- 702 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
Kayseri'de Yaz Bir Başkadır!
Kayseri’de yaz başkadır! Sokaklarında, sessiz sokaklarında bisiklet tekerleklerinin sesiyle yuvalarına gitme saatini bilir karıncalar. Parklarında iş stresini atmak isteyen, komşusuyla muhabbet sofrasını yaymak isteyen insanlarla dolup, taşar. Tanıdık sesler vardır; dünyanın her coğrafyasında o sesler hep aynıdır. Çocuk sesleridir kulaklarda azalıp çoğalan. İnsan, sanki bir cennet çıkışında bekleyiştedir. Bu amansız kahra bulanmış, denizsizliğiyle lanetlenmiş, gamını ulu Erciyes’in gözlerinde saklayan şehir, yazları bir başkadır! Kıranardın’da piknik yapmaya giden, tertemiz oksijeni içine çeker. Fuar’a iner kimi; havalanan uçakların altında kömürünü yakıp, mangal keyfi çatar. Kimi Palas’da kuş cennetinde dolaşmayı, kimi şehre bir başka şehir kadar uzak şelalede kafa dinlemeyi sever. Bazısı eskidir, eskiden kopamaz. Alsancak mahallesi civarında, toptancıların arasından tren raylarını atlayıp, geçer. Yollar vardır; uzun yollar!
İşte öyle bir yaz günü. İkindi ezanı okunalı iki saat oldu. Eve dönüyoruz hep beraber. İşçiler var, hani o çok sevdiğim, defalarca yazıp, çizdiğim işçiler var sağımda solumda şu an. Beraber sigara içiyoruz. Bineceğimiz otobüs az aşağıda. Benim gözlerim yukarıda; beyaz yakalılar ile beraber stajyerlerde. İki saniyede görsem kardır diyorum. Oysa tüm gün onunla beraberdik. Yukarıdaki servisler Isuzu marka minibüsler. Allah var ki, insanın rahat edemiyor o minibüslerde. Şu 303’lerin bujilerini söküp de, yeniden yağlayayım be! Çok rahat bu keratalar, eski kız gibi Mercedes-303’ler! Bir ara bu otobüslerle Sivas’dan İzmir’e gidip gelirdik. Demek ben de yaşlanıyorum. Vay be!
Karşımızda işportacılar, onlar da ekmek parası derdindeler. Çoğu köylü. Kimi Tomarza’nın köylüsü, kimi Develi’nin, kimi de Merkez köylerden birinin. Kaçak sigara sattıklarını duymuştum, paketi 2,5 liraymış. Ama şansıma satan çocuk gözükmüyor ortalık da. Ben de şans olsa, anasını sattığımın şansı ben de olsa kızı görürdüm bu gün çıkış da! En azından rüzgâr gibi insanı dinlendiren yüzünü bir kez de görseydim, sonra eve giderdim zaten. Neyse, bu işçilerle aramız pekiyi! Kendimi her ne kadar asosyal biri olarak nitelendirsem de, girdiğim çevreye hemen adapte oluyorum. Şefinden, temizlikçisine, kantinde çalışan Fatih’ine kadar; tanıdığım bir sürü adam oldu bu fabrikada. Ortalık da dolaşırken, fabrikanın sahibi Hacı gibiyim, Hacı Boydak! Cuma namazında karşılaşmıştık keratayla. En son birkaç işçiyle beraber o da namazın sonuna kadar beklemişti. Sonra da şoförüne aşağı tarafa inmesini, kendisinin az ahşap kesim bölümünü, oradan da ar-ge bölümünü gezeceğini söylemişti. Tipik Kayseriliydi üçkağıt!
Son sigarayı ayağımla ezdim. Bu meretle ne kötü bir arkadaş! Her zaman yanımda olmuyor; ahanda girdim otobüsün içine. Seviyorum şu adamları ya! Memleket türkülerinde ekmek parası kazanan o Anadolu insanları, işte bunlar! Hatta bir defasında kantinde otururken (Kantin benim ikinci mescidim gibi bir şey! Güzin abla gibi, işçilerin dertlerini dinliyorum.) bir kalite kontrolcü gelmişti de yanıma, dert yanmıştı saf saf! Ne kadar da temizlerdi ve ne kadar da az şey biliyorlardı! Sancaktepe yolunda kalan işçiler, baraka evlerde karısının sözünden çıkmayan kılıbıklar, İldem etrafında kooperatif evlere girmiş, Fuar’da genç kızları dikizleyen ama saflıklarından ötürü bu dikizlemeyi dahi beceremeyen, her anları eğlence olan işçiler!
