- 1113 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
FATMA EBE
Takvimler 18 Nisanı gösteriyordu. Cemreler bir bir düşmüştü çoktan. Ancak havalar az da olsa ısınmamıştı bir türlü.
Sigarayı sigaradan yakıyordu genç adam.Yarı açık pencereden içeriye dolan rüzgar bile odadaki dumanı azaltmaya yetmiyordu.
Çok yaman kışlar yaşayan ünlü bir ilimizdi. Burada yaşayanlar kar ve soğuk rekorlarına alışıktılar. Öyle ki ısının eksi 37 dereceye düştüğü kar kalınlığının 110 santime ulaştığı olurdu. Karın çat kapı gelmesine ve yaptığı sürprizlere de alışıktılar aynı zamanda. Hatta bu sürprizleri kendilerine has ince nüktedanlıklarıyla öyle güzel süslerlerdi ki…
Yaz ortasında Palandöken’e yağan karı gören yaşlı kadının “Ne olacak sahipsiz memleket. Buralara yazın bile kar yağar!” sözleri bu gün bile insanları gülümsetmeye devam ediyor.
Yerlileri bir yana, çeşitli nedenlerle yolu bu şehre düşmüş olanlar bile böylesine soğuk bir havanın bırakın sağlıklarına dokunmasını, aksine kendilerine sağlık kazandırdığını bile söylerlerdi tatlı bir şaşkınlıkla.
Zemheri soğuğunun ortasında çoluk çocuk kızarmış yanakları, ışıl ışıl gözleriyle sokaklarda pür neşe tadını çıkarırlardı bu kara kışın. Kar beyazı çocuksu umutlarla.
Kışları gibi; Nene Hatunu. Aziziye Tabyaları. Çifte Minaresi ve zarif figürlerle bezeli ağır başlı vakur Milli Oyunlarıyla da-ki bunlardan Hançer Barı ve Cirit, korkusuzluğun ve cesaretin simgesi gibiydiler- ünlüydü.
“Ha gayret kızım. Biraz daha sık dişini. Az kaldı tosuncuğu kucağına almana.” dedi ebesi. Ceylan bakışlı Feride gelinin dipleri terden sırılsıklam olmuş saçlarını şefkatle okşarken.
“Yoksa çocuk ters mi geliyor?” dedi yanı başındaki kadın ebenin kulağına usulca.
“O ne biçim söz öyle!..Çocuk kilolu. Gelinin çatısı dar. Hem ilk çocuğu. Biraz sıkıntı çekecek elbet.” dedi o da usulcacık.
“Çiseli yağmura benzer doğum sancıları. Gelir geçer. Ardından güneş açar” dedi sesini yükselterek.
O Fatma Ebe ki…
Tanımayan var mıydı bu Dadaşlar diyarında onu. Ne çok çocuk doğmuştu onun o müşfik maharetli ellerine. Bu gün artık hepsini isimlerini tek tek sayamazdı belki. Lakin kimleri doğurttuğunu zor ve sürprizli doğumları bu günmüş gibi hatırlıyordu hala.
İşinin ehli olmasının yanı sıra, bilge bir kişiliğe de sahipti.
İnanması zordu belki ama yaptırdığı onca doğumda ne anne adaylarının ne de doğması beklenen bebeklerin kaybına hiç rastlanmamıştı. Oldukça güç anlar yaşadığı, umudunu yitirir gibi olduğu durumlar olmuştu elbette onun da. Ancak sonunda Allah’ın izni ve yüzünün akıyla bütün bebeleri annelerinin kucağına vermişti.
Mert, cesur bir kadındı Fatma Ebe. Aynı zamanda mükemmel bir süvariydi de
Yakın kasaba ve daha çok da köylerden gelenler onu günler öncesinden alıp götürmek isterlerdi. Fakat O atına atladığı gibi herkesten önce varırdı gideceği yere. Karın metreleri bulduğu, nefeslerin anında donduğu o zalim kara kışlarda ve tüyler ürperten nice tehlikelerle karşılaştığı uzun yol serüvenlerinde nasıl olup da sağ kalabildiğine şaşırıp kalmayan yoktu. Sonunda hemen herkes onun bir ’kadın evliya’ olduğuna inanır olmuştu.
Fatma Ebeler de epey şehit vermişti bir çokları gibi bu kahraman şehrin kahramanca savunulması uğrunda. Kan bağından pek kimsesi kalmamıştı Fatma Ebenin hayatta.
