- 531 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ZORLU DÖNEMEÇLER (12)
ZORLU DÖNEMEÇLER
F. . ALTINCI BÖLÜM
1. MİGREN BAŞ AĞRISI
Tren, tramvay, ve vapur yolculuğundan sonra, eve giden yokuşu tırmanmaya başladım. Bahçe kapısından içeri girdim, Merdivenlere adımımı atmamla birlikte, yukardan gelen bir feryat, bir inleme sesiyle irkildim. Kapıyı, yine evin evlatlığı açtı. --Bu ses de ne? dediğimde,
--Annem hasta, cevabını verdi. Merdivenleri, ikişer, ikişer tırmandım, ses yatak odasından geliyordu. Destursuz, çeri girdim. Yasemin ablam yatağındaydı, beline kırlentleri dayamış başını da bir yemeni ile bağlamıştı. Elleriyle, şakaklarını ovarken, hem çırpınıyor, hem feryat ediyordu. Bu görüntüye, daha önce de şahit olmuştum. Anlaşılan, yine başı -migreni--tutmuştu. Bu durumda, yapılacak, fazla bir şey yoktu. Bu ıstıraba, muayyen bir müddet katlanmak mecburiyetinde idi. Migren denilen baş ağrısı, çok ıstırap verici bir şeydi. Mide bulantısı, bazen, hat safhada olurdu. Genellikle, kendinden veya parmak yardımıyla, istifra eder, neredeyse, bayılacak duruma gelir, bir müddet sonra sakinlerdi. Ama, bu hal, bazen, üç- dört saat, bazen de, yirmi dört saat ve daha uzun sürebilirdi. Hangi doktora gidildiyse, migren teşhisi konulmuştu. Henüz, bunun çaresi bulunmamıştı. Bu hastalık, hassas ve duygusal yapıda olan insanlara musallat oluyordu. Bir - iki çeşit ilaç vermişlerdi. Ağrı geleceği zaman, belirtileri , ( ki bazen kolda uyuşma gibi) fark edilip, bu ilaçlardan biri alınırsa, faydası oluyordu. Aksi takdirde, alınan ilaçlar da fayda etmiyor, ağrı seyrini takip ediyordu. En çok da şakaklarda ve ense kökünde, şiddetini gösteriyor, tahammül edilmez ağrılara sebep oluyordu. O esnada, insan, “ölsem de, bir an önce bundan kurtulsam” düşüncesinde bile olabiliyordu.
Bu müzmin baş ağrısı geçtikten sonra, ablam, sanki hiç bir şey olmamış gibi, normal yaşamına döner, canlı, hareketli, enerjik bir insan olup çıkardı.
Baş ucuna gelip, seslendiğimi duyunca, zorlukla gözlerini aralayarak,
--Aman Yusuf! İyi ki geldin, hemen, bana bir doktor çağır, diyebildi.
Doktorun dispanserde olduğunu biliyordum. Her çağrılışında gelirdi. Koşar adımlarla, geldiğim yoldan geri döndüm. Doktoru bulur, bulmaz,
--Aman doktor,, ablamın yine migren krizi tuttu, sizi çağırıyor , dedim. Doktor, haklı olarak, ablan da kim? Sorusunu sorunca, kim olduğumu açıklamak mecburiyetini hissettim. Aslında, beni tanıyordu, demek ki, unutmuştu.
--Hemen geliyorum, diyerek, çantasını hazırlamaya başladı. Yokuşu uçar gibi tırmanırken, Doktorun, bana bir an önce yetişmesini istiyordum, ama nafile, arkama baka, baka bir hâl oldum.
Yatak odasına girdiğimizde, ablam, kendine çeki, düzen vermiş, dağınık saçlarını taramış, önceki perişan hali kalmamıştı. Üzerinde, sarı bir gecelik vardı, sırtını kırlentlere dayamış bekliyordu.
Doktor, önce , çantasından bir şırınga çıkarıp, enjektörü, madenî kabının içine koyarak,
- Şunu, bi kaynattıralım, dedi. Sonra, Onun, nabız ve tansiyonunu ölçmeye başladı.
--Nabız çok zayıf, tansiyon da düşük, verdiğim ilaçları almış mıydınız? Bu arada, sterilize edilen enjektör getirilmişti. Çantasından bir ampul çıkardı, keserek, içindekini enjektöre çekti ve hastasının kolundan bir iğne yaptı.,
--Biraz sonra rahatlayacaksınız, üzülmek, ve yorulmak yok, diyerek, alışkın bir davranışla, odadan çıkıp gitti.
Gerçekten, on dakika içinde, ablam, rahatlamış bir vaziyette, uykuya dalmıştı.
2. YASEMİN’İN YAŞAMI
Baş ucunda oturmuş, Onu beklerken, odanın ortasındaki salıncak gözüme ilişti. Telaş içinde, anlaşılan, ona dikkat etmemişim. Hemen, geçen seneyi hatırladım. “Doğru ya! Hamileydi, dedim,” kendi, kendime. Ama, O, bu konuda, bana bir şey yazmamıştı. Ben de , yazdığım mektuplarda, sormayı uygun bulmamıştım. Şimdi ise, salıncağın içinde, çocuk yoktu. Neredeyse,, on aylık olmalıydı, acaba, kız mıydı, erkek mi? şimdi Neredeydi?
