- 500 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Yarın Yok Ama Dün Vardı...
Bir anda tüm yaşamımız altüst olmuş, şaşkınlıklarımız başımızı darmadağın yapmış, bir anda gelecek korkusu sarmış olurdu içimizi...
Aramızda bundan böyle yarın yok ama dün vardı...
Ama gene de sen olmayacaktın o yarında... Belki de yarınlarda…
Hep vedalar eksik kalır, nasıl ki ilk defa sevdim seni diyememişsen, demek istesen de dememişsen, hayatının sonuna kadar da bekleyemezdin...
Ve günün birinde haykırırsın sevdiğini ama veda edemezsin bilmemeli dersin, istemezsin bilmesini, kayıp kentlerin sokaklarında sessizlikle kaybolursun,
Ötesi bir yokuş,
bir de yokuş aşağı,
bir zayıflık,
bir de düşmanlık...
Belki bir yalnızlık,
belki de sonsuza dair veda.
Belki de veda edecek lüksleri yoktu...
Belki de ötesiz olmaktı,
öteki olmak,
ötekiler olmak,
ötesiz bir yabancı olmaktı son söz...
Belki de ötesiz bir kadın olmak,
belki de ötesiz adam olmaktı...
Sonsa bir yok olmaktı...
Sonrası da hiç kimse olmak,
hiç kimseler olmaktı
çünküsüzlükle baş aşağı düşen,
sevda idi tepetakla gelen...
Hiç kimselikle bir başkası olmaktı,
veya bir başkaları olmaktı,
başkalaşmıştı sevdanın son ferdi gibi,
sahipsiz bir nefesti belki de ötesiz olmak,
öteki olmak,
ötelere uzanmak,
nefeslerin sonundaki beden titremelerine erişmekti belki de,
ötekileşmekti sona yakınlık ötesinde olmak en son nefesti belki de...
Bazen düşünüyorum da yıllardır içimden söküp atamadığım sen kimdin?
Herkesim, herkeslerim, benlerim olan sen gibi salınıp dururken, hayatımda sadece sen varlığına tutunmuş, senle baharları, kışları, uzakları, yakınları, yakınlaşmaları, yaklaşıp uzaklaşmalarımı içime sığdırmış sen, sanki sen varlığındı hep dediğim gibi hayata tutunduğum...
Peki ama sen kimdin, değer üstü değerlere ulaştırdığım aşkla, sevgiyi bağdaştırıp, kıskanılacak bir varlık yaptığım, sen kimdin?
Hangi değer ölçülerin bu kadar seni içimde ve beynimde büyüterek en zirveye taşımıştı...
En önde gelen vazgeçilmezliğin nerden gelip, oturuyordu göz diplerime?
Seni kendime tarif ederken olmadık şekilde büyütmem kusurlarını görmeze geliş sebeplerim neydi?
Neden her şeye rağmen vazgeçilmezliğin vardı?
Neden sensizlik benliğimde karanlıklarda hüküm sürmem demekti, belki de farkındasızlıkla sığındığım olgu?
Her anın ortasında, sonunda, başlangıcında olduğu gibi kalışının sebebi neydi?
Neden koptum senden dediğim anlarda bile vazgeçilmezliğin çıkıyordu ortaya?
Ne sensiz yakınlarda kalabiliyor, ne de sensiz uzaklara gidebiliyordum...
Kaçıp kurtulmak istediğim anlardı belki de senin en yakınına gelip sığınmam...
Her şey sense, ben benliği nerede duruyordu ki bu acizlik miydi kendi kendime, kendi öfkeme, kendi kızgınlık üstünde kalan değerlerime hükmedemeyişimin sebepleri nelerdi?
Neydi beni sana bu kadar saklayan? Neydi?
Kaçıp gitmek uzaklara, uzakların gizem dolu gölgelerine sığınmak istememin sebebi çoğu zaman hareketsizlikle son buluyordu...
Oysa uzaklar, uzaklardaki gölgeler, uzaklardaki köşe başları o kadar gölgeli ve karanlıktı ki
farkında bile olamazdı insan benliği, kayboluşlarından ve her karanlık ve gölgeli yol uzantısının sonuna sen gölgesi gelip yapışıyordu...
Kimdin sen, bana kimsin sen derken bile asıl senin kimliğin gizem içinde kalıyordu ve ben hep uzaklarda kaybolmak isterken bile senin en yakınında kaybolurdum, gene de?
Sen kimdin yüreğime bu kadar hükmeden?
Tüm özgürlüklerimi kendi kolları arasında tutan sen kimdin ki özgürlüğümü heba ettiğim?
Sen kimdin ki senden giderken hep arkama baktığım?
Karanlıklarımdın hep, ışıkla kaybolan gölgelerindi hep ve kayboluşlarımın ardındaki hayretli bakışlarım hep sana doğru yönleniyordu ki kimdin sen içime bu kadar işleyen?
Mor bir ışık huzmesi dolanıyor boynuma, sonra koyulaşan, sonra da siyahlaşan bir karartı oluşuyor çoğu zaman omuzlarımda...
Her ışık, her ses, her koku sana doğru uzanıyorsa benim bu acizliğime sebep olan sen, kimdin ki bu kadar bağımlılıkla içimde zıplıyorsun...
Evet...
