- 977 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
İstanbul’dan Çanakkale’ye Seyr ü Sefer
Kış biteli aylar olmuştu; ama hâlâ içimde yaşıyordu sanki bu soğukluk. Ve ne zaman içime dokunacak olursam, onu hissediyordum hemen.
Şimdi, koca bir yaz mevsimi. Kapıda bize gülümseyerek –sırıtmak değil- hunharca merhaba demişti. Daha hazır değildik bu mevsime. Hazır değildim. Yaz aşkları gibi çabucak biter mi, bilmiyorum; ama şuan yaz ve ben yine derin düşüncelerdeyim. Tek bildiğim bu.
Ne zaman yaz gelse, hiç tanımadığım bir hüzün sarar beni, bırakmaz günlerce. Ağırlaşırım kendime mesela, sinirlenirim en olmadık yerde, bağırırım kendime, kızarım. Elimden bir şey gelmediği için de biçare susarım öylece.
İstanbul yoğunluğunun altındaki o soğuk gürültüsü beni çok yormuştu. Bir an önce bu şehirden uzaklaşıp kaçmam-gitmek değil- gerekiyordu. Özleyeceğimi bile bile hem de bunu istiyordum; çünkü daha önce de böyle olmuştu bana.Hatırlıyorum.
Ayrılırken özlüyorum bu şehri.
Sevgilisinden ayrılmış bir budala âşık gibi, o derece özlerim. Hani bazen bir şeye ad koyamazsınız ya, işte öyle bir şey.
Zaman böyle akıp giderken, 17 Temmuz 2011 gecesi, kendimizi Esenler Otogarı’nın o umut dolu ışıkları altında bulduk. Karanlıktı etraf ; buna rağmen bulunduğumuz yer, o kadar ışıl ışıldı ki, sanki bir şeyler anlatıyor da anlamamamız için oraya yuvarlanmıştı çöpçüler tarafından. Ama karanlığı içten içe seyretmek bir başka duygu olduğunu, o an yine anladık hep birlikte.
Biz, altı öğrenci, otobüsümüzün hareket edeceği perona doğru yol alırken, bir yandan sırt çantalarımız, bir yandan da insanlar… Öylece aktık. Önce birkaç dakika bekledik tabiî, her zaman bir şeyleri, birilerini bekler gibi.Yine bekledik. Beklemenin o egzotik tadı, bambaşka olur böyle durumlarda.
...
Ve hareket zamanı geldi, bize ayrılan koltuklara doğru yelken açtık, kim kiminle oturacak,diye tartışmasına girdik. Hani hepimizde aklı başında delikanlılardık, neyi paylaşamadık inanın anlamadım.Ama tartıştık işte. Bazen sebepsiz tartışır ya insan,öyle bizimkisi de…
Araçta bizden hariç başkaları da vardı – hususi aracımız olacak kadar zengin değildik ne yazık ki- ve onların gözleri hepimizin üzerindeydi, acaba bunların amacı ne, diye derin bakışlarla hem de. Bizde bakmamaya çalışırdık, hiçbir şeyden bihaber. Onlara inat.
Her şeye rağmen koltuklarımıza oturduk, kim kiminle oturdu, hiç önemli değil. Bir insanı tanımak istiyorsan, ya yolculuk edeceksin, ya da …
Yolculuk etmek…
Altı saatlik bir yolculuğumuz başladı. Yolculuk yaparken, yapmak istediğim en güzel şeylerden bir tanesi, sevdiğim bir yazarın, bir kitabını eline alıp, okumaktır.Ve ben öyle yaptım, daha evvel de yaptığım yolculuklarda olduğu gibi.
Okumak, okumak, okumak…
En nihayet, geçilmeyen kutsal toprak olan, Çanakkale’deyiz. Ama durun o da ne? Tam karşımızda elinde bir tüfenk ‘Dur Yolcu!’ diye seslendi. Hemen akabinde ‘Bilmeden Bastığın Bu Yer Bir Devrin Battığı Yerdir’, nidaları kulaklarımıza dokundu. Ne diyebiliriz ki, susmaktan başka. Böyle durumlarda susmak en doğrusudur,belki de. Kaybettiklerimizi hatırlatır buna benzer sesler.