Bu arada, düşüncelerim yine, geçen sene daha iyi tanıma fırsatı bulduğum ve geçmişini anlatacak kadar kendini bana yakın hisseden ablamın üzerinde odaklaşmıştı.
Felek, O’NA ilk darbeyi, annesinin ölümüyle vurmuştu. Annesi, doğum yaptıktan sonra ince hastalığa yakalanmıştı. Doktorlar yasakladığı için anne sütünü bile tadamamıştı. İnek sütü ile Onu beslemeye çalışmışlardı. Daha yaşına basmadan, annesini kaybetmiş, haminnesinin ( anneannesi) şefkatli kollarında kalmıştı. Babası, esarette iken de, Ona, haminnesi bakmıştı. Üstelik, Millî Mücadele yıllarıydı ve büyük babası , annesinden bir müddet sonra öldüğünden haminnesi de dul kalmıştı. Babası ikinci defa evlenince, iki evi olmuştu. Ne de olsa birisinde üvey ana vardı. Annesi olarak bildiği kadının üvey olduğunu, ancak, yuvaya giderken öğrenmiş, küçük idraki, durumu kabul etmediği için de bayılıvermişti.
Daha kendisi, anne bakım ve şefkatine muhtaçken, ilk doğan olamasa bile, ikinci doğan kardeşinden başlamak üzere, dört- beş kardeşinin bakımını üstlenmiş, yedirmiş, içirmiş, temizlemişti. Kardeşlerine bakarken, bir hatası görüldüğünde, küçüklüğüne bakılmadan, kafası, demir kapı tokmaklarına vurularak cezalandırılmıştı. Her hangi bir ihtiyacının karşılanması için, doğrudan babasına değil, üvey anasının vasıtasıyla, istemeyi öğrenmişti.
Babası, durumu, aşağı, yukarı biliyordu. Bu sebeple, ana okulundan sonra, kızını, yatılı, Fevzi- Âti Lisesine (ilk okuldan başlayan) kaydettirmek istemiş, bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Fakat, Felek, çirkin yüzünü, ikinci defa göstermiş, Fevziye Lisesi, bir gecede, yanıp, kül olmuştu. Dolayısıyla, ancak ilk okula gidebilmiş, devamına imkân tanımamışlardı.
Badema, on beş yaşına gelinceye kadar, haminnesine gittiğinde, el üstünde tutulmuş, baba evine geldiği zamanlarda ise ev işlerinde yardımcı ve kardeş bakımını üstlenmeye devam etmişti.
Kader, tekrar ağlarını örmeye başlamıştı. Birden bire hastalanmış, muayene neticesinde, apandisit teşhisi konulmuştu. Babası, hemen Onu, İstanbul’a götürmüş, Meşhur dr, cerrah Kara Kemal tarafından ameliyat edilmişti. Babası, kızını , bir hafta, on günlük nekahet devresini geçirmek üzere, Kurbağalı dere kenarında oturan, dul kız kardeşinin yanına bırakmıştı. Evin üst katında, halasının kızı oturuyordu. Ablası (ki Ona abla diyordu) kocasıyla beraber bir şirkette çalışıyordu. Bir gün, Şefini, akşam yemeğine davet etmişti. Şefi, tesadüfen veya öğretili olarak, kendisini görüp beğenmişti. Fakat, bizimkinin, bu tertipten haberi yoktu.
İyileşip, İzmit’e döndükten bir müddet sonra, halasının kızı ile kocası, babasını ziyarete gelmişlerdi. Hoş- beşten sonra, nihayet baklayı ağızlarından çıkarmışlar. hali, vakti , yerinde, tahsilli, yakışıklı, şef pozisyonundaki bir insanın damat adayı olmak istediğini bildirmek için gelmişlerdi. Babası ve üvey annesi için, bu teklif, bulunmaz bir fırsattı. Başımızdan bir nüfus azalsın diye mi, yoksa , başka bir maksatla mı ? Her ne ise, bu teklife, olumlu yanıt vermişlerdi. Ona ve anneannesine usulen sormuşlar, fakat Yasemin’in isteksizliği ve itirazı, kabul görmemişti.
İki yıl süren nişanlılık devresinden ve yaşının mahkeme yoluyla büyütülmesinden sonra, gönlünün pek de istemediği, yakışıklı, kendinden, 15-20 yaş büyük bir insanla evlenmek üzere,, gözyaşlarına mani olamayarak, nikah masasına oturmuştu. Haminnesi ile babasının , anlaşmazlığa düşmelerini önlemek için, onlardan, doğru , dürüst çeyiz bile istememişti.
Gittiği gurbet elinde, kendisini, kulağı ağır işiten bir kaynana karşılamıştı .Daha ilk haftadan itibaren,” Seni oğluma karı ettirmem . Benim oğlum aslan gibi, Sen ise çiyan gibisin, Ona layık değilsin,. Zaten, ben yeğenimi gelin olarak alacaktım,“ diye tutturmuştu. Koca konakta, kocasının ilgisiz tutumu ve kaynanasının haşin tavrıyla, baş başa kalmıştı. Allah’ tan ki, komşu kadınlar çok iyi insan olduklarından, Onu yalnız bırakmamışlardı. Onlarla beraber, Akbabaya, alışverişe gider, zaman, zaman da akranı olan arkadaşıyla, vapurla Kara köye, oradan da Beyoğlu’na sinemaya giderlerdi. Yegane eğlencesi buydu. İyi ve şık giyinmesini severdi. Bilhassa şık ve pahalı ayakkabılara düşkündü. Onlar da küçük, mütenasip ayaklarına çok uygun düşerdi. Yaşadığı yer, boğaz kenarında bir kasaba olmasına rağmen, vapurdan inip evine giderken, gıpta ve beğeni ile bakan gözler Ona çevrilirdi. Vücudu ve bacakları mütenasip, yüzü ve gözleri çok güzeldi. Yürüyüşü ise bir ceylan gibi ahenkliydi.
