- 1370 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Bitmeyen Öykü
Ben bu öykünün yazarı değilim. Adım Gülşen ve bu öykünün yazarını yakından tanıyordum. Fakat geçtiğimiz ay, kalp krizinden bu yazarı kaybedince, bu öyküyü tamamlamak bana kaldı! Öyküyü nasıl tamamlayacağımı bilmediğim için, öyküden ziyade deneme türü olarak yazıyı derlemek istedim. Kelimeleri o kadar güçlükle yazıyorum ki, dudaklarımdan halının üzerine fırlattığım tırnaklarımın dilimde bıraktığı acı tada bile duyarsız kalıyorum. Bu yazıyı yazan insanı gerçekten çok seviyordum. Toprağın içinde rahat uyu arkadaşım!
Bir öykü nasıl yazılır gerçekten bilmiyordum. İlkokulda Edebiyat öğretmenimiz Selim Bey’in ara ara hikâye yazma ödevleri dışında Edebiyat alakam yok denecek seviyeydi. Lise’ye geçtiğimizde ise, Edebiyat benim hayatım olmuştu. Gece gündüz kitap okuyor, Aralık ayının son günlerinden babamın getirdiği bütün ajandalar şiirler, hikâyeler ile dolu oluyordu. Hatta bir keresinde bir ajandamın içerisine roman dahi yazmıştım. O yıllardan sonra hayat ile olan mücadelem beni her şeyden soyutlamıştı. Başta çok sevdiğim Edebiyat bile bana yabancı geliyordu. Sevdiğim insanların beni üzmesi ve hayatımın hep başkalarının kontrolü altında ilerlemesi beni bunalttığı için, ne rahatça kitap okuyabiliyordum; ne de artık eskisi gibi ajandalarıma bir şeyler karalayıp, yazabiliyordum.
Bir gün çok sevdiğim arkadaşımın kardeşinden haber gelmişti. Telefonda titreyen ses, şimdiye kadar hiç konuşmadım Kübra’nın sesiydi. Kübra ağlıyordu ve sadece iki cümle söyleyebilmişti.’ Abla, abim öldü. Çok sevdiği kitabının içinde bir zarf buldum ve üstünde senin numaranı not etmiş.’ dedikten sonra telefonda ’dıt dıt dıt...’ sesini duymuştum. Bana gelen numaradan tekrar arasam da, kaç kez ararsam arayım cevap alamamıştım. Arkadaşımın telefonu ise kapalıydı. Bana açılan numaraya defalarca aramama rağmen, telefonla bakmıyorlardı. Artık tek umudum, Kübra’nın abisinden bana kalan zarfı göndermesiydi.
İki hafta geçtikten sonra Aralığın ilk günlerinde, çarşıdan eve geldiğimde, dış kapının önündeki beton basamağın üzerinde bir zarf olduğunu fark edince, dünyalar benim olmuşçasına sevinmiştim. Arkadaşım yaşıyorken, yazdığı eserleri defalarca bana göndermesini istemiştim. Ama hiç oralı olmuyordu ve ’sana öldüğüm zaman ancak bu yazdıklarımı gönderirim’ diye şaka yapıyordu. Keşke her şey şaka olsaydı! Şaka yapmamıştı ve öldükten sonra, dediği gibi olmuştu her şey! Zarfı aldığım gibi, dış kapıyı açıp içeri geçmiştim. Sol elime tuttuğum zarfın içini hemen açmıştım. Bir mektup ve de cd vardı. Mektubu okuduktan sonra hiçbir şey düşünemeyecek halde, kanepenin üzerinde oturmuştum.
Mektubunda birçok şeyden bahsetmişti. Mektubu yazdığı zaman, midesinin sancılarından, içtiği ayranı nasıl yaptığından, kadınlardan, aşklardan ve daha pek çok şeyden bahsetmiş, uzun uzun altı sayfa bana mektup yazmıştı. El yazısı kötüydü, ama yine de okuyabiliyordum. Okumalıydım zaten!
Mektubu bitirip, ayağa kalkabilecek gücü kendimde bulduğumda, bilgisayarın başına geçmiştim. Cd’nin içindeki yazılara bakmalıydım! Bilgisayarın yavaş açılacağını sinyal verdiği her saniye, canımı daha fazla sıkan bir gün gibi geliyordu. Nihayet bilgisayar oturumu açılmış ve ben de cd’yi yerleştirip, klasörler arası gidip gelmeye başlamıştım.
Bir klasör vardı ki, diğerlerinden daha çok ilgimi çekmişti. ’Yarım Kalmış Çalışmalar’ adlı klasöre tıklamıştım. Her klasörde yaklaşık en az elli dosya varken, bu klasör içerisinde sadece altı tane yazı dosyası vardı. Demek ki bitiremediği altı çalışması kalmıştı arkadaşımın. Gözlerimden akan yaşlara artık aldırmıyordum. ’Auslaender’ isimli dosyaya tıklayınca, garip bir his tufanının yüreğime doluştuğunu hissetmiştim. Okumaya başlamıştım.
-AUSLAENDER-
Sefil yaratık seni! Kafesin içinde seni tıkasam dahi, gece gündüz ötüp duruyorsun. Bir de kalkmış atasözü söylüyorsun bana. ’Yok muhabbet kuşunu altın kafese koymuşlar da, yine vatanım, yine vatanım!’ Lan yoksa bülbül müydü? Gece boyunca aynı jant seslerini duyduğumu itiraf etmeliyim. Altımda bir şey var, rahatsız ediyor beni. Bu ne ya? Hah, çakmak! Şu kıçımın altına doğru sünmüş, yumuşacık şey de ne? Öf, paketten 3 dal sigara çarşafın üzerine düşmüş. Nazife Hanım’ı özledim.
Öksürmüyorum! Hayır, bu ciğerlerimi yaşam mücadelesine hazırlama turları. Su içmeliyim. Kahrolası otelci. Bir yolunu bulup da bu otelden kurtulmalıyım, yoksa geberip gideceğim bitlenmiş yatağın üzerinde. Öksürmüyorum, hayır! Kalbim neden ağrıyor ki? Son zamanlarda çok yükleniyorum bedene galiba! Sefil kurt tedbirli bir şekilde aşağıdan bağırıyor yine: ’Auf Stehen! Abendessen Zeit!’
Def ol pis bunak! Papaz kılıklı homoseksüel! Domuz kokuyor yine otel baştanbaşa. Aşağıya kadar indireceksin illa beni değil mi pis domuz! Altdorf’u baştan gezmek için tek şansım, bu adamın yemeğinden azıcık da olsa tatmam. Neden Avrupa piyasasında aynı çirkefliği her gün yaşamak zorunda kalıyorum ki?
-Ich möchte gern ausgehen!
-Was hast du?
-Mir reicht’s; ich habe Hunger, mein, mein magen ist leer! Ich sterbe vor Hunger. Aber sie?
Adam kalkıp bana ne diyebilirdi ki! Elbette adama dışarı çıkacağım daha nazik bir dille söyledim. ’Mir ist nicht wohl, Ich möchte gern ausgehen!’ deyince, bakışlarını benden yana çekerek, tekrar pişirdiği soğan soslu domuz bifteğini yemeye devam etti. Bu otel ucuz olmasa, burada katlanır mıydım? Hiç sanmıyorum!
Saat 17.43 ve sokaklarda insanların tükettiği bir gün daha kızarıyor usul usul. Kar her tarafta soğuğun bebeği gibi. Avuçlarımda hissediyorum melekleri. ’Aşlok bibi duman hani! Aşlok...’ Şarkıların sözlerini baştan yazmalıyım. Ahlaksız bir adım daha atıyorum.
On iki dakika sonra Belediye binasının önündeyim. Buraya neden geldim ki? Konsolosluk binasına kalkan cenaze arabası buradan geçmemiş miydi? Önünden ne zaman geçsem, ürperiyorum. Gülşen aklıma geldikçe deli oluyorum. O son cenaze merasimi ve onu Türkiye’ye geri göndermeleri. Ama bir ölü olarak; bir yabancının öz yurduna ölü olarak gitmesi ne kadar da acı bir şey!
Gülşen yan komşumuz Nazife Hanım’ın kızıydı. Benden beş yaş büyüktü ve birkaç işten çalıştıktan sonra, evinde oturup; saatlerce kitap okuyordu. Bütün gün boyunca tek yaptığı buydu. Kardeşi Talha süpermarkette kasiyer olarak çalışıyordu. Annesi ve Babası Avusturya’da diğer kardeşleri ile beraber oturan Gülşen, kardeşi ile beraber İsviçre’de kalıyorlardı. Babası Necmettin, yirmi beş sene önce İsviçre’nin Altdorf şehrine geldiklerinde, Gülşen daha 2 yaşındaydı.
...
Salak şey; aptal, aptal, aptal... Öldün bak, öldün de bıraktın beni böyle yapayalnız! Neden öldün, neden? Ben ölecektim, benim öldüğüme dair bir öykü dahi yazmışsın. İşte, ölmek benim hakkımdı; neden sen öldün? Sen, ne güzel dayanabilmişsin hayalinde benim ölümüme. Ama ben dayanamıyorum; neden öldün, neden?