Niye yaptı şimdi bunu? Ya da ne önemi var ki, öyle değil mi?
Çünkü hatırlatması gerekir bazen birileri geçmişimizi, tarihimizi, aksi takdirde unutmak kaçınılmaz olur bu değerleri. Kaybeden bizler oluruz, her zaman olduğu gibi.
Eceabat’ta bindiğimiz vapurla karşıdan kaşıya geçtik, bir yandan güneşin sarımsı ışıkları bir yandan da henüz uyanmamış balıkların nefes alıp verişleri…
Dalgalar eşliğinde yaklaşık yirmi dakika denizin ortasında rüzgâra bıraktık yüzümüzü. Ellerimizi semanın o eşsiz beyazlığına doğru açarak Fatiha’ya sürdük ağızlarımızı. Öyle ki, on binlerce şehidin ruhları bizimle birlikteydi. O derece dokunurken varlıkları, açmadan olmazdı ellerimizi.
Her şeyi geride bırakmıştık artık: İstanbul, Trakya, Eceabat, Boğaz, şiir, Aşk…
Geleceğimizi duymuşlar da, o yüzden herkes bir yerlere saklanmıştı sanki. Etrafta sokak kedilerinden başka hiç kimsecikler – cik eki böyle durumlarda anlam kazanır - yoktu. Biz buradayız, yetmez mi, der gibi baktılar gözlerimizin içine. Bakıştım onlarla. Öyle ki kediler, kendinizi yalnız hissettiğiniz anda çıkıverirler karşınıza. Bunun için değil mi zaten biraz da kediler?
Kordon boyunca yürümeye başladık. Hemen sağ tarafımızda tarihe tanık olmuş, devasa Truva atıyla karşı karşıya kaldık. Tarihe tanık olmuş, dedim ya, gerçekten de öyle bir şahitlik…
Bir de Truva filmiyle Holywood’a adım atıp, Brad Pitt ile de tanışarak ününe ün katmıştı. Bir çok artistimizin ütopyası olan Holywood’a girmeyi başarmıştı.Daha ne olsun.
Boğazın serinliği hâlâ yüzümüze vururdu.
Böyle akıp giderken zaman ya da hayat.
Ertesi gün yola koyulmak için küçük hazırlıkları yaptıktan sonra, hemen attık kendimizi dışarılara. Kaldırımlarda yürürken, nedense yine Necip Fazıl’ı hatırladım. Tek fark, güneşi yaşamamızdı o an. Oysa gece olsaydı, daha bir karanlık ve daha bir şiirsel hava katardı.
Misafir umduğunu değil,bulduğunu…
Şehri tam ortadan ufuk çizgisi gibi ikiye bölen ‘Sarı Çay’ı geçtik. Kayıklar, dün geceden –belki daha uzun bir süre- beri molaya bırakılmış, ziyafet çekmişlerdi sanki denizle. Sarı Çay demelerinin sebebi ise, sanırım biraz da sarılığından ötürü; çünkü Boğazın beyaz suyuyla öpüştüğünde çay, karşımıza şöyle bir renk dalgası çıktı: sarı,beyaz. Sarı kırmızı bekleyenler yanıldı değil mi?
Bir yandan pazarda insanlar, ekmek parası peşinde koşturmaca içerisindeyken, biz turistler gibi, gezi adı altında, biraz daha hoyratça hızlı adımlar attık geçmişe. Biraz da tanınmamanın getirdiği rahatlık.Özgürüz, yakarız burayı, gibi havamız da cabası. Sus, diye cetvelli öğretmenlerimiz de yoktu ve sessiz olun bebek uyuyor diyenler de.
Etrafa bir yabancı gibi değil de, bir yabancıya bakar gibi baktık.
Bazı şehirleri sadece anlatarak bitiremezsin,zaten anlatmak yetmez. Oraya gidip havasını ta içine çekeceksin ve dokunacaksın o gizil tarihine; ancak o zaman kendini bırakır sizlere. Çanakkale de öyle bir şehir işte. Girilmesi, geçilmesi çok meşakkatli bir şehir. Bu hepimizce malum aslında. Dolayısıyla içine girmek için de ayrı bir çaba göstermen gerekir.