Yaşamı, böyle tek düze geçerken, ilk çocuğuna hamile kalmış, kocası,” bebeği aldıralım” diye tutturmuştu. Kendisinin direnci ve doktorların tavsiyesine uyularak, ilk çocuğunu doğurmuştu. Neyse ki, çocuk iştahlı ve usluydu, Onu büyütürken, hiç sıkıntı çekmiyordu. Ancak, bir gün, çocuk terbiyesi yüzünden, kaynana tokadına maruz kalmıştı. Kaynanası ile olan münakaşalarında, kocası,
--Anamla iyi geçinirsin düşüncesiyle, seninle evlendim, diyebilmişti. Yaşlı kaynanası hastalandığında, her şeye rağmen merhamet ve ilgisini eksik etmemiş, senelerce bakımını üslenmişti. Artık kaynanası tuvalete gidemez lazımlık kullanır olmuştu. Bir defasında Onu temizlerken normal olarak yüzünü buruşturmuştu. Bunu gören kaynanası “Eşek gibi bana bakmak mecburiyetindesin” diye feryat etmiş , ayrıca lazımlığı, ayağıyla, odanın ortasına devirmiş “ Şimdi temizle bakalım” diyerek, zalimliğini ölünceye kadar sürdüreceğini göstermişti.. Ablam, ancak kaynanası öldükten sonradır ki, evinin kadını olabilmişti.
Bu arada, haminnesinin hastalık haberi gelmişti. Çocuğuyla, İzmit’e koşup gitmiş, Küçük Gülcan’ı babasının evinde bırakarak haminnesiyle ilgilenmeye başlamıştı. Dayısı ne de olsa bir erkekti, bekardı, yaşlı annesiyle beraber yaşıyordu. bir kadın elinin bakımına gerek vardı. Ama bu uzun sürmeyecekti. Bir gün, haminnesinin gözü kaymıştı, bunu fark eden yaşlı kadın, torununa” sen git, biraz istirahat et “ demiş, torunu da gerçekten çok yorgun olduğundan, Onun teklifine uymuştu. istirahat için yan odada uzanmışken, bir an dalmış akabinde bir rüya görmüştü. Evin önüne bir çift öküz arabası yanaşmış, içinden temiz, uzun, beyaz kıyafetli misafirler çıkmıştı. Misafirler:”bir emanetimiz var, Onu almaya geldik” dediklerinde, hemen gözlerini açarak, içeri koşmuş, haminnesinin ruhunu teslim edişine şahit olmuştu. İşte, en büyük acılarından birini, o gün yaşamıştı. Çok sevdiği insandan, en büyük desteğinden mahrum kalmıştı. Kendini çok yalnız ve kimsesiz hissetmişi.
İlk çocuğunu doğurduktan beş yıl sonra, ikinci çocuğuna hamile kalmıştı. Acaba, ikinci çocuğunu doğururken, ne gibi olumsuzluklar yaşamıştı.?
Hasta başında, hâlâ, düşüncelerim sürüyordu: Genç kızlığından beri, bu menhus baş ağrısını çekiyordu. Böyle kaç kriz atlatmıştı. Kriz sonrasında, yine hareketli, enerjik, ve titiz yaşantısına başlayacaktı. Çalışmak ve temizlik, en büyük tutkusuydu. Bir işe başlayınca, bitirmeden bırakmaz, dinlenmek bilmezdi. Yemekleri de, çok lezzetli ve temiz yapardı. Herkese, bilhassa, yaşlılara ve fakirlere karşı, aşrı merhameti ve sevgisi vardı. Yaşlı, yaşlı komşular, güya kaynanasını ziyarete gelir, fakat Onun tutum ve hürmetkâr davranışı dolayısıyla çok sever ve takdir ederlerdi. Yalnız kendi akraba ve tanıdıklarına değil , kocasının akrabalarına da kol kanat gererdi. Bunlardan biri de kaynanasının akrabası beş çocuklu Dayı Dede idi. ( ki memleketinde çok zenginken, kendine özgü bazı buluşlarına patent alamamış, sarf ettiği meblağın karşılığını alamayınca da iflas etmişmiş.-)- Dayı Dede, ailesiyle birlikte ,taşı toprağı altın olan İstanbul’a göç etmiş, fakat bir türlü iş bulamamıştı. Bu sebepten ailesiyle birlikte çok müşkül durumda kalmıştı. Kocası ve kaynanasının karşı koymalarına rağmen, Yasemin ablamın merhamet duyguları ağır basmış, kocası ve kaynanasına ısrar ve baskı yapmak suretiyle, Konağın en alt katını boşalttırarak , yedi nüfuslu akrabayı oraya yerleştirmişti. Zaman, zaman Onların aç olduklarını düşünerek üzülmüş, icabında, yememiş, yedirmişti. Yine Kocasına tekrar, tekrar rica ederek, Dayı Dedenin kızına , çalıştığı şirkette bir iş bulmasını sağlamıştı. Onların, her türlü derdine çare olmaya çalışmıştı. Bu yüzden de, sanki, Onlar kaynanasının akrabası değilmiş gibi, Onun tarizlerine maruz kalmıştı....