“Can bağı gerekli insana. Can bağı. Nice kan bağından olanlar vardır ki kan düşmanı, can düşmanı gibidir en yakınına bile. Nice can bağından olanlar vardır ki canını verir, o bir nefeslik bile olsa fazla yaşasın diye” derdi o yaşamış, görmüş geçirmiş bilge kişiliğiyle.
Çocukların cinsiyeti konusunda da yanıldığı pek görülmemişti. Bunun sırrını da çözen olmamıştı yine.
Şöyle de bir batıl inanç dolaşırdı dillerde. Gebe kadınlar, oturmaya gittikleri evlerde kendilerine fark ettirilmeden sağa sola yerleştirilen makas ya da bıçağın üstüne oturduklarında o cismin türüne bakılarak doğacak çocuğun cinsiyeti tespit edilmiş olurdu böylece.
Makas kız çocuğunu bıçak ise erkek çocuğunu temsil ederdi bu inanca göre.
Fatma Ebe bunları duydukça “Hadi, hadi! Gidin işinize! Bunlar hurafe şeyler” derdi azarlar gibi.
“Başla ıkınmaya kızım. Geliyor senin oğlan!” dedi ve kısa süre sonra tosuncuk ebesinin ellerinde çığlığı evin her köşesinde geldiğini müjdeliyordu onu bekleyenlere.
Kapalı kapının arkasından gelen bir öksürük sesi bu çığlığı duyan genç adamın saatler süren heyecanlı, yorucu ve endişeli bir bekleyişin ardından kendisine verilecek müjdeyi duymak istemesinin bir işaretiydi.
İçerideki kadınlardan biri gidip kapıyı araladı. Genç adam yere eğdiği başını kaldırıp kapı aralığındaki kadına bakamadı.
“Gözün aydın. Aslan gibi bir oğlun oldu” dedi kadın. Genç adam soluğunu tutmuş öylece kalmıştı kapı önünde.
“Merak etme. Feride gelin de çok iyi.” dedi ardından. Genç adamın asıl bu sözleri duymak istediğini anlamıştı.
Yukarıya kalkan bakışları koyu ela gözlerini ortaya çıkardı. Kadının yüzüne baktı. Amcasının kızıydı. Gülümsedi. Gözlerindeki yaşlar ince bıyıklarına doğru süzülüyordu.
Çocuğun ağlaması kesilmişti. Genç babanın kulağında o çok sevdiği Erzurum türküsünün ezgileri geziniyordu şimdi salına salına…
Erzurum çarşı pazar/içinde bir kız gezer/elinde divit kalem/dertlere derman yazar.
Palan döken yüce dağ/altı mor sümbüllü bağ/seni vermem ellere /nice ki bu canım sağ/ nenen ölsün zarı gelin.
Allah Feride gelini ona bağışlamıştı. Hem de aslan gibi bir erkek çocuğuyla beraber.
Bir bayram coşkusunun heyecanıyla uyandı o sabah Murat çocuk. Yatağından kalktı demek daha doğru olur. Çünkü gece doğru dürüst uyumamıştı ki zaten.
Duvardaki takvim 18 Nisanı gösteriyordu yine. Beş yıl önce Fatma Ebenin ellerine doğan Murat çocuk beş yaşını dolduruyordu o gün.
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Fatma Ebesinin elini öpmeye gidecekti annesiyle birlikte. Heyecanı bu yüzdendi işte.
Ona neredeyse ikiziymiş gibi benzeyen babası, her şeyiyle iftihar ettiği aslan oğlunu alıp günler öncesinden çıkarmıştı çarşıya. Ona hem, annesine utana sıkıla beğendiğini söylediği arkadaşı Cengiz’in kırmızı renkli gocuğunun aynısını, hem vitrininde uzun uzun baktığı siyah botu almıştı.
Annesi de o botla giymesi için beş şişle ince has yünden güzel bir çift çorap örmüştü oğulcuğuna.
Uzun ince boynunu hep yana bükerdi nedense. Gür kirpikli koyu ela gözleri, hafif kemerli burnu, kıvrık gül dudakları ve derin gamzeleri o minyon yüzüne ne de güzel oturmuştu.
Ona bir kez bakanlar dönüp bir daha bakmaktan kendilerini alamazlardı. “Tüh tüh! Maşallah!” sözünün ne anlama geldiğini bilmese de dışarıda olduğu zamanlarda bu sözleri sık sık duyacağını bilirdi Murat çocuk.