Kimdin sen? Tüm bunlara değer miydin, tüm bunların içine nasıl sığdırdın kendini ki yıllar süren bu yolculukta nasıl oluyor da her kıpırtının, her yürek vuruşumun üstüne çıkabiliyorsun?
Bir vurgunsun sanki, derinliği, sığlığı, bataklığı belli olmayan, ölçüsünü kaybettiğim, bir sevgi tutsaklığının vurgunuyla hareketsiz basınç odalarında kalmış gibi, dağınık bir beden titreyişleri bunlar, belki de farkındasızlıkla kendi yüreğime işkence eder gibi vurgun üstüne vurgun yediriyorum...
Zorlamasına nefes almaların alın ve de ense terleri bunlar...
Acemice tay koşturmaları gibi hara tepinmeleri bunlar, belkisiz, sebepsiz, çünküsüz, niçinsiz yaşamın ardındaki boşlukta başıboş dolanmalar bunlar ki sen kimdin, bu hallerimde beni pervasız seyreden...
Gözlerime bak diyen, duy artık sesimi diyen, ben senin sığındığın limanınım diyen, sen benim rüzgâr gözlümsün diyen, sen kimsin ve bu gücü içinde nasıl saklıyorsun yıllar ve yıllar boyu?
Bana sevginden bahsetme, bana en çok seni sevdim derken bile hâlâ oyunlarının son halkasını iliklemekten vazgeç, bak yaz üşümeleri bunlar, bende üşüme titremeleri bunlar, bende beden yorgunlukları ve umut kırıklıkları bunlar bende yaşama karşı...
Seslerden, renklerden, uzaklardan, yakınlardan, geceden, gündüzden korkularla yaşam getiren sen varlığının huysuzlukları bunlar...
Bana en çok sevginin ölçüsünden bahsetme, bir bana bak, yıllar yılı bu yüklerle taşınıyorsun bende ve her karartının arkasındaki alaycı gülüşlerle sen çıkıyorsun karşıma...
Senden uzaklaşmak, senden nefret etmek, seni yok saymak bile beni senden tiksintilere uzatan yollara darmadağın atıyor...
Senin için yaşamak isterken, şimdilerde senin için ölmek bile istemiyorum artık eskisi kadar, oysa sensizlikle yaşam, sonsuz bir boşluk, uçsuz bir yol derken, daha kolaymış hayat...
Şimdilerde bu hayata perçinlenmek bile çok fazla ki sen kimdin beni bu yaşamdan bu kadar koparıp atan?
Bana yazdıklarının tümünü yüzlerce defa yüzlerce gün, binlerce gün demeden defalarca okudum, okuyorum, her seferinde taşlaştırıyorum içimi, her seferinde gözyaşlarımı elimin tersi ile siliyorum ve yazık oldu bu sevgiye diyorum, sadece, yazık oldu ki bana...
Sevgiden şüphe etsem şimdi hemen unuturum dünyayı derken bakıyorum da yaşamın her karesindeki saygınlığın yitiriyor beni...
Keşke sende benim seni sevdiğim kadar sevmeseydin beni...
İşte o zaman sebepsiz unutacaktım seni...
Oysa sen kimdin ki bu sevgide benim kadar payın oldu ve yıkımında da benden fazla payın oldu.
Kimdin sen, bu sevginin neresinde, nereye kadar vardın ki kendinden bu kadar koparmaya uğraştıkça bundan çok kendine çektin beni...
Bazen uzaklara, çok uzaklara gidip kopmak istiyorum bu yaşamın eski karelerinden...
Tek başa, bir başa kendime bir baş olmak istiyorum...
Seni bana sorar oldular şimdilerde, belki de senden de beni soranlar oldu, vereceğim cevapsa, biz birbirimizden kaybolduk derken, sense unutulduk birbirimizde dersindir belki de...
Galiba sen kimsin derken sonuca ulaşıyordum...
Tutkunun ardındaki kara ve beyaz bileşenlerin sahibiydin sen
Şimdilerde öksüzleşmiş bakışlarımın arasında yabancısı gibi olduğum bu şehrin insanlarının en yabancıları arasında bile kalarak, kendimi sana yabancılaştırmaya çalıştıran güç neydi sende?
Bir isim taktım bu yalnızlaşarak yabancılaşmaya ki ardı yine sen kapısı ile sana açılıyor ki bu kapının ardında yabanlaşarak, yaban gibi bakan sen buğulu gözlerin yapışıyordu pervasız bakışlarının ardındaki sinsi gülüşlerinle...
Bir an zamanına sıkışan sevdayı, ömür sonuna uzatacak gücümüzü neden kaybettik, neden sen bu kaybedişi bir an zamanına sokup darmadağın eden hayatımı benden bana kahrettirdin?
Kimdin sen ki bu gücü bir ömür taşımamı sağladın?
Oysa bu kadar sorulardan sonra sana göre ben kimdim?
Şimdilerde bunu anlatmak bu kadar yazmalardan sonra çok zor...
Ama ben, senin için en çok ağlayandım ve senin için en çok meraklanandım...
Belki kifayetsiz bir cevaptı bunlar ama yazdıklarımı boş verircesine okumazsan, anlarsın seni en çok özleyen ben olduğumu...
İşte yarın yok dün vardı derken gelecekten tüm umutlarını kaybetmiş bir ben olduğumu, tüm yaşanmışlıkları senin gibi inkâr edip bu sevgiyi yok sayamayandım aslında...
Mustafa Yılmaz