Bazen, bana sorardı,
--Yusuf, bir sevgilin, sevdiğin bir kız var mı? Bu soruya karşılık, ben de,
--Evleneceğim kız, senin gibi, sana benzer ve senin davranışında olsun, istiyorum, derdim.
-Evlendikten sonra, karımı, senin yanına göndereceğim, staj yapsın, bilhassa, güzel yemekler yapmasını öğrensin , istiyorum.
Ben, hasta başında , bu düşüncelere dalmışken, bir yandan da Onu gözlüyordum.
Yavaş, yavaş gözlerini açtığını gördüm. Sanki, derin bir uykudan uyanmıştı. Ama, hâlâ üzüntülü görünüyordu. Bu hali, öncekilere pek uymuyordu.
3 DAYIMIN ÖLÜMÜ
Merakım ağır basmıştı, sordum:
--Hayrola, abla! Baş ağrın geçmedi mi? Neden, böyle üzüntülü görünüyorsun ? Üstelik, ağlıyorsun? Aniden, boynuma sarılarak,,
--Babasız kaldım, Yusuf! Babam rahmetli oldu. Artık, üzülme sırası bana gelmişti.
-Ne zaman öldü? Neden ve nasıl öldü? Benim niye haberim olmadı?
--Biliyordum ki, sen, bitirme imtihanlarını vermekteydin. Senin zihnini, allak bullak edecek böyle bir haberi vermekten imtina ettim. Bir de, Erkanla, aranızda olanları düşündüm. Ayrıca, annemle konuştuk, sana bildirmemeye karar verdik,
--Peki, uzun süre mi hasta yattı?
--Hastalık siroza çevirmişti. Son zamanlarda, çok acı çektiği için, doktorlar, biraz rahatlasın diye, morfin ve benzeri ilaçlar vermişlerdi. Bunlar , biraz da alışkanlık yaratmışlardı. İlaç masrafı yüzünden, annemle araları bozulunca, hasta haliyle, benim yanıma kadar gelmişti. Bir müddet, bizde kalmış, fakat daha sonra evini özlemişti. Bu özlemini sezince, İzmit’e giderek, annemi getirmiş, aralarını bulmuş ve İzmit’e geri göndermiştim. Ne yazık ki, çok yaşamadı ve ölüm haberi geldi. Haber bana geç ulaştığından , maalesef, cenazesine bile yetişemedim Bensiz kaldırmışlardı. Ancak, kabrine kapanıp göz yaşlarımla ıslattıktan sonra biraz teselli bulabildim. Bütün dinî görevleri yerine getirdikten sonra, bir müddet, Onları yalnız bırakmadım . Buraya döneli, ancak, bir kaç gün oldu.......
Ablam anlattıkça rahatlıyordu, ama benim, acım ve üzüntüm artıyordu. Dayımın yaptığı iyiliğe karşı, kendimi, vefasız ve nankör bir insan olarak görüyordum. Üstelik, ablama, hastalığı sırasında, “Yusuf, benim eserim olacaktı, artık Ona sen sahip çık, elinden tutmaya devam et” demişti. Bunu duyunca, hıçkırıklarımı tutamadım, evin bir köşesine kaçarak, göz yaşlarım kuruyuncaya kadar ağlamaya devam ettim.
Bir ara, merdiven tarafından gelen bazı sesler duydum . Bunların arasında, çocuk sesleri de fark ediliyordu. Ablamın komşusu, Gülcan’ın sevgili Cici annesi, Begüm hanım, alı, al, moru, mor merdivenlerden ,söylene, söylene çıkıyordu. Yüzünün, esmer teni, kızarmış ve terlemişti. Kucağında taşıdığı çocuk, ablası gibi kızıl saçlıydı ve ağladığı her halinden belli oluyordu. Kadının söylenmesinden anlaşıldığına göre, Gülcan kadar uslu değil, çetin cevizdi . Gülcan, bir hayli, büyümüştü. Küçük kız ise neredeyse, bir yaşında görünüyordu. Ve odaya girer girmez, “anne “ diye, karyolaya doğru atıldı. Dengesini bulup yürümeye çalışıyordu. Annesi de “ Gel benim güzelim,” diyerek, Ona kollarını açmıştı.
Demek migren krizi gelmeden önce, çocuklar, komşu Begüm hanıma gönderilmişti.
4. MÜSRİFLİK ÖRNEKLERİ
Bu yaz tatili süresince, yengem ve kızların biri gelip, biri gidiyordu. Dayım öldükten sonra, sanki, rahatlamış gibiydiler, ama, para sıkıntısı çekiyorlardı. Fakat, yine de, üzüntülü görünmek, teselliye ihtiyaçları olduklarını hissettirmek istiyorlardı. Kızların, bilhassa Çiğdem’in asıl arzusu, biraz, gezip, eğlenmekti. Maltepe’de oturan bir kız arkadaşı vardı. Ailesi çok zengindi. Mısırla ilgileri olduğu, oradan altınlar geldiği söyleniyordu. Çiğdemin bu arkadaşı, su gibi para harcıyordu, bizimki de aynı şeyleri yapmak istiyor, bunu tahakkuk ettirebilmek için de her gelişinde , ablasından para istiyordu.
