- 600 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
KÜÇÜK MEHMET'in SIRRI - II
- SÜRPRİZ -
O hafta sonu kar yerden kalmamış ve aralıklı olarak, yağmaya devam etmişti. Tüm mahalle çocukları, kar oynamaya çıkmışken, küçük Mehmet evde oturup, kah dersleriyle ilgilenerek, kah kardeşleriyle oynayarak, vakit geçirmişti. Ancak iki huzurlu gün çok çabuk gelip geçmişti.
Pazar gecesi “Off!.. Allahım ya!.. Yarın ben ne yapacağım diye ” kara düşüncelere dalmışken birden, babaannesinin giydiği, altı kösele ev ayakkabıları ilişti gözüne. İşte o an bir şimşek çaktı beyninde. Hemen yerinden kalktı ve gidip kenarları deliklerle işli ev ayakkabılarını aldı eline. Galiba yine bulmuştu bir çare derdine.
Evirip, çevirdi ve altına – üstüne şöyle bir baktıktan sonra bir de ayağına geçirip test etti. Biraz bol gelmesine rağmen, yün çoraplarla birlikte pekala giyilebilirdi. Üstelik babaannesi halasına gitmişti ve daha uzun bir süre onları ziyarete gelmezdi.
Ayakkabıları alıp, doğruca odasına gitti ve yatağın altına sakladı. Kar yağdığından beri ilk kez, bu kadar huzurlu hissediyordu kendini küçük Mehmet. Pijamalarını giyip, sevinç içinde kardeşiyle paylaştığı yatağın içine daldı. Sıkıca sarıldı Ahmet’e ve mutlu bir şekilde uykunun kollarına teslim etti kendini.
* * *
İstanbul’un göbeğinde, dededen kalma, bahçeli, müstakil bir evde yaşıyordu Mehmet ve ailesi. Kendisinden başka iki erkek ve bir kız kardeşi olduğu gibi, beşincisi de yoldaydı. Tır şoförlüğü yapmakta olan babaları, günlerce gurbet yollarında direksiyon sallayarak geçindirmeye çalıyordu ailesini.
Memleketin uzayıp giden çileli yolları yüzünden ayda bir veya iki kere ancak görebiliyorlardı yüzünü. Fedakar babaları, elinden gelen gayreti gösterip, çok çalışıyordu, çalışmasına ya… Yetmiyordu, yettiremiyordu yine de. İlle ki bir şeyler eksik kalıyordu.
Hepsi farkındaydı, zor günler geçirdiklerinin, ama sanki tembihlenmişler gibi büyük bir olgunlukla, o lazım bu lazım diye sızlanmıyorlardı hiçbir konuda. Öyle büyük bir sevgi vardı ki mütevazı evlerinde, onlar fakir olduklarının farkında bile değillerdi. Bu kelime, bir gün bile girmemişti evlerinden içeri.
Mehmet, pazartesi sabahı, yine sessizce kimseyi uyandırmamaya gayret ederek, yataktan kalktı. Kardeşlerinin gittiği okul çok yakındaydı, kendisi gibi öyle sabahın köründe kalkmaları gerekmiyordu. Hele bazen, beş dakikalık fazla uyku bile ne tatlı geliryor insana, iyi biliyordu.
Annesi de son zamanlarda erkan kalkamaz olmuştu. Dört çocuğun ihtiyaçlarını yetiştirmek için gün boyu koşturup helak olması bir yana, doğumu yaklaştığı için, son günlerde zor kaldırır olmuştu yastıktan başını. Parmak uçlarına basarak pencerenin önüne yürüyüp, dışarı baktı. Yerde kar varmış ne gam! O nasılsa bir çözümünü bulmuştu.
Sevinçle üzerini değiştirdi. Daha önce elerine eldiven yaptığı el örgüsü yün çoraplarının hakkını vererek, bu kez gerektiği gibi, ayaklarına giydi. Babaannesinin, ev ayakkabılarını çıkarttı yatağın altından. Bir kere daha tabanını çevirip baktı ve elinin tersiyle altını tıklattı birkaç kez. “Taş gibi, maşallah!” diye güldü kendi kendine.
Gerçektende bu kalın yün çoraplarla tam olmuştu ayağına. “Oley!.. Be.. Bugün de yırtık” diye sevinç nidaları atarak mutfağa koşturdu ve ne bulduysa biraz atıştırdıktan sonra, çantasını kaptığı okulun yolunu tuttu.
* * *
Yine herkesten önce gelmiş, sınıfına girerek, sırasına oturmuş ve ayaklarını sıranın altına gizlemişti. Teneffüs zili çaldığında bile arkadaşlarının tüm ısrarlarına rağmen, “ Yok ben biraz kitaplara göz atacağım” bahanesiyle, gram kımıldamadı yerinden
Ancak eve gitme vakti geldiğinde öğretmen “Hadi bakalım hepiniz evlerinize boşaltın sınıfı” deyince, mecburen kalktı yerinden. kimsenin ayaklarına bakmamasını umarak, arkadaşlarının arasına karışıp, bahçeye çıktı. Tam demir parmaklıklı çıkış kapıya yaklaşmıştı ki,
-Aa!.. Mehmet kız ayakkabısı giymiş! Ha! Ha!. Haaaaaa!.. Kız Mehmet, kız Mehmet ! diye arkasından birinin bağırdığını duydu.
