- 1590 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
336 - ES SAMED
Onur BİLGE
Ramazan bitmek üzere… Hemen hemen hepimiz elimizden geldiğince gereğini yapmaya çalışıyoruz. Oruçla nefsimize hükmetmeyi öğrenirken yardımlaşma ve dayanışmayı arttırarak kendimize sevgimizi çoğaltıyoruz. Birlikte oluşturduğumuz uhrevi havayı mümkün olduğu kadar teneffüs ediyor, ettirmeye gayret ediyoruz.
Bayram yaklaşmakta… Aramızda parasal sıkıntı çekenler çoğunlukta… Yetişkin de olsak, bir yanımız çocuk… Arada kendimizi şımartma hakkımızı kullanırken, mahrum kalanları ihmal etmiyoruz. Alışverişe toplu halde çıkıyor, belki biraz ucuz ama hepimize yetecek şeyler alarak sevinçlerimizi katlıyoruz.
Viranecilerin bayram hazırlığı da kendine özgüdür. Hemen hemen her yere olduğu gibi Kapalıçarşı’ya da ordu gibi gidilir. Mağazalardan olamasa da kapı önü mallarından başta Define olmak üzere ihtiyaç sahiplerinin eksikleri tamamlanır. Bu arada espriler, kahkahalar gırladır! Aynı yerlerden defalarca geçildiği olur. Çarşı büyüdükçe büyür… Ayaklarımız bizi taşıyamayacak hale gelir. Yorgunluktan yığılıverecek gibi oluruz. Hele böyle Ramazan günüyse… Bir taraftan açlık diğer taraftan susuzluk bastırıyorsa… Akşamı dört gözle beklemeye başlamışsak… İftara daha varsa… Dakikalar geçmek bilmiyorsa artık… Herkes yemek tarif etmeye başlar. Yöresel yemekler, en sevilen yiyecekler, meyveler… Sulardan bahsedilir. Küçücük derelerden nehirlere, çağlayanlara kadar… Pınar başlarının buz gibi sularının nasıl avuçlanarak içildiğinden söz edilir, kış ortasında olunsa da… Sabırsızlık had safhaya çıkar. Sonra bir lokantada saniyeleri saymaya başlarız. Geri sayımdır. Biraz sonra eller su bardaklarına, kaşıklara, çatallara, ekmek dilimlerine uzanacak, önce çorba, sonra diğer yemekler de nasiplerini alacaklardır.
Aşağı yukarı aynı sözlerle başlar, iftar sohbetlerimiz. Besmeleyle başlanır, sunduğu nimetler için Allah’a Hamd edilir. Her defasında tekrar tekrar suyun öneminden bahsedilir. Sonra diğer nimetlerin…
Bugün de alışılmış alışverişimizden sonra yorgun argın Akademi’nin yanındaki Loş Restoran’a doluştuk. Aşağıya gelenler olmuştu. dağınık oturmuş tek tük müşteriler vardı. Yukarıya yöneldik. Masalar bomboştu, anında doldurduk.