Şehrin merkezine vardığımızda, Çanakkale Saat Kulesi’ne başımızı kaldırdık. Bu saat Sultan II. Abdülhamid döneminde 1897 yılında yaptırılmıştır. Çanakkale’de limanın hemen yanında yer almaktadır.Her şeye hazırlıklı,çıplak duruşuyla bekliyor orada.Ve şehre öyle bir hava katışı var ki, bütün hatıralar canlanır adeta.
Zaman, insan, hayat, birbirini tamamlamaya çalışır altında bu saatin. Hemen yanında da Anzac Hotel’i yer almaktadır, feribot iskelesine 50 m. uzaklıkta kalır. Bir yandan zamanı yaşayıp, bir yandan da boğazda yüzen gemileri izleyerek,keyifli saatler geçirebilirsiniz burada.
Saatin altında zamanı demlenmeye bıraktıktan sonra, yolumuza kaldığımız yerden devam ettik. Bu sefer ‘Çimenlik Kalesi’ nin bizi beklediğini duyduk,bekletmeden hemen hızlı adımlarla yürüdük. yüz-iki yüz metre aşağıdaydı zaten. Boğaza nazır, görünümüyle herkesi kendine âşık etmeyi başarabilmiştir.
Dolmabahçe’ ye, Çırağan’a benzer bu yanıyla. Hatta Çanakkale’nin, o kadar ortak yanı var ki İstanbul’la, anlatsam inanmayacağınızı bildiğimden vazgeçiyorum hemen anlatmaktan.
Gidip görmek gerekir.
Görenler bilir.
Çimenlik Kalesi, açık hava müzesi görünümü verir daha çok. Kalenin içinde Atatürk’ün Conkbayırı’nda, gözetleme yerinde çekilen orijinal fotoğrafı ve çekilen fotoğraf makinesi de gözlerimizin içine bakardı. Yine tarihe tanık olmanın heyecanıyla biraz daha daldık o günlere. Daha sonra kendimizi bahçeye attık tekrar.
Kalenin bahçesindeki toplar tarihe tanıklığının habercisi. Öyle duruşları vardı ki topların…Fransız, Alman ve Türk yapımı toplar, birbirlerine bir şeyler anlatırken yakaladık; duyamadık maalesef,acaba ne fısıldadılar?
18 Mart 1982’de Çimenlik Kalesi içinde demir atan Nusret Mayın Gemisi’ne hızlı adımlarla yürüdük. Bizzat yaşamak istedik tarihi.
Geminin içinde o dönemden kalma eski fotoğraflar, gazete yazıları ve daha bir sürü şey mevcut.
Sonra yönümüzü Bankalar Caddesine doğru çevirdik, birkaç metre sonra sol tarafımızda Tavil Ahmet Ağa, yani diğer bir ismiyle ‘Yalı Camii’ne vardık. Bu camii, adından anlaşacağı gibi Tavil Ahmet Ağa tarafından yaptırılmıştır. Camii’nin yanması üzerine 1854 yılında Miralay Halil Bey’in gayretleriyle yenilendiğini bilahare kaynaklardan öğrendik.
Geride bırakırken Camii’yi, hemen önümüzde Çanakkale Türküsü’nde de ismi geçen o tarihi çarşı, yani ‘’Aynalı Çarşı’’ ya yol aldık. Aslında o türküdeki gibi merak uyandıracak bir görünümü yok: zaten restore edildikten sonraki halini de görünce çıplak gözlerle, abartmamakta haklı olduğumuzu gösterdi bizlere. Ancak her şeye rağmen, tarihin izlerini taşıdığından, soluklanmak gerektiğini düşündük içinde.
Hemen girişindeki, kocaman olmasa da, iki büyük aynadan, çirkin yüzlerimize bakma şerefine de nail olduk. Olsun, çirkinlerin de tarihi var, dedik ve devam ettik seyir defterimize kaldığımız yerden.
Bu çarşı 1889 senesin de Yahudi İlya Halyo tarafından yaptırılmıştır; ancak daha eski kaynaklarda adının geçmesi, onardığını söyleyebiliriz sadece.
