- 805 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
HAMAL (9. Bölüm)
6 Nisan 2010, Ayvalık
Yatakta öylece uzanmış dik dik tavana bakıyordu, içinden kalkmak hiç gelmese de buralara kadar sırf pineklemek için gelmediği kararına vardı. Yaptığı hiçbir şeyden öyle eskisi gibi zevk almasa da farklı şeyler yapmayı hep sevmişti; yine de bir şeylerin eksikliğini ta içinde, hep içinde hissedecek, kahkahalarla güldüğü zamanlarda bile o acı derinlerinden kıpırdanarak kalbine ve beynine ulaşacaktı. Yatağında bir iki kıpırdandıktan sonra kalkıp balkonda bir sigara içmeye karar verdi. Önce banyoya uğradı; elini ve yüzünü yıkaması, damağındaki pası çalkalayarak çıkarması gerekiyordu. Perdeyi araladığında muhteşem bir deniz manzarasıyla selamlaştığında ödediği fazladan ücretin buna değdiğini düşündü. Belki o manzaranın büyüsü bozulmasın diye ya da sadece hala kendini yorgun hissettiğinden ağır hareketlerle, usulca kapıyı araladı ve balkona çıktı. İnceden esen serin rüzgarla bir an ürperse de içeri dönmeyi düşünmedi; sigarasını yaktı ve kara parçalarının –ki bir kısmı adalara aitti- girinti çıkıntı yaptığı maviliği izlemeye koyuldu.
Gördüğü bu kara parçalarının ne kadarı ülkesine aitti? Hayatının ne kadarı kendisine aitti; isteyen istediği zaman çıkıp gitmiyor muydu hayatından, sevgilileri de böyle yapmamış mıydı? Elinde ne kalmıştı? Amcasından devraldığı şirketi ulusal çapta başarılara taşımış bir inşaat mühendisiydi, genç yaşta çok paralar kazanmıştı ama istediği her şeyi elde edebilir miydi bunlarla? