- 937 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Gülçiçek... (son)
Az sonra yağmur başladı...
Apartmanın ikinci katında oturan vergi dairesi memurunun açık salon penceresinden dışarıya radyo sesi geliyordu. Doktor, radyoda çalan türküye istem dışı eşlik etti;
"El vurup yaremi incitme tabip
Bilmem sıhhat bulmaz hicraneler var
Dert vurup ta yarem eylersin derman
Her can kabul etmez viraneler var
Vay dünya dünya fanisin dünya
Vay dünya dünya yalansın dünya
Can ile cananı alansın dünya
Aşk ile pervane dönersin dünya
Dert ehli olanlar dermana gelir
Elbette arayan dermanın bulur
Sadık der ki kimde ne var kim bilir
Geçti güzar ettim elde neler var..."
Türkü bittikten sonra bitmiş sigarasını balkondan aşağıya attı. Sonra, balkon kapısından içeriye girdi. Salondaki kanepenin üzerine kıvrılıverdi.O gün, işe gitmemeye karar vermişti. Derin bir uykuya daldı...
Bir kaç gün sonra;
Kaymakamlık kaleminden, bir önceki sabah köy sağlık ocağına telefon gelmiş, önemli bazı evrakların teslim alınması istenmişti. Doktor, evi kasabada olduğu için normalde tıbbı sekreterin yapması gerekli bu işi üstlenmiş, tıbbi sekreter Baktiyar’ı bu yükten kurtarmiştı. Ertesi sabah işe gitmeden önce kaymakamlık binasına giden doktor, buradaki İşini bitirmiş kaymakamlık binasının merdivenlerinden aşağıya doğru iniyordu.
Arkadan biri seslendi;
- Hayrola doktor sabah sabah!
Doktor arkasına dönünce koridorda kendine doğru ilerleyen savcıyı gördü.
- Bir işim vardı da!
diyebildi,
- Gel bir çay içelim
dedi savcı.
Beraber savcının odasına doğru ilerlediler.
Az sonra çaylar geldi.
- Bak doktor!
dedi ve devam etti savcı.
- Bu çay var ya bu çay! en ucuz çaydır! lakin en lezzetli çayda budur!.
- O nasıl oluyor?
diyerek sebebi bilmiyormuş gibi davrandı doktor.
Halbuki evde aynı çayı kendiside kullanıyordu. Savcı nereden bilebillirdi ki!.
Çay fabrikasındaki işçiler, zaman zaman en adi poşetlere en kaliteli çayları paketlerler, fiatı daha ucuz olduğu için fabrika fiatından kolilerce alırlardı. Bunu bilmeyen yoktu ki kasabada. Fabrika müdürü bile bunu bilir, kendi de bu nimetten fazlasıyla faydalandığı için ses çıkarmazdı. Yılların bir geleneği işte!...İşçilerden bazıları muayneye gelirken doktora ucuza aldıkları bu çaydan hediye ederlerdi.
-Boş ver
dedi savcı.
- Senin dediğin doğru çıktı. Adamı boşuna vurmamış kadın. Vurulan adam habire kadına sataşıyormuş!.
Doktor merakla dinliyordu.
devam etti savcı;
- Kadının kocası öldükten sonra, kadını sahiplenmiş, tapulu malı gibi!. Kadını da bu dul bırakmıştır ya neyse, günahını almayalım ölmüş adamın. Kendi karısına düğünlerde oynarken ses etmez, bu kadına izin bile vermezmiş. Hep imam nikahı yapmak istermiş. Gülçiçek ise, habire bunu çocuklarım büyüsün diye oyalarmiş. O gün yaylada, içip, içip kadını zorla kendi evine götürmeye kalkmış.Hemde kaynanası namaz kılarken. Nene bozup namazı buna bastonuyla girişmiş. Gülçiçek’te, bu fırsat yastığın altından kocasının tabancasını alıp basmış buna mermiyi. Şarjörü olduğu gibi boşaltmış. Ertesi gün geldi teslim oldu kadıncağız. Bir mermide, karnında hatıra eşek cennetinde amca oğlundan dayak yiyordur şimdi...
Sessizce çayını yudumlarken savcıyı dinleyen doktor;
- Kaç yıl yatar bu kadıncağız şimdi?
Savcı;
- Valla kasten adam öldürmeden versek! Planlı değil, ağır tahrik, adam kaçırmaya teşebbüs, darp...Kesin ağır tahrik, iyi hal indirimi de alır. Beş altı senede çıkar sanırım.
- Ya meşru mudaafa?
- Bak o mümkün değil! Adam silah kullanmamış. Hem kullansa bile o iş zor be doktor. Yok önce havaya ateş edecek, uyaracak. Kadın şarjörü adamın sırtından boşaltmiş. Mümkün değil.
Bir anda hiç görmediği Gülçiçek geldi aklına. Ucuz atlatmıştı yinede. Beş altı sene zorda olsa geçerdi. Ya sonra!!! Orası meçhul işte.
-Çay için sağolun, ben artık gideyim. Hastalar bekler
dedi doktor.
Savcıyla vedalaştı. Kaymakamlık dış merdivenlerinden inerken, hala Gülçiçek aklındaydı.
Yaz yağmuru yeniden başlamıştı. Doktor, durağa doğru yağmura aldırmadan yürüdü. Arslancık köyü minübüslerinin olduğu durağın yanına geldiğini fark etmemişti bile.Yağmur durmuş, balıkçı kayıklarının sığındığı barınağın üzerinden, Tirebolu kalesinin ardına kadar, gökte rengarenk gök kuşağı beliriverdi.
Gökyüzü, içinde her renk gül çiçeklerinin olduğu, mavi çimenli kocaman bir bahçeye benziyordu...
Minübüse bindiğinde radyoda yine aynı türkü çalıyordu...;
" El vurup yaremi incitme tabip, bilmem sıhhat bulmaz hicraneler var..." Vay dünya dünya yalansın dünya"...
ahad...