Menekşe ise, daha ziyade, süse, süsüne düşkündü. Hep iyi ve yeni şeyler giymek isterdi. Ablasının giyeceklerini, uymasa da giymek ister, Ona rahat vermezdi. Ama, ablası, herhangi bir iş yapmasını istediği zaman, yan çizer, pek iş yapmasını sevmezdi.
Artık, yengem dahil, kızların benimle arası düzelmişti. Zaten hepsi de, Erkanın huysuzluğundan şikayetçiydiler. Daha, babasının ölümü üzerinden 15-20 gün geçmeden, annesinden, bisiklet almasını istemişti. Annesi, parasızlıktan şikayet ettiğinde ise, “ ben anlamam, Babam muhakkak para bırakmıştır, hisseme düşen paradan, bisiklet almanı istiyorum” diye tutturmuştu.
Şimdi, babasının yükünü omuzlayan, yalnızca Erdem’ di. Çalışmasının karşılığı olarak aldığı parayı, ev için, kardeşleri için harcıyordu. Ama , aldığı paranın harcamalara yetişmesine imkan yoktu. Çünkü, kardeşleri, babalarının zamanındaki tantanayı sürdürmek istiyorlardı. Babadan, herhangi bir maaş bağlanmayınca, genç bir teknisyenin aldığı ücret, bu masrafları karşılamaya yetmiyordu. Kahvaltıda yenen peynir bile, müsrifliğin bir göstergesiydi. Yarım kilo beyaz peynir, bir tek sabah kahvaltısında bitiveriyordu. Belki, bitmiyordu, ama , sofrayı kaldırmaya üşendiklerinden, öylece bırakıp kalktıklarından, artan peynirler, kedinin ve köpeğin midesine gidiyordu. Bu yüzden, Erdem, ablasına yazdığı mektuplarda, bu durumdan şikayet ederdi.
Ablası ise, iyi bir yemek pişirse, kardeşlerini düşünür, yemekte, iştahı kaçardı. Bazen, Onları düşünerek, ağladığı bile olurdu. Baba evinin üst katları , halen kira getiriyordu. Ne kiradan, ne de mirastan herhangi bir hak talep etmemişti. Rahmetli annesinden kalan dükkanın kirasını da Onlara bırakmıştı. Üstelik, misafir olarak gittiği veya Onların buraya geldikleri zaman da eli üstlerinden gitmiyordu.
Enişte bey, bu geliş, gidişlere karşı duyarsız gibiydi. Hareket ve davranışlarında bir değişiklik görülmüyordu. Zaten, duygu ve hislerini belli etmeyen biriydi. Yengem ve kızlar, Ona hayrandılar. Onlara ve çoğu kimseye göre, çok efendi, eşi bulunmaz bir insandı. Ama, Onun, kendi yaşantısında bir değişiklik olmamıştı. Hafta sonlarında, yalnız başına yürüyüşe çıkmalar, Polonez köye gitmeler devam ediyordu. Orada, bir kadınla ilişkisi olduğuna dair dedikodu, ablamın kulağına kadar gelmişti. Ablam, acısını içine gömmeyi bilmişti ki, komşu kadınlarla bir araya geldiği zamanlar, yine gülüyor, kulaklara hoş gelen, gevrek kahkahasını atıyordu.
5. YİNE BİR GÖNÜL İŞİ
Ablam, geçen sendeki gibi, zaman, zaman , bana takılmaktan duramıyordu.
--Bu sene, okulda, kaç kızın gönlünü yaktın? Bir mi, beş mi? Ben de Ona, gönül maceralarımı anlatırdım. Ama, en çok Mualla’nın öyküsü aklında kalmıştı ve tavsiyelerine devam ederdi.
--Anlaşılan, yaşadıkların geçmişte kalmış. Biraz da , buradakilere, komşu kızlarına bak, diyerek, isimlerini sayardı.
Saydıklarının hepsini tanıyordum. Hiç biri, bana göre, daha doğrusu, değer yargılarıma uygun değildi. “Her yiğidin gölünde yatan aslanın farklı olması doğaldı”. Ben de , her şeyden önce, Onların, gözlerinin, açık renk olasını tercih ederdim, Buna rağmen, alt kattaki kiracının kızı ( evlatlığı) bana, biraz farklı gelmişti. Ablam söyledikten sonra dikkat etmiştim. Galiba, benden, bir- iki yaş büyüktü. Vücudu düzgün, bacakları muntazam, siyah saçlı, kara üzüm gibi gözleri vardı. biraz da zayıf ve zarifti.
Artık, çeşmeden su taşırken, bahçede çalışırken, sokaktan eve gelirken, gözüm, hep, o tarafa, Onların pencerelerine kayar olmuştu.