Otobüs gidiyor. Üst taraftan gelen rüzgâr esintisi ne kadar da güzel! Yanımda Cemil abi. Az sonra inecek, evi Organizeye yakın zaten. Bilerek yanına oturuyorum ki, yolun gerisinde tek oturayım. Her şey bitiyor hayatta, yol bitmez mi? Eski çevreyolu diyorum ben artık bu yola. Sağa saptık arkadaş! Perşembe pazarına geldiğimi dahi görmedim, yine uyumuşum. On üç saattir yoğun bir gün geçti. Arkadan benim ineceğimi bilen kantinci bağırıyor ’kalk’ diye. Uyandım ki, parka gelmişim. Hızla indim. Başımı kaldırınca, gök mavi; ’Merci Allahım, merci!’ Yaz iliklerimde, yaz ben de; yaz benim! Eve gidince, heyecanlandım. Bu akşam her şey farklı olacak. O kıza telefon açacağım. Ama öncesinde telefon numarasını istemeliyim.
Onunla bizim Mahmut ustanın yanında tanıştık. İç Anadolu’nun aleni ağzıyla konuşuyordu. Ben neredeyse İstanbul Türkçesi konuşuyorum ya, kızın konuşma tarzı ilk başta irritable durumları oluşturdu bende. Kahverengi saçları, hasta bir kedinin sahip olduğu sararmaya müsait kahverengi gözler ve doğal bir şehirden; yaşam kuşatmasından geriye kalanlar! İlk başlarda sinirli ki bana, kendimden utanıyorum. Sanki yanlış bir şey yapmışımda kendisine, en ufak gülüşümün altında bile sinsilik arıyor! Saf kız, menemen kokusu, bayat ekmeği koparıp, o menemenin suyuna bandırıp yemek gibi saf ve doğal!
Geldi! İnternette bir kızla sohbet etmek ne kadar da güç! Bir de sabah onu tekrar canlı olarak, gözlerinle göreceksen, daha dikkatli yazmalısın! Muhabbet aynen şöyle:
-Eylem, telefon numaranı verir misin? Seninle önemli bir şey konuşacağım.
-Ne oldu, bir şey mi diyeceksin?
-Evet, önemli bir şey diyeceğim sana. Hadi sen ver de, ben çaldırayım ki anla beni numarayı.
-05...
-Tamam, ben seni arayacağım.
-Tamam.
...
İnönü parkındayım. Saman kâğıtlarıyla ’beni okşa, beni çevir; beni oku, beni anla’ diyen bir kitap oturağın üzerinde. Garip bir kitap; bir ağabey kız kardeşine hamileliği dönemlerinde kendisine bakımından ve çocuğu eğitmesi açısından bilgiler içeriyor. Neden bu kitabı okuyorum, pedagolojik bilgiler çokça; hoşuma gidiyor! 1946 basım olması da, kitabı benim için ayrıcalıklı kılıyor. Saçları tamamen dökülmeye yüz tutmuş bir çocuk yanıma geldi. Ulan ne güzel de tek başıma kitap okuyordum. Sen nereden çıktın?
Tabi ki annesinin şeyinden çıkmış ama bu çıkarken yanlış bir şeyler olmuş! Hemşireler acep bunun cinsel organıyla oynamışlarda, tüm hormonların beyinsel aktivelerde ters çalışmasına sebep olmuşlar. Çocuk değişik bir tip! Fazla bir yaş farkı da yok aramızda. Oturabilir miyim diye sordu. Ne diyecektim ki kendisine; ’Yok oturamazsın, s.tir git’ mi diyecektim? Yo... ben küfürbaz biri hiç olamadım. Hele ki ağzıma küfür hiç yakışmıyor.