Belediye çalışmalarından ötürü, etraf toz-duman içindeydi. Bir sene önce, yürüdüğümüz o caddeler, o sokaklar Afrika’daki sokakları andırmıştı daha çok. Ancak bir sene içinde kaldırımlar yenilenmiş ve de daha temizdi. Binlerce turist çeken bir yer olarak az bile,bütün bunlar.
Mesela iskele de yenilenmiş, hemen iskelenin yanındaki hediyelik eşya satan mekanlar kaldırılmış.Nereye kaldırıldı bilmiyorum; ama şehir nefes alacak bu sayede onu söyleyebilirim. Ayrıca şunu da söylemeden edemeyeceğim: akşamları kordonda yürümek baya güç oldu; çünkü her yer karanlık ve ışıklandırma sistemi de yeterli değildi. Ay ışığı da olmazsa hani, insanlar, el fenerleriyle neredeyse dolaşacak,o derece kötü bir ışıklandırma sistemi.
- Buradan duyurulur yöneticilere!-
Aynı güzergah üzerinde Tarihi Çanakkale Hamamı bize gülümsedi.Bizde o ana kadar sakladığımız gülüşleri oraya bıraktık ve devam ettik.İçeriye girip,içimizde biriken tozları atmak isterdik; ancak öyle bir sıcaklık vardı ki,bırakın içeri girmeyi, bakmaya bile gücümüz yoktu.Hamama giren terler,diye biliyordum; Hamama bakan terler,diye değil.
Ne yazık ki,biz bakarak terleyenlerdendik.
Geceye gözlerimiz bıraktıktan sonra, hemen bir sonraki gün,kaldığımız,terlediğimiz yerden başladık seyrimize.
Bu sefer iki kişiydik,geri kalanı,başka şehirde nefes almayı tercih ettiler..Evet, şehrin merkezinden,yönümüzü sağa çevirdik, Esenler Mahallesi’nde bulunan Özgürlük Parkına çıktık.Oradan çayımızı yudumlayarak,boğazı seyretmeye,denizi dinlemeye koyulduk. Gemilere el salladık biraz da,bizi unutmayın diye…
Neredeyse bütün günümüzü burada demlenerek geçirdik, bir yandan da yâr’in sesine dokunarak daha da kutsallaştırdık/m. Betimleme yapardım,iç sesimle…
Gece…Bitti.
Bir sonraki gün,daha çılgındık,daha farklı bir şey yapmalıyız,diye anlaştık arkadaşlarımızla. Hani ilk gün geldiğimizde,bize dur,diyen asker vardı ya,işte oraya gidip demlenmek istedik. Tam oraya değil belki,ama çok yakınına gidip,kulak verecektik.Belki o zaman duyar ve kendimize geliriz.Belki de anlatacağı çok şey vardı bize.
Vapura binip, Eceabat’a geçtik,oradan da yarım saat arayla hareket eden dolmuşa binerek,düşündüğümüz yer olan Kilitbahir’e yola koyulduk. Ama ilk önce Kilitbahir Kalesi’ne uğramak istedik,ancak ne yazık ki geç kaldığımızı öğrendik daha o an; çünkü kapanış saatine denk gelmiştik.
Neden hep bize denk gelir ki bu tür şeyler,bilmiyorum.
Bizde madem öyle,hadi hep birlikte tepedeki çay bahçesinde, çayımızı içip,seyre koyulalım kaleye doğru.Öyle yaptık.
Kalenin tarihine şöyle bir bakacak olursak:
1452’de İstanbul kuşatması esnasında Roma’dan gelecek olan,Papalık Donanması’nın Bizans İmparatorluğu’na yardım etmesini önlemek amacıyla ( bilindiği gibi İstanbul’da, Rumeli Hisarı’nın yapılış sebebi de bu) Fatih Sultan Mehmet tarafından Çanakkale’nin karşısındaki Kilitbahir köyünde yaptırılmıştır. Kale, iç ve dış sur duvarlarından ve avlu içinde 7 katlı üçgen bir kuleden oluşmaktadır. Kuşbakışı olarak seyrettiğinizde karşınıza yonca olarak çıkıverir. Uzaktan bakıldığında,sapasağlam görünümünü verir size; ama yakınına gittiğinizde ise içinde derin yaralar barındırdığına şahit olursunuz ne yazık ki. Hep böyle değil mi zaten?
