- 595 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
Teo Torriatte
Eskiler “Güneşe yüzünü değil, sırtını dön” derlerdi, “Bırak düşmanının gözü kamaşsın.” Sırtımı doğan güneşe dönmüştüm. Rüzgar yok gibiydi. Tekne neredeyse kayarcasına okyanusta ilerliyordu. Pruva hizasında, giderek büyüyen adaya bakıyordum.
“Albayım, demir atmamıza az bir zaman kaldı. Hazırlansanız iyi olur.”
Teğmene bakmadan anladığımı belirten bir şekilde başımı salladım. Vakit gelmişti. Kamarama döndüm. Bavulumdan üniformamı çıkardım: İmparatorluk albayı Hayato Fujiki’nin üniforması! Giyince aynanın karşısına geçtim. Tam oturmuştu. Sanki hiç kilo almamış gibiydim. Sanki Lubang adasına ilk gittiğim gündeki gibiydim. Sanki savaş hiç bitmemiş gibiydi. Sanki... Üniforma gıcır gıcırdı. Savaş sırasında giydiklerim, ateşkes sonrası götürüldüğüm esir kampında paçavra halini almıştı. Salıverildiğimde üzerimde Amerikalıların verdiği savaş esiri üniforması vardı. Şimdi giydiğim ise yeniydi; hala İmparatorluk Albayı Fujiki görev başında der gibi.
Güverteye çıktım. Bana eşlik edecek olan müfreze hazırdı. Beraber bota bindik ve adaya yöneldik. Rüzgarla beraber dalga da çıkmıştı. Bot sarsılıyor ama yoluna devam ediyordu. Tuzlu su yüzüme sıçrayınca uzun süredir ilk defa gülümsedim. Eski bir dostun merhabası gibiydi: İçten ve sessiz.
Bot kumsala varınca adaya ayak bastım. Kumulların bitiminde sık ağaçlar başlıyor, daha ötesi seçilemiyordu.
...
“Savunmayı buraya, ağaçların bitimine kurmalıyız albayım. Çıkarma gemilerinden inmeye fırsat bulamamalılar!”
“Eğer o noktada beton sığınaklarımız olsaydı haklı olabilirdiniz yüzbaşı Ishido. Lakin yok. Bırakın Amerikalılar ormana girsinler. Böylece gemilerin top ateşi desteğini de yitirirler. Kimin kim olduğu belli olmayan ormana rasgele ateş açılmaz.”
“Ya açarlarsa albayım?”
“Amerikalılardan bahsediyoruz yüzbaşım. Ölümden ölesiye korkarlar.”
...
Savunmayı daha geriye kurmuştuk. Olası bir çıkarmada gelenleri ormanın derinliklerinde bekliyor olacaktık. Kısa bir yürüyüş sonrası ilk mevzilerimizin olduğu yere vardık. Kazılan siperlerin izleri hala görülüyordu. Gerçi yıllar içinde tropik orman içlerini doldurmuş, yağan yağmurlar toprak kaymalarına sebep olup hattı tahrip etmişti ama yine de uzayıp giden çizgiyi görebiliyordum.
Hava eskiden olduğu gibi nemli ve sıcaktı. Benimle gelen müfrezedekiler belki de ilk defa böyle ortamda bulunuyorlardı. Keplerine iliştirdikleri böcek kovucular yeterli gelmiyor olmalıydı ki düzenli olarak ellerini yüzlerinin hizasında sallıyorlardı. Müfrezenin başındaki teğmen Saigo hangi yöne gideceğimizi öğrenmek için bana baktı. Eskiden siperlere mühimmat taşımak için kullandığımız, şimdi ise neredeyse kaybolmuş yolu işaret ettim. Yürümeye devam ettik.
...
“Albayım, cephanemiz değilse de erzağımız giderek azalıyor. Bir sonraki teslimatın ne zaman yapılacağını biliyor musunuz?”
