunu sürekli bizim dükkandan alan benden birkaç yaş büyük oğulları Mehmet Coşkun’du. Meğerse dükkanın önünde satmak için limonata hazırlıyormuş. Kebap alacağımı söyledim; “kaç şiş” dedi. Bende yarım ekmeğini arasına “iki şiş” diyerek elli kuruşu uzattım. Mehmet Coşkun “bekle “ diyerek lokantaya yöneldi; bende beklemeye başladım fakat bir türlü gelmiyordu, sonunda otuz beş kuruş para ve bir dürüm kebapla geri döndüğünde oldukça sevinmiştim.
Bir yandan elimdeki kebabı mideye indirirken, diğer yandan Ulu Caminin önündeki meşrubatçılara doğru yöneldim. Borçlu olduğum şerbetçiye giderek bir bardak daha gül şerbeti istediğimde , beni tanıyarak “ önce borcunu öde” dedi. Parayı bozdurduğumu söyleyerek beş kuruşu uzatıp verdiği şerbeti kebabın üstüne içtim. Şerbetten sonra hızımı alamayarak diğer tatlı tezgahlarına tam yönelecektim ki birisinin sopayla bana dürttüğünü fark ettim. Döndüğümde babamın eşekte binili olarak; yeleğinin saat cebinden kösteklisini çıkarıp “ zamanın çoktan doldu” diyerek arkasına binmemi işaret etti. Biraz nazlanıp sonra gelirim dememin hiçte yararı olmadı tuttuğu gibi beni merkebin üzerine arkasına çekti. Böylece çok istediğim halde diğerlerinin tadına bakamamıştım. O merkebi sürdükçe ben yan gözle tatlılara bakarak ağzımı yalıyordum.
Bu günkü Sümer meydanının bulunduğu yerde “Hacı Mehmed Efendinin” büyük bir hanı vardı. Hanın önünde yüzü boyalı ayağında acayip bir pantolon ve büyükçe bir ayakkabı bulunan keçi sakallı bir adam elindeki çanı çalarak, “haydi başlıyoor,başlıyoooor” diğerek insanları cambaza çağırmaktaydı. Biraz ileriye Hoca Ömer’e doğru yöneldiğimizde ,“İşatgil”in avlusnda dönme dolap ve salıncaklar kurulmuştu. Onları gördüğümde içim geçti, cebimde param vardı fakat babamla bağa gitmek zorundaydım. Halkın en büyük eğlencesi şehrin her mahallesinde kulan dönme dolap ve salıncaklardı. Altı kabinli dolaplar iki kişinin kol gücüyle çevrilir,her döndükçe gıcır gıcır öterdi
Babam eve eşeği getirmeye gitmeden önce yeğenlerine bayram yemeğini bizim bağda yiyeceğimizi söyleyerek, bağa doğru yola vurmuştu. Yolda gördüğü birkaç gariban mahalleli ve daha sonrada yoldan bir-iki bahçeciyi çağırdı. Ben “anamın pişirdiği yemekler bu kadar insana nasıl yeter” dedimse de “ aldırma Allah bereketini verir “ dedi. Eski saray çınarının önüne geldiğimizde, orada da bayram tatlılarının satıldığını gördüm. Babam merkepten inerek “Kertili Hoca”nın fırınına doğru yöneldiğinde bende inip eşeğin yularını koluma dolayarak alel acele bir halka tatlısı, arkasından küçük bir tepsi bici-biciyi hızla miydeme indirdim. Babam bir “mahrama” dolusu ekmek alarak döndü. Mer-kebe binerken “daha ne istiyoruz, bir hurçta meyve, bir hurçta sayfı/ sebze, elimizde bir bohça ekmek, kim demiş yemek yetmez “ diyerek yüzüme baktı!
Gerçektende o günkü bayram yemeği onca insan ve aile fertlerine yettiği gibi, bir- iki bağ komşusuna da ikram olarak gönderildi. Sonraki yıllarda öğrendim bereket öğle bir şeymiş ki, “cimrilerin kapısına uğramadığı halde, cömertlerin kapından hiç ayrılmazmış”!...