Zaman, alır sizden bütün bunların yükünü. Bir gün.
Yaklaşık bir saat, yokuş yukarı çıktıktan sonra kendimizi o askerin yanında bulduk.O kadar yakındık ki, uzatsak ellerimizi yanacaktık,o derece yakındık.Çanakkale’yi ayaklarımızın altına alıp,bilahare seyrettik çırılçıplak soyarak gözlerimizi.
Bu şehri seyredebileceğimiz en güzel yer,işte tam burasıydı.Ve bizler tam ortasındaydık oranın.Aya adım atsaydık,ancak bu kadar sevinirdik.
Gözlerimiz boğaz’da balıkları aradı,aramızdaki mesafeye aldırmadan.Gemiler, yolcularını bizden habersiz,alıp götürdüler uzaklara ve bizde kız kulesine selamımızı gönderdik o gemilerle.
Ama yine de ‘ah o gemide bende olsaydım’ şarkısına dokundu daha çok dudaklarımız.Güneşin batmasına ramak kalmıştı,her yer sapsarıydı.Avuç içlerimize aldık güneşi ve dondurduk o kareyi, elimizdeki dijital fotoğraf makinesiyle. İleride bir gün hatırlamak için...
Ve karanlık çökerken,biz de çıktığımız gibi inmeye başladık.Karşımıza çıkan, yüz hatları yumuşak,gözaltı çizgileri yaşanmışlıklarının ağır yükünü taşıyan yaşlı bir amcayla yapılan, içine sevgi karıştırılmış bir sohbetten sonra,Çanakkale’ye, merkeze yol almak üzere Deniz motoruna bindik…
Yorgun ayaklarla eve girdikten sonra, kendimizi ödüllendirmek için soğuk bir duşa bıraktık bedenlerimizi. Gece, çoktan gece yarısını bulmuştu,artık uykuya bırakmanın zamanı gelmiş,geçmişti bile…
Uyuduk, uyuduk, uyuduk…
Gözlerimizi açtığımızda da, kendimizi Esenler Otogarı’nda sırt çantalarımızla eve doğru adım atarken gördük.
Sahi bütün bu yaşanılanlar,anlatılanlar bir rüyâdan mı ibaretti yoksa?
Buna rağmen, o rüyâyı tekrar görmeye var mısınız hep birlikte?
Temmuz/Ağustos 2011
YORUMLAR
(:
başlamışken okumaya devam. başka bir hastalık tabi...
Çanakkaleyi iki yıl önce ziyeret etmiştim.
inanılmaz güzellikler yaşamıştık
birde arabayı yol kenarında eğleyip o yüksek yamaçtan kocaman yılan deliklerine inat denize koşmam yokmuydu..(:
illede o suya dokunucam ya
kimi duyarki kulaklarım...öyle hüzünlü öyle yalnız ve öylesi içli bir gelindiki çanekkale
yalnızca rüzgarı ve denizi bakıyordu yüzüme....
şehitler diyarına fatiha
saygılar paylaşım için
geçte olsa
geçmişte olsa teşekkürle....
Mehtap S.Hümeyragül DALLI tarafından 11/1/2011 1:22:44 AM zamanında düzenlenmiştir.
Mutlaka gitmek isterim. Hep istiyorum, bir türlü icaata geçemedik.:(
Nefis bir gezi yazısı olmuş. Zamane Evliya Çelebi' si diyesim geldi sana.
Yer yer esprilerle süslenmiş ve bilgi harmanı oldukça geniş birisin zaten, bu da ispatlamış kendini.
Hülasa çok beğendik, bir daha gitmek isteriz mutlaka.
Nebiha Muradî tarafından 8/19/2011 1:10:58 AM zamanında düzenlenmiştir.
Harika bir deneme yazısı sanki oradaydım....
Otobüse binince yer kavgasına tutuşanları düşündüm kardeşimle benim pencere kenarı kavgalarımız geldi...
Çanakkale'yi sanırım seyehat listeme aldım...
Gezi yazıları Edebiyatın çok ayrı bir alanı ki bunu gerçekten yapabilen memleketinin tanıtımı adına çok değerli imzalar atandır bence...
Teşekkürler Harun ve elbette tebrikler...