“En azından gemi beklememiz gerektiğini biliyorum. İmparatorluk donanmasının gemileri artık istedikleri gibi dolaşamıyorlar bu sularda. Belki bir denizaltıyla mühimmat yollarlar, o da zayıf bir ihtimal.”
“O zaman?”
“O zaman ya birbirimizi yiyeceğiz, astlardan başlayarak, ya da ormandan beslenmenin yollarını bulacağız. Yüzünü buruşturma yüzbaşım, en azından kapımızı çalan yok.”
“Şimdilik...”
...
Ne o günlerde, ne de sonrasında saldıran olmamıştı. Aylarca çıkarmanın yapılmasını beklemiştik. Düzenli olarak tatbikat yapmış, planları gözden geçirmiş, yeni savunma mevzileri kazmıştık ama gelip giden olmamıştı.
Yarım günlük bir yürüyüş ve çokça moladan sonra karargaha vardık. Burası savaş sırasında da yıkıntı halinde olan bir Budist manastarının avlusuydu. Bizim çadırlarımızın izleri kaybolmuştu ama manastır hemen hemen o günlerdeki halini koruyor gibiydi. Doğu duvarındaki uçaksavar topu bizim orada iki yıl boyunca yaşadığımızın belki de tek göstergesiydi.
...
“(...) Ancak, zaman ve kaderin zorlamasıyla, gelecek kuşakların barış içinde yaşamaları için dayanılmaz olana dayanacak, katlanılmaz acılara katlanacağız.”
“Albayım bu radyo yayını Amerikalıların bir oyunu olmasın?”
“Değil yüzbaşım, değil. İmparatorun sesi bu. Görünen o ki savaş bitti.”
...
Radyo yayının ertesi günü adaya bir Amerikan muhribi yanaşmış, karaya çıkan birlik bizden teslim olmamızı istemişti. Ben de tüm subay ve erlerimle silahlarımızı teslim edip kendimizi Batılıların insafına bırakmıştık. Bir tek yüzbaşı Ishido bizimle gelmemiş, çadırında intihar etmeyi seçmişti.
O gün bizim için savaş bitmedi. Muhrip bizi Manila yakınlarındaki bir esir kampına götürdü. Kampta bir yıldan daha uzun bir süre kaldım. Askeri mahkemeye çıkarıldım. Ne zamanki adayı işgalimiz sırasında yerli halka karşı suç işlemediğimiz tespit edildi, ancak ondan sonra eve gönderildim. Eşim kapıyı açtığında savaşın ve onun cisimleşmiş hali olan Lubang adası geçmişte kalmıştı.
Ama öyle olmadı. Bir gün gelen bir telefonla tekrar kendimi adada ve üniformalarımın içinde buldum. Yirmi dokuz yıl geçmiş ama her şeyi gömmeye yetmemişti.
Teğmen Saigo elime bir megafon tutuşturdu. Batı yönüne doğru yürümemi, kendilerinin benimle gelemeyeceğini söyledi. Ben de gelmelerini istemiyordum. Bitmesi için başlaması gerekiyordu; ben de megafonu alıp yürümeye koyuldum.
Uygun olduğunu düşündüğüm bir alana gelince megafonu ağzıma götürdüm:
“Teğmen Mishido Onada! Teğmen Mishido Onada”.
Aralarla anonsu tekrarladım.
“Teğmen Mishido Onada! Ben Albay Hayato Fujiki! Sesime gelmeni emrediyorum. Eğer itaat etmezsen firari sayılacaksın. Teğmen Mishido ...”
Uzun zamandır hiç bir yetişkine emir vermemiştim. Ama şimdi adadaydım, üniformam üzerimdeydi ve yeniden albaydım. Emir de rütbeyle beraber geliyordu. Bana uzun gelen bir süre boyunca seslenmeye devam ettim. Neden sonra bir ağaç gövdesinin dibinde teğmenin gölgesini gördüm. Bir süredir beni izliyor olmalıydı. Megafonu indirdim, ona doğru:
“Teğmen Mishido!” diye bağırdım.