“Sessiz olun, çocuklar!” dedi, dede. Kendimizce, olabildiğince sessizdik güya… On beş genç ne kadar sessiz olabilirse… Ahşap merdivenler gürültü yapıyordu. Çekilen sandalyeler… Biz kendimizce sessizdik, sevincin sesiydi yükselmekte olan. Mutluluğun gürültüsü… Hem biz halsizdik artık. O kadar yol yürümüş, onca yer gezmiştik. Özellikle kızlar el yıkama konusunda titizdik. Erkeklere de hatırlatmada üstümüze yoktu. Paketlerimizi ve çantalarımızı bırakıp lavaboya koştuk. Yığılma olmaması için ikişer üçer… O telaşın sesiydi çıkan. Ne sakin, ne sessiz çocuklardık! Daha şimdi ne vardı? Açtık. Hele bir oruçlarımızı açalım, ağızlarımızı da açacaktık ama ne açış! Dede alışık olmalıydı. Fakat orada, aşağıda olsalar da başkaları da vardı. Yukarıda olsalardı, onları da alırdık aramıza. Kendimize uydururduk mutlaka. Etkileşim diye bir şey vardı. Ortama uyma…
Yemekler söyleniyor, istenilenlerin detaylarına iniliyor, notlar alınıyordu. Masalar hızla donatılmaya başlanmıştı. Bir kıpırtı, daha fazlası, bir koşuşturma vardı. Zemin de ahşaptı. Çekmekattı nihayetinde. Bizi bize bıraksalardı, doğal halimize, aşağıya inebilirdi! Abarttım galiba ama yemek öncesi tozun dumana katıldığı da gerçekti. Alçak sesle de olsa, herkes birden konuşuyordu. Seçebildiğimiz sesler, herkese hitap edenlerin sesleriydi. Erkeklerin tok, bazılarının boru gibi, kızların tiz…
“Aman dede! Birazını duy, birazını duyma!” dedi, Işıl. “Su içeceğiz, su!.. Yemek yiyeceğiz, yemek!.. Biliyor musun, bu ne demek?”
“Biliyorum, bilmez olur muyum? Açlığı da iyi biliyorum, Uçuk! Bilmem sen benim bildiklerimi biliyor musun? Fakat bilmeni istemem. Tahammül edemezdin! Kolay değil! Allah, hiç kimseyi yoklukla kıtlıkla terbiye etmesin!”
“Zaman zaman hepimiz bir şeylerden mahrum bırakılarak denendik ve denenmeye devam ediyoruz. Bunlar hep imtihan…” İhsan sözünü kesti:
“Aramızda maddi durumu en iyi olanlardansın. Bir elin yağda bir elin balda! Sen bari şikâyet etme, Orçun!”
“Sadece maddi açıdan değerlendirme! Hepimizin mahrum olduğu bir şeyler vardır. Elini uzatıp, dokunamadığı… Yaklaştıkça uzaklaşan… Ardından bakakaldığı… Bazı kişiler, fırsatlar… Geniş düşün!”
“İhtiyaçlar sonsuzdur, tatmin edilemez!”
“Biliyoruz herhalde, Neşe. Hemen hemen hepimiz aynı okulda okuyoruz ve o çatı altında en çok duyduğumuz söz budur!”
“O halde ona buna sataşma da sofraya bak! Neler neler var! Daha neler neler gelecek, sırada… Ancak bunlar sadece karnımız doyuncaya kadar ihtiyaç duyduğumuz şeyler. Hepsi hepsi bu değil, öyle değil mi? Yalnız karın doyurmak için yaşamıyoruz.”
“İnsan, dayanıksız yaratılmış. İki gün susuz kalamıyor, mahvoluyor! Bir hafta aç kalamıyor. Birkaç dakika nefessiz olamıyor. İşte yarım günlük açlık ve susuzluktan sonraki halimiz ortada! Her şey için ama her şey için Allah’a muhtacız ve O, ihtiyaçtan münezzeh! Allah- üs Samed!”
Loş Restoran’ın çekme katı… Loş ışık ve arkadaşlık… Nimetler sofrada, eller bağlı… Allah, iman, insan… Ortamın hoşluğuyla şairliğim depreşti benim de. Konuşmaları bastıracak kadar yükselttiğim ince ve duygu yüklü sesimle konuşmaya başladığımda yavaş yavaş alçaltılan gürültü tamamen kesildi. Şiir dinler gibi bir dinginlik… Çıt yok! İçime sığmayan duygular dökülmeye başladı dudaklarımdan:
“Yapayalnız gelir insan dünyaya. Yapayalnız, o üç karanlığın içinden, boğulurcasına, güçlükle... Bir nefes alır ki onunla başlar, ciğerlerindeki oksijen yanığı acı... Yapayalnız asılır, memeye... Gaz sancılarını yapayalnız çeker, sıcacık ana kucağında...