Doğduğu günkü kadar olmasa da havalar yine de hatırı sayılır biçimde soğuktu.
Arada bir yüzünü gösteren güneş, karlı dağların doruklarında parladığında, kim bilir belki de kaç yıldır erimemiş olan karlar, ak pak uzun duvağını sürüyerek giden bir gelinin ‘hem ağlarım hem giderim’ sözlerine denk düşeesine dağların eteklerine doğru ince ince süzülürken…Eli kınalı gelinleri, kara yazgılı kadınları da; yarım kalmış özlemlerin, yaşanmamış hülyaların, örselenmiş duyguların doruklarına çıkarıyordu bir bir…
Feride gelin de kendi yüreğinden geçen türlü çeşit duyguların heyecanıyla giydirdi Murat’ını. Kendisi de giyinip süslendi az da olsa. Tuttu oğlunun elini ve kendi evlerine pek de uzak olmayan İbrahim Paşa mahallesine doğru yola çıktı.
Fatma Ebe biraz içeriye çökmüş ama hala Kuranı-Kerimi gözlüksüz okuyacak kadar iyi görebilen gözlerinin bitimsiz sevgisiyle kapıda sarıp sarmaladı ana oğlu hemen.
Anne oğul saygı ve minnetle öptüler bu soylu kadının ellerini. O oturmadan oturmadılar yerlerine.
“Sana bol şerbetli ‘demir tatlısı’ getirdim. Seversin biliyorum.” dedi Feride gelin.
“Eski iştahım kalmadı, gücümle beraber o da azaldı.” dedi gülümseyerek.
“Feride gelin, o dillere destan güzelliğin duruyor olduğu gibi. Belli ki evinde, ocağında rahatsın. Buna çok hoşnut oldum kızım.
Eee Murat can, sen nasılsın oğul. Görüyorum ki koskoca adam olmuşsun. Edebini, terbiyeni duymadığımı sanma. Aferin benim akıllı oğlum.”
Oğluna hayranlıkla bakan Feride gelin Ebesinin sözlerine karşılık:
“Okuyup doktor olacağını söylüyor Ebesi” dedi.
Fatma Ebenin yüzü acıyla dağlanırcasına iç sızlatan bir hal aldı. Aynı acı sesinde de kendine yol buldu…
“İster şah ol. İster paşa. En yüksek masalarda otur ya da. Namın dünyayı tutsun istersen. Ferman çıkaracak gücün bile olsa. Adam olmadıktan sonra ne işe yarar bütün bunlar.
Üstüne aldığın vazife ne olursa olsun onu severek, inanarak yapacaksın. Hakkını vererek elbet. En mühimi de ahlakını örselemeyeceksin. Şerefinle tamamlayacaksın yaptığın işi.” dedi.
Bu sözlerinden sonra ard arda gelen öksürükle zayıf bedeni sarsıldı. Ağzından çıkan soluk, o ana kadar içinde biriken acıları dışarıya atmak istiyormuşcasna uzun, derin ve yorgun bedenini huzura kavuşturan bir solukmuş gibi çıktı.
“Uzun konuştum. Nefesim yetmedi besbelli. Ağızdan çıkan sözler altın değerinde olmalı. Yere düşmemeli” dedi fısıltı halinde.
“Hele şöyle yanıma gel Murat can. Ben senin hem adam, hem doktor olacağını biliyorum. Öyle değil mi oğul?”
Ebesinin yıllar önce onun o küçücük bedenini şefkatle sarıp sarmalayan elleri, şimdi gür saçlarının arasında dolaşıyor, onları öpüp kokluyordu.
Bakışlarını dizlerinin üstünde tuttuğu ellerinden kaldırmadan “He!” dedi Ebesine usulca.
Murat çocuğun yüreği o sıra öyle bir sıkıldı. Gözleri öyle bir sızladı ki… Çok da ağlamak geldi içinden. Utandı. Ağlayamadı. Başını kaldırdı. Fatma ebesinin yüzüne baktı.
“Sen hiç ölme. Olur mu Fatma Ebe...” dedi titreyen sesiyle.
“Ölümden kurtuluş olur mu oğul. Herkes er geç bir gün ölecek. Ölmeyeceğim! diyen parmak kaldırsın. Hem biz fazladan bile yaşadık ama öyle ama böyle. Allah çocuklara, gençlere hayırlı uzun ömürler versin”
Murat çocuk daha da sokuldu Ebesine.