Çocuk gay çıktı! İkide bir bana ’Benimle neden konuşmuyorsun? Beni sevmedin mi? Erkek arkadaşın var mı? Ciddi bir erkek arkadaşın var mı? ’ diye sorup sorup duruyor. Daha fazla, çok fazla, çok ama çok fazla sigara tükeniyor bu çocuğun yanında. Küfür edemem, sadece susuyorum. Gidecek, biliyorum. Birkaç dakika daha geçiyor. Çocuk tekrar konuşmaya başladı, susmuyor ki zaten! ’Sen beni sevmedin, iyi sen bilirsin. Sen bana kızdın, ben gidiyorum!’ Git elbette abicim, bir yol al da kalçanın sallanışından, ellerinin kollarından ayarını görelim. Gidiyor, yavaş yavaş yürüyor. Deprem oluyormuşçasına sallanıyor. ’Seni Allah ıslah etsin! Oğlum deldirecen illa götü, ha!’ diye içimden sinirleniyorum. Kızsam, etsem ne fayda! Bir pişmanlık ki, içimde büyüdükçe büyüyor. Keşke yardımım dokunsa da, şu çocuk en azından delikanlı gibi gezse, otursa. Nerde! Çocuk bir de üniversite okuyor ya, şaka gibi bir şeydi az önce bu çocuk. Zaten kafam dumanlı, akşam oldu iyicene; bir Ağustos akşamı, yapayalnız yine!
Kızla ayrılalı birkaç hafta oldu oldu, Eylem ile! Aslında hiç birleşmedik ki, ayrılalım. Benimkisi de laf işte! Demek bazı yaşanılanlar geçmiş zamanlı anlatılmalı ki, acısı daha hafiflesin; bir kuş tüyü kadar incinmişlik yarasına tekrardan tuz basmasın.
O gün telefon açtım kendisine. Mevlana civarında, tren raylarının olduğu yere gelmiştim. Kulağıma yasladığım telefonun diğer ucunda Eylem vardı. Kendisi ikide bir merak ettiği şeyi soruyordu. Rahatsız etmiştim kendisini. Benim için bulunduğu ortamdan dışarı çıkmıştı ki daha rahat konuşabilsin diye! Yarım saat olmaya yakındı ki, söylediğim adamakıllı bir şey yoktu. Saçma sapan hareketler yapıyordum. Az ötede yeni sigaraya başlayan küçük çocuklar, daha ilerisinde de tinerciler vardı. Ben de çalılıkların arasına uzandım. Deliydim, ne yaptığımı; nasıl olduğunu kendim dahi anlayamıyordum. Uzandığım yerden konuşuyor, kızın beklediği şeyi söylememek için sanki direniyordum. Tekrar yürümeye başlamıştım. Tren raylarını takip edip, Gar’a doğru yürümeye koyulmuştum. Ve sonunda söyleyebilmiştim. Senden hoşlanıyor muyum daha güzel olurdu, seni seviyor muyum? Hoşlantı kelimesi için yalan atmış olurdum. ’Seni seviyorum..’ dedim kısaca, yani bu kadar kısa bir sürede saçma belki, ama seviyorum diyebildim. ’Kapatmalıyım!’ dedi ve kapattı bir anda. Sesi sonsuzlukta silinmiş gibiydi. Biliyordum, o kadar milletin içinde boşuna karşı karşıya oturup da öğlenleri yemek yemiyorduk. Yemek yerken, onun yeme tarzına göre kendimi o kadar kasıyordum ki, gülünç, sadece çok gülünç! Elbette birçok ortamda bulundum, fakat yemek yeme meselesinde ’medeni kurallar çerçevesinde gereğinden gereksiz süslemeler’ beni sıkıyordu. Ama ona bakarken, her göz göze gelişimizde ağzımda lokma olmamasını istiyordum. Çiğnerken çıkacak sesin dahi olmaması gerekiyordu! Oysa ben, ben de Yusuf Hayaloğlu’nun ’Ah Ulan Rıza’sındaki gibi, şapurtadarak yiyordum çoğu zaman yemeği. Zaten çoğu yemeği de tek yiyordum, bu yüzden böyle şükürsüz yaşıyordum ya!