Düşer, şaşar, döver, dövülür, büyür, büyümez olasıca! ..
Ana arar ardında, peşi sıra gelecek... Baba arar, arkasında dağlar gibi duracak! Kardeş ister, ölümüne kendisini savunacak! .. Bir dal ister, tutunacak... Neye atsa elini, yalnızlık gelir... Delir ey mutsuz insan, yalnızlığından delir! ..
Gelir, ardından gelir darlığı, ev kirası, su parası... Garibim, zamanın sıradan fukarası... Çalamaz, çırpamaz, içine döner, içinin içine, ıssızlığına... Öyle ya, kara leke olur, yüz karası! ..
Tutunduğu dallar elinde, yollar önünde... Dalar hayal âlemine... Deli mi ne?
Âşık olur, kısaca... Yalnızlık duygusunun dürtüsüdür, düpedüz... Yarım hissetmesidir, kendisini... Bir yudum sevgidir, tadına vara vara almak istediği... Her şeyi istemeye istemeye de olsa verir, birileri... Sevgiyi asla! ..
Yasla deli gönlü, Rabbine yasla! ..
Hayatlar tükenir, ihtirasla, yasla...
Oysa bir bilebilse, yetinebilse, yürekten istese! .. Kişiye Allah yeter!.. Tam anlamıyla teslim olabilirse, bir O’nu dost edinebilirse...
Ah! .. Bir bilse! .. Bilebilse! ..”
Güya gürültü yapmamalıydık. Bir alkış!.. Aşağıdan da dinlenmiş. Oradan da katılımlar… Sonra bir ses… Tophane’den atılan topun sesinin ardından, Bursa’nın her yerinden birden: “Allahu Ekber! Allahu Ekber!..” sedaları…
“Bismillahirrahmanirrahîm! Allah’ım, verdiğin nimetlere Hamdolsun! Haydi, bakalım çocuklar! Afiyet olsun!”
Bir kaynaşma… Hızlı hızlı hareket etmekte olan eller… Sonra rayına oturan yemek... Alışılagelen sohbet… Herkesin sırayla söz alması, birbirini can kulağıyla dinlemesi…
“Her şey Allah’a muhtaçtır, O kimseye muhtaç değil… Samed… Hiçbir şeye muhtaç olmayan, tüm yaratıkların ihtiyacını gideren ve her türlü istekte doğrudan kendisine başvurulan...”
“İhtiyaçlar sonsuzdur, tatmin edilemez. Tasavvufta da tatmin edilemeyeceği aynen bilindiği için insanlara derviş hayatı sunulur. Bir lokma, bir hırka… Aşağılara bakmak önerilir. Fakirlerle düşüp kalkmak... Zenginlerle dostluğun, arzuları körükleyeceği düşünülür. İhtiyaçlar sıfırlanır, beklenti kalmaz.”
“İhlâs Suresi, Allah’ı kula tanıtmak için indirilmiş olup, Allah bu surede Ehad ve Samed olduğunu, eşe, oğla, kıza, hiçbir kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını bildirmekte ve Hıristiyanlığın şimdiki halinin üstünü çizmektedir.”
“Samed… Zeval bulmayan ve Baki olan, kimseye muhtaç olmayan, herkesin muhtaç olduğu yegâne Merci… Hacetlerin, isteklerin, muratların verilmesi, ıstırapların giderilmesi için müracaat edilen Tek Zat…”
”Allah, her ihtiyaç için yegâne merciidir. Yaratılan tüm ihtiyaç sahipleri avuçlarını Allah’a açmaktadır. Allah Habir’dir. Kullarının ihtiyaçlarından haberdardır. Nimetlerini, gerekene gerektiği kadar indirir. Yakaranlar asla mahrum kalmaz. Kadere paralel olmayan istekler, ukbada giderilmek üzere kayda geçer. Burada sabredenler orada arzularına kavuşacaklardır.”