Defalarca aynı satırları okuyup, bitmeyen öykünün tesiri altında kalmıştım. Zaman muhakememi kaybettiğimin farkındaydım. Ne yapsam çaresi yoktu, ne kadar sitem etsem de feryatlarım ve isyanlarım beyhudeydi! Arkadaşım, çok sevdiğim yakın dostum ölmüştü. Aklıma birden öykü dosyasının değiştirilme tarihi gelmişti. Bitmeyen öyküsünü yazdığı tarih 20 Kasım idi! İnanmıyordum, hayır olamazdı! Telefon açmalıydım Kübra’ya.
Beni aradıkları telefondan tekrar ulaşmak için telefonun tuş kilidini açtığımda, iki hafta önce defalarca açmama rağmen, cevap vermeyişleri aklıma takılmıştı. Cevap alabilecek miyim diye merak içindeydim. Telefon çalmaya başladığın heyecanım artmaya başlamıştı ve beşinci kez bağlanma sesi geldiğinde, ’alo’ diye bir ses gözyaşlarımı elimin tersiyle hırçınca silmemi sağlamıştı.
Kübra her şeyi anlatmıştı ve bütün eksiklikler yerine oturmuştu. Nasıl öldüğünü dahi bilmiyordum arkadaşımın ve öylece ’öldü’ sözüyle haberdar edilmiştim. 20 Kasım günü bilgisayarının başına geçmiş ve kardeşine ’ben bir şeyler yazacağım, beni meşgul etme bir saat’ demiş. Kübra’da nereden bilebilirmiş ki o bir saat sonra abisini bir daha göremeyeceğini. Ölmeden önce son yazdığı şeyi bana yazmış olmasına rağmen, nasıl olurda cd’ye koyabilmişti. Telefon kapandıktan sonra bu soru aklıma takılmıştı. Bu son yazdığını cd’ye nasıl koymuştu ki? Yoksa ölmeden önce son kez yazdıklarını klasöre mi çekmişti? Bilgisayardan iyi anlayan bir arkadaşıma telefon açmıştım. Cd’nin üzerinde ne zaman çekildiği anlaşılır dediğinde, cd’nin yakılma tarihine bakınca, son düşündüğüm şeyler, ölmeden önce, sanki öleceğini biliyormuşçasına cd’ye yazdıklarını çekip, zarfın içerisine koyması olmuştu. Mektubu zaten önceden yazdığı belliydi.
Öykünün nasıl sonlanacağını bilmiyorum. Benim öldüğümü bildiğim bir paragraftan sonra bir de! Ama ilginç bir ayrıntı vardı ki; öyküde ölen bendim, ama arkadaşım ölmüştü. O’nun yaşayamadığı bir hayatın öyküsünü ben devam ettirebilirim esasında. Öykünün devamına nereden başlayacağımı bilmiyorum. Nasıl olabilir ki?
Otel’e geri döndüğümde, yatağa uzandım. Gülşen aklıma geldi. Ölen birisi acaba acı çekebilir miydi? Hem çekse kim duyacaktı ki? Otel’e dönüşte domuz kılıklı otelcinin yüzünü görmemem iyi olmuştu.
…
YORUMLAR
Kurgu güzel. Hatta çok güzel. sen uzatmanın tadını çıkarırken ölenin sen olduğunu hemen sezinledim.
Anlatımın çok güzel ve çok güçlü. Lakin bu öykü böyle muallakta kalmamalı. Etkili bir finalin olduğu devam öyküsünü de yazmalısın. Ateşli hastalık, kabus ya da sanrılar vs.
Böyle de çok güzel.
Güçlü ve de farklı yazan kalemi kutladım.
Sevgi ve selamlar.
Engin Tatlıtürk tarafından 2/7/2012 9:02:42 AM zamanında düzenlenmiştir.
Değişik bir kurgu. Gerçek hayal, anlatıcılar, karakterler hepsi birer birer bizi selamlayıp geçti. Bir ara karışır gibi oldular fakat, karışmadılar. Finali ise genelde yaptığın üzere yine açık bırakmışsın. Bu da güzel.
Kısaca okumak yine keyifti. Keşke hikayeyi yazan ölmeseydi diyeceğim geliyor ama, işin sırrı da orada zaten.
Bugün, daha güzel bir çalışma okuyabileceğimi sanmıyorum.
Tebrikler.