Bir anda ağacın dibinden çıkıp karşımda hazırola geçti. Üniformasından geriye bir şey kalmamıştı. Bitki liflerinden yaptığı belli olan paçavralar giyiyordu. Elinde artık paslanmaya yüz tutmuş, devriyeye çıktığı sabah taşıdığı tüfeği vardı.
“Teğmen, derhal bana devriye raporunuzu verin.”
Bu emrime ne tepki vereceğini bilmiyordum. İçgüdüsel bir şekilde zamanı geriye döndürüp yirmi dokuz yıl öncesine gitme ve hiç bir şey olmamışcasına devam etmeyi düşündüm.
Teğmen bir süre hatırlamaya çalıştı ve zorlanarak konuşmaya başladı:
“Devriye olaysızdı albayım. Planladığı şekilde üç, yoo, dört, evet dört gün sürdü. Geri döndüğümüzde karargahı boşaltılmış bulduk. Herhangi bir emir de bırakılmadığından savunma görevimize devam ettik. Yalnız karargahı beş kişilik bir ekiple savunamayacağımızdan ilk haftanın sonunda kuzeydeki mağaralara çekildik.”
“Diğerleri neredeler?”
“Erlerden Nozaki ve Kosiwara ilk yağmurları tamamlayamadılar. Çavuş iki üç yaz sonra intihar etti. Onbaşı Nishi’yi bir süre önce kaybettik.”
“Anlıyorum. İyi askerdiler.”
Bahsettiği isimler gözümün önüne gelmemişti.
“Teğmen Mishido! Sana silahını bırakmanı ve Amerikalılara teslim olmanı emrediyorum.”
Duyduğuna inanamış gibi bana baktı.
“Emri duydun mu teğmen?”
Başını salladı. Sonra tüfeğini yere bıraktı, tek eliyle belindeki kemerini çözdü; onu da yere koydu. Teğmen Mishido’nun tek başına yirmi dokuz yıldır sürdürdüğü savaş bitmişti.
“Gel benimle, sahile gidiyoruz.”
Sesini çıkarmadan beni takip edtmeye başladı. Bir süre sonra dayanamayıp sordum:
“Teğmen, sana anonslar yapıldı, uçaklardan bildiri atıldı, hatta savaşın bittiğini söylemek için bir grup bile gönderildi. Niye savaşmaya devam ettin?”
Durdu. Yere bakıyordu.
“Teğmen?”
“Albayım...”
Yavaşça başını kaldırdı ve gözlerimin içine meydan okurcasına baktı:
“Albayım, siz niye teslim oldunuz?”
YORUMLAR
Çok etkileyici bir yazıydı.Aklıma uçaklarıyla harakiri yapan pilotları getirdi.Bir zamanlar ,Tv de saçma sapan dizilerin olmadığı zamanlarda, 2nci Dünya Savaşı belgeselleri seyrederdik.Ne günlermiş ;hem onlar hem de bizler için.
İlhan Kemal
Yeşilvadi
Okuması rahat ve keyifli bir öykü. Teğmen ve albay ilişkisi..
Üstelik düşündürücü, tebrikler. sevgi ile...
İlhan Kemal
İlhan Kemal
Okuduğunuz ve yorumladığınız için teşekkür ederim. Saygılarımla.
İlhan Kemal
Amerikalılardan bahsediyoruz yüzbaşım. Ölümden ölesiye korkarlar
isimlerde karışıklık çıkmış, savaş haline saydım. :) Yukarıdaki tespitin doğru oluşu bir yana kurgudaki yeri ve ansızın söylenmesi çok şık durmuş.
İlhan Kemal
Her iki taraftan da ayrı düşündürebilen güzel öyküydü.Yüreğinize saglık.Saygılarımla...