Define de çok acıkmış olmalı ki uzun süre söze girmedi, yemeye devam etti. Sonra keyfi yerine gelmiş olacak ki konuşmaya başladı:
“Hani bir fıkra vardır, çoğunuz bilirsiniz ama bir kere daha anlatayım. Ben diyeyim fıkra, siz diyin darbımesel… Kesmeden dinleyeceksiniz ama!” Duvara arkasını vermişti. Hepimizi görebilecek bir konumdaydı. Diğer masalardan da dönüp dinleyenler vardı. Şöyle bir yüzlerimize baktıktan ve onay aldıktan sonra devam etti:
“Padişahın da dâhil olduğu bir Cuma namazı öncesinde caminin birinde cemaatten birisi her haliyle fukara olduğu belli olan derviş kılıklı yaşlı bir adamcağıza:
“Bak, derviş baba! Padişahımız da bu camide. Namazını onun yanında kıl da sana bir şeyler ihsan etsin! O kimseyi boş çevirmez. Gani olursun!” der.
Adam, namazı kıldıktan sonra padişahın upuzun duasını dinler dinler ve hemen kısacık bir dua ederek, yavaşça kalkar ve kaçarcasına oradan uzaklaşır. Padişah, etrafına bakındığında, yanındaki hırpani kıyafetli fakiri göremeyince, şaşırır. O zamana kadar öyle kişiler hep yardım isteme nedeniyle yanına yaklaşmışlar ve istediklerini koparıncaya kadar da kolay kolay uzaklaşmamışlardır. Alışık olmadığı bu duruma bir anlam veremez ve merakta kalır. Aslını öğrenmek için hemen onun buldurulmasını emreder. Garibi hemen arayıp bulurlar ve yaka paça huzuruna getirirler:
“Bre Allah’ın şaşkın kulu! Benim gibi bir Cihan Padişahı’nın huzuruna gelinir de eli boş mu dönülür? Bu benim şanıma yakışır mı?” diye sorunca, şu okkalı cevabı alır:
“Efendim, ben sizin duanızı, Allah’tan neler neler istediğinizi duyduktan sonra kendi ihtiyaçlarımın ne kadar az olduğunu gördüm ve şöyle dua ettim: “Ya Rabbi, padişahımız efendimizin acınacak bir hali var. Ne kadar çok şeye ihtiyaç duyuyor! Ne olur ona Sen acı ve istediklerini ver!” O kadar çok şeye muhtaç olandan ne isteyebilirim ki? Baktım ki siz benden de kötü durumdasınız, isteyeceklerimden vazgeçip yavaşça uzaklaştım.”
Padişah gibi topraklarımıza topraklar, hazinemize daha daha altınlar, haremimize yeni gözdeler gibi neler neler isteyip durursak, mutlu olamayız tabi.”
“Gerçek olan bir şey de Poly-Anna’cılık oynamak zorunda oluşumuz.” dedi, Işıl. Sonra ortalık karıştı. Yine tartışma, sonra yatışma… İyi ki erkekler namaza, bizler de evlerimize gittik! Dağılmasaydık tartışma büyüyecekti. Dozunda bırakıldı.
Işıl haksız da değildi, hani. Şiir, öykü, deneme… Hangisi içimden gelirse… Duygu, düşünce veya duygularımı yazdığım zamanlar, istediğim gibi yaşadığımı hissettiğim zamanlardı. Yemekten, uykudan önce o istek… Yazma arzusu… Her yazdığımın içinde başka bir hayatın bir dilimini zevkle yaşıyordum.
Mademki Allah’tan başka her şey yalandı. Mademki bir an öncesi elimizde yoktu, yalandı... O halde, hayal ve rüya ile dünya arasında pek bir fark yoktu.