Buraya geldikten sekiz on gün sonra, okula gidip, kaydımın gelip, gelmediğini öğrenmek istemiştim. Bu nedenle, Üsküdar’a uğrayan bir vapura, oradan da tramvaya binerek, Haydarpaşa lisesinin önünde indim. Bina, muhteşem büyüklükteydi. Bahçesi, yüksek duvarlarla çevrilmişti. Önce, bakımlı geniş bahçesinden, sonra da çift kanatlı, ahşap kapısından geçerek, geniş koridorlara ulaştım. Okul idaresinin bulunduğu yeri, sorarak öğrendim. İlgililere, adımı ve soy adımı söyledikten sonra, Bilecik’ten, kaydımın gelip, gelmediğini sordum. Evraklarım gelmiş ve kaydım yapılmıştı. Ancak, “hangi branşı tercih ettiğimi “ sorduklarında, “Edebiyat,” cevabını vermiştim. Ayrılırken, “okullar açılmadan, bir kaç gün önce gelirsen iyi olur” tembihinde bulunmuşlardı.
6. SİMİTÇİ DÜKKANI
Okula kaydımın yapıldığını öğrendikten sonra, geri kalan tatil süremi, bir yerde, çalışarak değerlendirmek istiyordum. Ablam, konuyu Enişte Bey’e açınca, O’da , bana, aziz arkadaşı, muhtarın dükkanında, bir iş bulmuştu.
Simitçi dükkanı, vapur iskelesinin karşısında, küçük bir yerdi. Burada, yalnız simit değil, pofça, kurabiye gibi şeyler de satılıyordu. Muhtar amca, sabah namazından çıktıktan sonra, dükkanı açıyor, henüz, fırından çıkan, mamulleri alıyor ve ben gelinceye kadar satışa devam ediyordu. Görevi, ben devir aldıktan sonra, ancak, akşam üstü, saat 1700- 1800 de geliyordu.
Bu iş, oldukça, hoşuma gitmişti. Dükkana, değişik insanlar gelip gidiyordu. Boş kaldığım vakitlerde de, caddeden geçen insanları izlemek, bana zevk veriyordu. Ancak, kıyafetlerinden, hâl ve tavırlarından, fakir oldukları anlaşılan insanlar geldiklerinde, mazim gözümün önüne geliyor, hem kendi, hem de Onlar namına üzülüyordum. Öyle veya böyle, burada çalışmak suretiyle, hem tecrübe edinmiş, hem de bir kaç kuruş okul haçlığı kazanmıştım. Dolayısıyla, yaz tatilimi değerlendirdiğim için memnundum ..
Okulun açılacağı tarih belli olmuştu. Bir, iki gün önce okula gitmem gerekiyordu. Okul açılıp, dersler başlamadan gitmeliydim ki, yatakhanede yerimi bileyim, yemekhane ve kütüphane ve sınıfları göreyim düşüncesindeydim. Evden ayrılırken, Yasemin ablamın, “ hafta sonları da buraya gel, bizimle geçir” demesi, beni çok sevindirmişti.
Hafta sonlarında, sağa, sola gitmek, arkadaşların peşine takılıp eğlenmek, para , hem de epeyce para isteyen bir işti. Öyle harcayacak fazla para da bende olmadığına göre.... Ayrıca, burası, koskoca bir şehirdi, her türlü olumsuzluklar söz konusu olabilirdi. Bu sebeple, ablamın teklifi, bana daha uygun ve cazip gelmişti. Nihayet, vapur 3 kuruş. Tramvay 2,5 kuruştu. Yani, on kuruşla , oraya gidip, gelmek mümkündü. Okuldan çıkmayıp, devamlı kalsam, bu sefer de, hapis hayatı yaşıyormuşum gibi, psikolojik bir etkisi olacaktı. Halbuki, Bilecik’te, hafta sonu yaşamı farklıydı. Bir kaç arkadaş bir araya gelerek, grup oluşturur,, kendimizi (Mevsim uygunsa) kırlara, tarlalara atardık. Hem koşar, hem de, doğanın nimetlerinden, çağla, ayva ceviz gibi, istifade ederdik. İstanbul’da böyle bir imkân olmadığına göre, ablamın teklifine sevinmiştim. Üstelik, şimdi, bir de gönül işi vardı, Ayça!