Birkaç dakika sonra iki mesaj atmıştı. Aslında yaptığından dolayı özür diliyordu ve böyle bir şey onun için çok erken olmuştu. Her kız da aynı şeyi söylemiyor muydu zaten? ’Erken olmuştu’ ha? Ama Eylem çok haklıydı. Gerçektende çok haklıydı! Erkendi ve ben dahi neden böyle yaptığım konusunda kesin bir fikre sahip değildim. O gece nasıl geçti, bende anlamamıştım. Sabah olunca işin rengi belli olacaktı. O gün hiç yanıma uğramadı öğlene kadar. Nasıl olsa yemek de karşılaşırız diye aklımdan geçiyordu. Karşılaştık. Onun gözleri de beni arıyordu, benim onu aradığım gibi. Dinlenmede odasında herkes pek güzelcene birbiri ile konuşurken, biz ikimiz ayrı ayrı koltuklarda birbirinin ağzından çıkacak sözlere hasret iki kumru gibi oturuyorduk. Kumru muydu? Kumrular sevdiğini, sahiplendiğini hiç bırakmazdı da, bundan dolayı ’kumru gibi âşıklar’ derlerdi birbirlerine sımsıkı sarılmış sevgililere.
Günler hızla geçiyordu ve ’dur’ diyebilecek söz dahi çıkamıyordu dilimden. ’Dur zaman ve beni bırak bu deryaya’ diyebilseydim, durabilecek miydi ilerleyen ve yaşlanan dünya? Eylem artık benim ona söylediklerim karşısında kayıtsız kalmamıştı. Fuşya rengi ne güzel yakışır demiştim bir keresinde; ’Fuşya nasıl bir renk?’ diye beni uğraştırıp, durmuştu. ’Canlı pembe, ya nasıl göstereyim; böyle kırmızıda değil. Ama çok tatlı ve renkli, cıvıl cıvıl bir renk! Keşke sen de ondan giysen de...’ demiştim ki; bir sonraki gün üzerinde fuşyaya yakın renkte bir bluz ile gelmişti. Yürüyüşü bile değişmişti, artık kendine bakıyordu iyicene. Saçlarını da yıkadıktan sonra dalgalandırıyordu. Kuaföre filan para harcayacak biri değildi, bir de üstüne zaten vakti yoktu. Bazen ben kendimden sıkıldığım anlar oluyordu. Her gün aynı pantolon ile gidiyordum. Bir de üstünde mavi tişört. Allah bozmasın, yıka yıka kullanıyorduk üçkağıdı. Eylem ile günler bir başka geçmeye devam ediyordu. Ama çekingen tavrı karşısında ben içimde sakladığım çocuğu görebiliyordum.
Cumartesiydi, bir cumartesi. Akşam vakti küçük adımlarla yürüyorduk beraber. Talas’ın billur renkte göğü, alev alev yanıp da, sönmeye başlayan güneşi ve tertemiz yaz havası vardı. Konuşuyordu, anlatıyordu; onu dinliyordum hep. Cadde üzerinde yürürken birkaç çocuğun ’Abi tartayım, ne olur abi; bak sevgilinle daha mutlu olur’ bağırışları arasında kalakalmıştık! Yüzüne baktığımda gülüyordu. Yürümesine devam ederken, çekingen tavrı; korkak hali hâlâ üzerindeydi. Ağır aksak yol bitiş çizgisine gelmiş gibiydi. ’İlk defa birisiyle böyle...’ derken bile ürken hali yansıyordu cadde kenarında. O korkuyordu, ben ondan daha çok korku halinde rüzgârın esmesine şahit oluyordum. Birkaç dakika öncesinde yanımda saçları efil efil dalgalanırken bayrak gibi, şimdi dudaklarının arasından emdiği birkaç saç telinden uzaktım.
Sonra, sonra o gün bir şiir yazmıştım. Tam da kendisine, tam ona göre; tam hani o an bizi anlatan. O akşam dolaştığım günün öğlen vakti, camın kenarında uyuklar gibiyken, şalıyla başıma vurup, gitmişti. Baktığımda gülüyordu. Bizim çekingen kız, ara ara gidiyor ve yerine gerçekten sevdiğine kur yapan birisi olarak ortaya çıkıyordu. Şiir de ne kadar anlatabilmiştim onu, bilmiyordum.