O saf, temiz çocuk kalbine malum mu olmuştu yoksa...
Ebesini O gün son görüşü olacağı.
Elindeki yün atkıyla, arasına yarım altın lira sıkıştırılmış ipek mendili annesine verirken aldığı en büyük başarı ödülünü vakur bir tavırla ve içi titreyerek ona teslim ediyor gibiydi Murat çocuk.
“Anne, bunları sen de sandığına koy. İyi sakla olur mu?”
“Olur oğlum. Sen merak etme. Gözüm gibi saklarım.” dedi ve onları iki kutsal emanetmişçesine saygıyla aldı oğlunun elinden annesi de.
Fatma Ebesi o gün onları cilası solmuş eski ceviz sandığından çıkarmış, annesinin çantasına atmak istemişti usulca. Annesi: “Bayram demez seyran demez gelen onca çocuğun hiç birini eli boş göndermezsin. Utanıyoruz vallahi” demiş, kabul etmek istememişti.
“O nasıl söz öyle Feride. Bunları sen mi söylüyorsun. Seni, aileni tanımıyor olsam...
Bizim buraların bir sözüdür bilirsin. ‘Asil azmaz. Bal kokmaz’ derler.
Bir insanın gönlü ne kadar aşağıdaysa, kendisi o kadar yukarıdadır kızım.
Hem çocukların gönlünü almak dünyanın en kolay, en güzel işidir” diyerek paketi Murat’ın koltuğunun altına sıkıştırmış:
“Fatma ebesinden büyük adama, küçük bir armağan. Kabul et oğul.” demişti.
Kahramanlar diyarı Erzurum en heyecanlı ve en coşkulu gününü yaşayacaktı o gün.
Çünkü Dadaşlar şehrinin düşman işgalinden kurtuluşunun günüydü.
Fakat günün ilk ışıklarıyla birlikte; sanki kuşların kanatlarından yayılıyormuş gibi şehre hızla yayılan bir haber bu coşkuyu, bu heyecanı ince bir matem tülüne sarıp hüzünlü yüreklere tutsak etmeye yetti.
Çünkü şehir anlı şanlı yiğit bir kadını, Fatma Ebesini yitirmişti o gün.
Fatma Ebenin vefatının böyle bir güne rastlamasının yalnızca bir rastlantı değil, çok manidar bir durum olduğu söylentisi de şehre aynı hızla yayıldı ardı sıra.
Onun o küçük bedeninin mucizevi bir şekilde hayatta kalmasının ve dünyaya gelecek minicik bedenlere sihirli elleriyle yardımcı olacağının yazgısı; Şehrin tutsaklıktan kurtulup, bu günlere ulaşmasının mücadelesi sırasında ve iki süngünün uçlarından damlayan kanlarla yazılmıştı.
Yaşarken efsane olmuş bu yiğit kadının yüreğinde yıllarca tutsak ettiği öyle bir hikayesi vardı ki...
Bunu bilenler Fatma Ebelerinin incinip kırılacağını düşünmüş olsalar da…
Onun bu inanılmaz hikayesini usulca dillendirip kulaktan kulağa yayılmasında hiçbir çekince görmediler o gün.
Ve şehrin bu kurtuluş gününde Fatma Ebenin hikayesi de yüreklerde yıllar süren tutsaklığından kurtulup şehre gümbür gümbür yayılmakla kalmadı, bütün aleme efsane oldu.
YORUMLAR
Ne güzel. Naif tertemiz bir öykü yazmışsınız. Böyle kahramanlara hem öykülerde hem gerçek hayatta ihtiyaç var aslında. Gerçeklerin kötücüllüğünde fazlaca boğulup, gerçekleşmesini umduklarımızı unutuyoruz. Ellerinize sağlık.
TÜLİN ÖZTUNÇ
Evet. Günümüzde geçek olamayacak kadar değerli insan portrelerinn
yer aldığı bu anlatımda tüm olaylar ifadeler ve kişiler gerçek. Hatta birisi benim çok yakınım...
Esenlikler dilerim
Sanki sılama gittim. Aynı şekilde doğumlar... Doğumdan sonra komşuların palize getirişleri. Kırkı çıkmak. Beşik. Beşikte asılı muska, nazar boncuğu, karaağaç...
Paylaşım için teşekkürler.
TÜLİN ÖZTUNÇ
Evet. Aynen dedğiniz gibi.Hala hatıralarda izleri var.
Esenlikler...