******
Eski Adıyaman’dan bir kesitin anlatıldığı bu iki bölümlük anı/hatıra yazısının sonunu ilgili ve bilgililerden bazı taleplerle bulunarak bitirmekte yarar var, bunları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
1-O dönemi yaşayanlar henüz hayatta iken, Vilayet öncesi Adıyaman merkezinin minyatür prototipi, hamiyetperver bir Adıyamanlı hemşerimizin sponsorluğunda Üniversite yeşil alanlarından birinde yapılabilir. Şayet bu gün için o olanak yoksa eski fotoğraflar ve yaşayan tanıkların anlatımına göre krokiler ve resimler çizilerek o yaşamın arşivlenip gelecek kuşaklara aktarılması *bohça büyüklüğünde bele bağlanan mendil
uygun olur. Bu konuda o tarihlerde havadan çekilen fotoğraflar, T.H.K. ve Genel-kurmay Askeri Harita Daire Başkanlığının arşivlerinden temin edilebilir.
2- Küçük Muhammed Efendi. Hacı Hüseyin Efendi, Akçalılı Hacı efendi, Mela Muhammed, Hacı Fehmi Efendi ve bu yazımızda yer alan diğer büyük insanlarla “ Adıyaman’da iz bırakmış” pek çok insanın isimlerinin cadde, sokak ve parklara verilmesi, yaşayan ve gelecek kuşakları hizmete yönelmeye teşvik edecektir.
3-Üniversitemiz bünyesinde Adıyamanlı edip, şair yazarların otobiyoğrafi çalışmaların yanında eski halk bilim çerçevesinde Adıyaman kültür , töre ve geleneklerinin derlenerek kitaplaştırılması için bu konuların lisans ve doktora öğrencilerine tez olarak verilmesi Adıyaman kültürünün zenginliklerin ortaya çıkarması bakımından yayarlı olacaktır.
4- Kültürel zenginliklerimiz tamamen yok olmadan, etnografik eserlerin toplanıp kategorilere ayrılarak tasnif edilmesi yaralı olacaktır. Adıyaman müzesi bünyesinde veya ondan bağımsız Etnografya müzesi kurulmalıdır. Esnaf ve sanat-karlar kooperatif birliklerinin de bu müzenin bir bölümünde, eski halk sanat ve mesleklerini maketlerce canlandırması yararlı olur.
Bu yolda yetkililerin atacağı her adımda tüm duyarlı Adıyamanlıları yanlarında bulacaklardır.
Özdüzen Halit Adıyaman’da doğup, temel eğitimimi burada , orta öğrenimi Adana, yüksek öğrenimi Boğaziçi Üniversitesi’nde tamamladı. Sonraki yıllarda, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde bir eğitim programına katıldım. Adıyaman SEK Süt Fabrikası Müdürlüğünden sonra, Kamunun bir çok kademesinde yöneticilik yaparak, 1994 yılında emekli oldu. Bu güne kadar birkaç vakıf, dernek ve Sivil Toplum Kuruluşunun kurucu ve yöneticileri arasında bulundu.
Tasavvuf, tarih ve diğer sosyal bilimlerle, Arapça ve Farsça dillerine de ilgi duymakta olan özdüzen’in Ortadoğu’nun inanç ve kültürünü konu alan, yayım aşamasındaki Adıyaman Tarihi ile ilgili çalışmamın yanında: Tasavvuf Yolcusu/Tarikatlar ve Alevilik ile Aşk Yolcusu/ Mevlana ve Mevlevilik, (Ötüken Yayınları-İst.) Kur’an ve Hikmet Işığında Esmaü’l Hüsna(Beyaz Kule Yay. Ank.) yayımlanmıştır. Kadının Tarihi , Hıristiyanlık ve Yahudilik Tarihi, Vahdetü’l Vücud, Hoca Ahmet Yesevi’yle ilgili araştırmalarım yayına hazır olup, sponsor ve konularının uzmanı yayıncı aranmaktadır.
Nesir ve şiirleri pek çok yazılı sözlü yayınlarla pek çok intermet siteside yayımlanmış ve yayımlanmaktadır. Özdüzen, Türkiye Yazarlar Birliği üyesidir ve Ankara’da yaşamaktadır. Çocukları ve dostlarının kurduğu “Halitozduzen. Com” adlı sitede çalışmaları yayımlan-maktadır.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.