Bir zamanlar derin acılarla içim yanmıştı. Anlatamadığım, anlaşılamadığım; yalnızlığımın girdabında çırpındığım zamanlar… Boğulacak gibi olurdum! Kâbus gibiydi! Şimdi yalan oldu cümlesi. Neden paralamışım kendimi? Değer miymiş?
Oysa Orhan Veli gibi yaşamak da vardı. Hayatı bulduğum yerde yaşamalıydım. Acısıyla tatlısıyla… İyisiyle kötüsüyle… Her şeye rağmen yaşamak çok güzeldi! Nasılsa bir gün ben de onun gibi bir çukuru doldurmayacak mıydım?
***
Onur BİLGE
BİN BİR GECE ÖYKÜLERİ - 336
YORUMLAR
Akıcı,su gibi berrak,saf,içten bir anlatımıznız car.Yeni üye olduğum için ilk kez okuyorum yazılarınız.İnsanların üzerinde durmadıkları,Müslümanız ya yeter dedikleri gittikçe maddileşen bir dünyada insanın iç alemini zenginleştiren yazılarınız ruhuma işledi.Okuyucuyu sıkmadan düşünmeye,kendini,benliğini sorgulamaya yöneltmişsiniz.Her yazınızda bir uyanışın,Yaradan'ın sonsuz gücünün,merhametinin ,insanlara sunduğu nimetin farkında olmasını sağlamaya çalışıyorsunuz.Şükrün kıymetini bilmek ve anlamaya çalışmak,bunu hayata geçirmek en doğrusu.Derin acılar içinde yanan insan ruhuna Allah'tan başka dokunacak ve etkili olacak bir şey yok çünkü.Anne,baba,kardeş,eş dost bir yerde yarı yolda bırakabiliyor insanı ama Yaradan ona yaklaşırsak bize dünyaları veriyor,sabrı,umudu,acılara tutarak yaşamayı.Ellerinize,yüreğinize sağlık.
Ana arar ardında, peşi sıra gelecek... Baba arar, arkasında dağlar gibi duracak! Kardeş ister, ölümüne kendisini savunacak! .. Bir dal ister, tutunacak... Neye atsa elini, yalnızlık gelir... Delir ey mutsuz insan, yalnızlığından delir! ..
Gelir, ardından gelir darlığı, ev kirası, su parası... Garibim, zamanın sıradan fukarası... Çalamaz, çırpamaz, içine döner, içinin içine, ıssızlığına... Öyle ya, kara leke olur, yüz karası! ..
Tutunduğu dallar elinde, yollar önünde... Dalar hayal âlemine... Deli mi ne?
.................................................................................................................................
Allah aşkına şu dizelere itirazı olan var mı ? Ya şiirsel anlatımı...Okurken insan dünya ile irtibatını kesiyor. O alışılagelinmiş cehennem korkusu ile anlatım yoktur Allahı. Son yazılarında Onur bilge RAB derken gözünüzün önüne cennet bahçeleri gelir.Kimbilir belki göremeyiz, yıllar sonra Allahı seven milyonlarca kişiye vesile olacak yazıları. Tüm kalbimle inanıyorum.
Başarılarının devamı dileğimle, sevgiler...
Bu oldukça nezih çalışmanızın , herkes ama herkes tarafından okunmasını çok arzu ederdim ...
Hayır ! Hayır ! İltifat etmiyorum efendim inanınız !.. Bu okuduğum ; mevcut yazı dizilerinizden ikincisi ... Nice bilmediklerimi öğrendiğimi ve tarifsiz bir keyif ve lezzet aldığımı biliyorum ... Fırsat buldukça diğerlerini de okuyup , takip edeceğim inşaallah ...
İnciler düşüren kaleminiz hep yazsın diliyor , en kalbi tebriklerimle , saygılarımı bırakıyorum sayfanıza...