Tekrar, iki kanatlı, büyük ahşap kapıdan içeri girdim. Talebelerin girdiği kapı ile öğretmen ve idarecilerin girdiği kapı ayrıydı. İlk işim, idari büroya uğrayıp , geldiğimi haber vermek oldu. Katılışımı not aldıklarını, ancak, yemek için, bir gün sonraki tablodod’a ilave edebileceklerini, ama , akşam yemeğini yiyebileceğimi söylemişlerdi. Ayrıca, üç gün sonra, bahçede, okulun açılış töreni yapılacağını belirtmişlerdi. Yatakhane ve yatacağım yeri öğrendikten sonra, akşama kadar, vaktimi değerlendirmek için, İstanbul’a ilk ayak bastığım yer olan Fener yolu’na gitmeye karar verdim. Orada, köylülerden bir kaçını bulacak, sohbet edecek, havadis alacaktım. Bu düşünceyle, tramvaya atlayıp oraya gittim. Nitekim, komşumuz, Daldalın Osman ile Huylu Osman, kahvede, oturur buldum. Beni görünce, sevinmişlerdi. Masada yer açıp, çay ikram ettiler. Benim talebe olduğumu, okuduğumu biliyorlar, belki de gurur duyuyorlardı. Nede olsa, köylerinden çıkarak, bu seviyeye kadar okuyabilen ilk çocuk bendim. Davranışları, bu kanımı doğruluyordu. Aslında, ilk olmanın gururunu ben de duyuyordum. Konuşma sırasında, Muhittin ile İbrahim ağabeyimi nerede bulabileceğimi sordum. Muhittin, karabatak gibiydi. Nerede olduğu bilinmiyordu. Ama, İbrahim ağabeyimi, Selami Çeşmenin orada görmüşlerdi. “İstersen Onu gör “ dediler. İbrahim ağabeyimi, hakikaten, severdim. Ana bir baba ayrı olmasına rağmen, Onu, muhittin’den daha fazla sever, hürmet ederdim. Her zaman, İstanbul’a gelip, gidenlerden değildi. Yağmurun az düştüğü, mahsulün az olduğu durumlarda, bir kaç kuruş kazanmak maksadıyla gelirdi. Onu göreceğim için sevinçliydim. Hat boyu , Selami Çeşmeye doğru yürümeye başladım. Onu tahmin ettiğim yerde, fıstık çamının altında uzanmış, dinlenirken buldum. Beni görünce, mavi gözleri güldü. Kaç senedir, birbirimizi görmemiştik. Şimdi, karşısında, pejmürde kıyafet yerine, düzgün kıyafetli, biraz da büyümüş olarak, beni görünce, şaşırdığı belliydi. Ellerini öpmek istedim, öptürmedi, sarılıp, kucaklaştık.
Anlatacak çok şey vardı. Ben anlattıkça da,
--Aferin, Yusuf! Aferin kardeşim, diyordu. Okuyan bir kardeşinin olması, belli ki Onu sevindiriyordu. Konuşmalarımız sırasında, Dayımın öldüğünü duyunca, çok üzülmüştü. Çünkü, Onu, tanıyor, benim için yaptıklarını biliyordu.
Kendisinin, buraya, çalışmaya gelme sebebini de,
--Bu sene, köye, çok az yağmur düştü. Tarlalarda mahsul olmayacağını anlayınca, bunu telafi maksadıyla, buraya geldim. Eh! Borçları ödeyecek bir kaç kuruş da biriktirdim, Allah bereket versin, diyerek açıklamıştı. Köyden havadislere gelince: Annem, yine, midesinden şikayetçiydi. Kardeşim Celâl büyümüş, koca delikanlı olmuştu. Nadire nin, bir kızı daha olmuş, Kendisi de karısını boşamış, Geredeli hocanın kızıyla evlenmişti. Bir oğlu, bir de kızı olmuştu.
Ağabeyimin bu sözleri, beni mazime sürüklemişti. Daha çok acılar, Acı ve eziyet çeken insanlar ve daha az sevgiler!....
Akşam üstü, ayrılırken” lazım olur” diye, bütün itirazıma rağmen, elime 10 lira tutuşturmuştu. Sarılıp, öpüştükten sonra, “Ben de bir kaç gün içinde, köye döneceğim” demişti.
Gece, okulda, değişik bir ortamda ve değişik bir yatakta uzanmış yatarken, düşüncelerimde, hâlâ, mazinin sahneleri yer alıyordu ve bir türlü uyutmuyordu. Yatakhanede, benim gibi, erken gelen bir kaç arkadaş daha vardı ki, Onlar konuşa, konuşa çoktan uykuya dalmışlardı.
7. LİSE’DE TALEBE VE ÖĞRETMENLER
Eylülün on beşiydi. Sabah erkenden, talebeler ve öğretmenler , sökün etmeye başlamışlardı. Bütün öğretmen ve öğrenciler, iç avluda toplanmıştık. Her sınıfın, bir sınıf öğretmeni vardı. Muhtemeldir ki, birinci sınıf öğrencileri, benim gibi, hangi sınıfta okuyacaklarını bilmiyorlardı. Sınıf öğretmenleri, ellerindeki listelerden, öğrencilerinin ad ve soy adlarını, megafonla okuyarak, bir sıra halinde toplamaya çalışıyorlardı. Bu arada, ikinci ve üçüncü sınıf öğrencileri de yerlerini almışlardı. Avlu , o kadar kalabalıktı ki, insan kendini, bir ordu sahasında sanırdı. Kargaşa, bağırma, çağrışma, derken, ancak, saatler sonra, sınıflar oluştu ve hep bir ağızdan, istiklal marşının söylenmesiyle, resmen , okul açılmış oldu.
Artık, öğretmenlerin eşliğinde, gruplar, muhtelif merdivenlerden çıkmak suretiyle, sınıflarına girmeye başlamışlardı. Gürültü, patırtı, görülmeye değer bir manzaraydı. Bir an geldi ki, artık, herkes sınıflarına girmiş, gürültü ve patırtının yerini, sessizliğe bırakmıştı.....
Sınıflar, an fi şeklindeydi. Böyle bir sınıfı, ilk defa görüyordum .. Sınıfımız çok genişti ama, 50-60 da talebe vardı.