Başından aşağı kaynar sular döküldü Mehmet’in. Hemen durup arkasını döndü. Sınıfın en haylaz ve şımarık çocuklarından Ufuk’tu bağıran. Onun pis şakaları, ona buna durup dururken sataşmaları pek meşhurdu. Hiç bozuntuya vermeden,
-Evet… N’olmuş yani?.. dedi. En azından yırtık, yada delik değil oğlum.
Aslında böyle bağırarak, herkesin dikkatini çekmesine sebep olduğu için onun ağzını burnunu kırmak istiyordu Mehmet. Ama, zoraki de olsa gülümseyip, konuşmasını tamamladı.
-Üstelik, ayaklarım da sıcacık içinde(!)
Tam o sırada şişman Hasan, bitiverdi yanlarında ve Ufuk’un paltosunun yakasına yapıştı.
-Ne biçim konuşuyorsun öyle? Ayıp değil mi? Ha!.. Çabuk Mehmet’ten özür dile… Çabuk diyorum, yoksa !!.
Hasan ‘ın gücü hem ailesinden, hem de iri cüssesinden geliyordu. Bir elini havada yumruk etmiş bekliyordu. Ufuk Hasan’ın böyle hırsla yakasına yapışmasına ve Mehmet’e arka çıkmasına ziyadesiyle şaşırmıştı. Diğer arkadaşları da yanlarına gelip,
-Evet… Ayıp senin bu yaptığın.. Özür dilemelisin Mehmet’ten . Dedikilerinde, daha çok hırslanmıştı.
-Size ne oluyor be!..
Ancak, daha bu sözleri sarf eder etmez, Hasanın gözlerinde kararlılığını görerek, çaresiz, denileni yaptı ve Mehmet’ten özür diledi. Hasan ve Mehmet, her zaman yaptıkları gibi ellerini havada vurup şaklatarak, birbirlerine gülümsedi ve ardından herkes, kendi evinin yolunu tuttu.
* * *
Eve geldiğinde, annesi sevgi ile karşılmıştı Mehmet’ini ve görmezden geldi, ayaklarına geçirdiği, Elmas annenin ev ayakkabılarını. Sabah o giderken, pencereden arkasından bakmış ve içi "Cızzz! " etmişti çaresizliğine, çaresizliliklerine ...
-Mehmet’im hoş geldin, deyip kucakladı çelimsiz oğlunu. Gür dalgalı saçlarını okşayıp, yanağına bir de öpücük kondurduktan sonra,
-Odana bir şey bıraktım senin için dedi. Git, bak bakalım beğenecek misin?
Çok merak etmişti Mehmet. “ Ya!.. “ diye bir çığlık atıp, ne olduğunu bile sormadan, koşturdu odasına.
Gözlerine inanamadı Mehmmet’cik. Çalışma masasının üzerinde bir çift siyah lastik bot duruyordu. Sevinçle atılıp aldı botları masadan. Hemen ayağına geçirip, tekrar koşturdu annesinin yanına. Sımsıkı sarıldı, ona ve gelecekteki kardeşine.
-Teşekkür ederim anneciğim. Çok teşekkür ederim.
Genelde “Lağımcı Çizmesi “ diye anılan lastik botlara ne de çok sevinmişti. Lastik – mastik, pek ala bottu işte. Ertesi sabah, yün çoraplarıyla ayağına geçirdiğinde mutluluktan ağzı kulaklarına varıyordu küçük Mehmet’in.
Bu kez normal saatinde gitti okula. Birileri görecek de laf söyleyecek diye ne sıranın altına sakladı ayaklarını, ne de eziklik hissetti kendinde. Öyle mutluydu ki, dünyanın en pahalı botları vardı sanki ayaklarında. Ders zili çalıp, öğretmenleri sınıfa girdikten, kısa bir süre sonra, sınıfın kapısı tıklatıldı.
-Girin!.. diye yüksek bir sesle konuştu, Nevin öğretmen. Dersin bölünmesinden hiç hoşlanmazdı çünkü.
Gelen müstahdem Dursun efendiydi. Öğretmen şaşkın bakarken, ses tonundan hoşnutsuzluğunu anlayan Dursun efendi, bir eliyle ceketini iliklemeye çalışarak,
-Efendim, Müdür bey, öğrenciniz Mehmet’i odasına bekliyor, dedi. Hoca hanımdan izinle git, al getir odama, diye emir buyurdular.
Nevin öğretmen, hemen Mehmet’e dönüp, sordu.
-Hayırdır Mehmet!.. Niye çağırıyor seni müdür bey? Bana söylemek istediğin bir şey var mı?
Mehmet de en az öğretmeni kadar şaşkındı.
- Hayır efendim, dedi. Hiçbir fikrim yok !
Bunun üzerine öğretmen, eliyle saçlarını şöyle bir geriye atıp
- Eh!.. Madem öyle, git öğren bakalım, niye çağırmış müdür bey zatialinizi...
* * *
YORUMLAR
Tv kanalında yeni başlayan bir dizi gibi. Tazeliği ve canlılığı çekiyor insanı. Hemen ikinci bölüm gelsin diye bekliyorsunuz. Özellikle konuşmalardaki doğallık ve abartıdan kaçınma okuyucunun ayaklarının yere basmasını sağlıyor. Tebrikler, yine güzellik yaşattınız doyasıya.
Billur, niye çağrıldı şimdi Mehmet? Şımarık çocuk yüzünden fırçamı yiyecek, yoksa iyi niyetli bir veli bir çift bot mu aldı? Yarına kadar çatlarım ben şimdi. Ne yalan söyleyeyim yazının sonuna nasıl geldiğimi anlamadım. Anlatımın ve kurgun çok güzel. Tam puanlık bir yazı.
Tebrikler........sevgimle