Mavi Şal
artık gülmelerin ne kadar yakıştığına dair
susmaların efkarı ile dolaşma her yerde
mavi şalların sarar iken yüreğini
bir güneş olup ak ırmaklar gibi
yaralı boynumu uzattığın ellerinden
kaybolmalarımı sakla
çaldığın an uyuduğum hayallerinden
bir kent çiz
yalnız sen ve ben
uyandığın sıcak yazlara
uyandır gözlerinde beni
şarkıları kapat
yalnız sen konuş
dinleyeyim saatlerce
denizlere sar mendiline
saçlarının emziğinde okyanus
ve terk edilmiş iken simsiyah kıyılar
gündüzü olmayan çocukluğuna yaslanırken
şiirin ömrüne düşen hikayesini çal küflerimden
nefes aldığım yalnızlık hikayemden
tavana asılı susmalarımı çıkartıp her gece
yitim düşlerime sar kanla dolmuş parmak uçlarını
bilge bir beyazlıkla
benim olmayan gün dönümlerine sar
sonra ölü bir balık koy yorgun gözlerime
içinde sana doğacak bir hayal ile
ayrılıkların hüzünlü birikişlerini
içine göm
içime göm
aşk adına kirletmeden aşkın sihrini
titreyen ellerime dokunduğun gülüşlerde
sen hep gül böyle
hep gülerken göreyim gözlerimde
sonra yine sen bilirsin
istersen sar mavi şalın ile beni de
Giderken yanındayım. Kimi zaman bu şehirde yaşamanın cenabetli hali var dediğim şehirden giderken yanındayım. Nasıl da koşmuştum tramvaydan aşağıya, nasıl da yetişmek için; hani kaçırmamak için, gider de göremem diye!
’Ben kariyer yapmayı düşünüyorum. Aşkla, sevgiyle, sevgiyle uğraşacak vaktim yok! Hatta kursa gidiyorum. İngilizcemi geliştirip, bir de üstüne Almanca öğreneceğim. Almanya’ya gitmek istiyorum. Orada sanayi kolları geniş.’
Eee...?
’Biliyor musun, benim bir hayalim var! Ama sana söylemem.’
Birkaç gün sonra!
’Anne olmak istiyorum, bak gülme kızıyorum.’
Ben gülmüyorum ki! Sen beni gülüyor zannediyorsun canım.
’Canım deme bana!’
Neden?
’İşte, sevmiyorum!’
Tamam, e şimdi gidiyorsun.
’Evet, görüşmeyelim artık!’
Neden, ne oldu?
’Bak, bir kız için böyle uğraşılmaya değmez! Boş ver böyle şeyleri.’
Ama ben, ama ben yolgeçen kapçığı, soytarı balatası, bilmem kimin pişi cebi delik, zihni kolpa pezevenk biri değilim ki? Neden bunu bana söyledin, anlamıyorum. Neden?
Eve doğru yürüyorum. Böyle olacağını biliyordum. Bir ay gibi bir zaman geçti üzerinden bu olayların. Yaz içimde nasıl da cıvıl cıvıl ama ben sakinim. Yürüyorum. Elimde sahafçıdan aldığım birkaç kitap, o gayin yanında okuduğum kitap da içlerinde. Yürüyorum. Sevmek mi fazla geldi astarına, nasıl diyeyim yoksa fazla mı şımarttım kendisini? Kız kardeşim dahi yanımda kollarını göstermekten çekinirken, o benden çekindiğini söyleyerekten omzuna kadar açık yanımda dolaşabiliyordu. Bir şey söylememiştim hatta bu konuda. Sadece şimdi aklıma takıldı da, kendi kendime söyleniyorum.
Kayseri’de yaz başkadır! Yürüyorum. Eve gidince iki yumurta kırıp da, çayla beraber yerim. Sonra az sigara sararım kendime. Ne de olsa tek başımayım, kimse benimle uğraşmıyor. Biraz kitap karıştırıp, eski şiirlerime bakarım.
Kayseri'de Yaz Bir Başkadır! Yazısına Yorum Yap
"Kayseri'de Yaz Bir Başkadır!" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.
YORUMLAR
24 Şubat 2012 Cuma 15:28:22
Saf kız, menemen kokusu, bayat ekmeği koparıp, o menemenin suyuna bandırıp yemek gibi saf ve doğal!
Zaten çoğu yemeği de tek yiyordum, bu yüzden böyle şükürsüz yaşıyordum ya!
ne kadar yalın bir anlatımdı..severek beğeniyle okudum öyküyü.lakin karakterin yazdığı şiir sanki kendisinin mizajına fazla ağır gelmiş gibi..
sizi okumayı seviyorum..
selamlar..
SEVİLAY DİLBER tarafından 2/24/2012 3:28:36 PM zamanında düzenlenmiştir.