Fen yerine, edebiyat kolunu seçmiştim. Fen dersleriyle, bilhassa, matematik ve fizik dersleriyle, başım hoş değildi. Bu sebeple, Bilecik’ten gelen bazı arkadaşlarla ayrı düşmüştük. Selahattin, Necdet, Ali Duran Şinasi ile aynı sınıfta idik. Bizim sınıfta kız talebe yoktu. Onlar, karma sınıfta okuyorlardı. Bizim sınıfta ve okulda, bizden çok daha büyük talebeler vardı. Bizim sınıf, paralı, parasız ve neharî olarak okuyan öğrencilerle karışıktı. 50- 60 kişi olunca, birbirimizi tanımakta güçlük çekiyorduk.
Okulun, bu ilk gününde, hocamız, teker, teker ayağa kaldırarak, isimlerimizi, memleketimizi, hangi okuldan geldiğimizi, leyli mi, nehari mi , paralı mı, meccani mi ? sorularıyla, bizleri, biraz olsun tanımaya çalışıyordu. Güya, bizler de, birbirimizi, böylece tanıyacaktık. Ama, hoca dahil, acaba, kaç kişiyi aklımızda tutabilmiştik ki? Birbirimizi tanımamız, belki de sene sonunu bulacaktı. Hele diğer sınıflardaki öğrencileri de nazarı itibara alırsak, buna ömür yetmezdi. Okul dışında birisini görsek “ göz aşinalığı var, ama nereden” diye , kendi, kendimize soracaktık.
Günler geçtikçe, dersler ilerledikçe sınıf arkadaşlarımızla, öğretmenlerimiz hakkında, daha çok bilgi ve farklı kanaatlarımız oluşmaktaydı.
Bizim sınıfta, öyle tipler vardı ki, Sabah, ilk derste boy gösterdikten sonra, ortadan yok olurlardı. Akşamları ise, sanki otelde yaşıyorlarmış gibi yemek yemeye ve yatmaya gelirlerdi. Böylelerine, biz, “ Gece kondu” adını takmıştık. Bu tipler, genellikle, paralı okuyanlardı. Sınıflarını geçemez, çift dikiş giderlerdi. Çift dikişle de tutunamayanlar, Anadolu Lisesine kapağı atarlardı. Anadolu lisesinin, böyle, çaka, çaka başı dönmüş paralı talebeleri sınıf atlatmakta , ün yapmış olduğu söyleniyordu.
Öğretmenleri de, tanımakta, zorluk çekiyorduk. O kadar çok sınıf, o kadar çok öğretmen vardı ki! Bahçede dolaşırken, bazen, öğretmen mi? Öğrenci mi, ziyaretçi mi? Birbirine karıştırıyorduk. Bizden üst sınıflar, biraz da bilgiçlik ve üstünlük taslar gibi, bazı hocaları, uzaktan göstererek,
“—Bak, şu gördüğünüz, sıfırcı Naciye, biyoloji hocası; Su ise, Boncuk Ömer, Spor hocası, aynı zaman da müdür muavinlerinden biri.; şu, uzun boylu, kara, kuru, Kasap Ekrem, coğrafya hocası. Talebeleri doğramakta, yani sınıfta bırakmakta üstüne yok; şu da Fransızca hocası, PASSE”! O da , öbüründen farklı değil ya!
Okulda çok hoca olmasına karşın, konuşmaları ve davranışlarıyla, bizim üzerimizde iz bırakanlar, sekiz, onu geçmezdi. Örneğin:Coğrafya hocamız dindar bir insandı. Tanrının varlığını kanıtlamak için, sık, sık misaller verir, Kâinatın yaratılışından, karınca ve arıların yaşantısından, uzun, uzun bahsederken,
--Etrafınızdaki her şeye bakın, bakmak kafi değil, görün. Üzerinde düşünün ve ibret alın. O zaman, Tanrının varlığını, içinizde hissedeceksiniz, derdi.
Fransızca hocamız da, Fransa ve İtalya’yı, genel olarak Avrupa’yı dolaşmış, görmüş, geçirmiş bir insandı. Onun, ders harici konuşmaları da bu memleketlere aitti. Dersi kaytarmak için, ısrarla, gördüğü yerleri anlatmasını isterdik. O’ da, maksadımızı bildiği halde, yarım saat, Paris’i , Eiffel kulesinin Madenî yapısı, 300 m. Yüksekliği ile , Fransızlar için bir övünç anıtı olduğunu , İtalya’daki , Piza kulesinin eğriliğini, mermer merdivenlerinin, yüzyıllar boyu, ziyaretçi ayakları altında, aşınmışlığını; Venedik’i ve gondollarını, SAN Marco meydanını; Kabri adasını, mavi mağaranın görülmeye değer güzellikte olduğunu, ballandıra, ballandıra anlatırdı. Bu arada, Fransızca kelimeler ve sözler eklemeyi de unutmazdı.
Sıfırcı Naciye, biyoloji hocamızdı. Kısa boylu, etine dolgun, çok güzel bir kadındı. Laboratuar derslerinde, bilhassa, insan anatomisi üzerinde durur, erkek cinsel organının ne kadar muhteşem bir şey olduğunu, ciddi bir eda ile anlatırdı. Biz de, gizli, gizli, birbirimize bakar, gülerdik.
Boncuk Ömer ise, bütün talebeler tarafından sevilen, Kısacık boyuna rağmen, biraz da korkulan spor hocamızdı.
index.htm
zorlu13.htm
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.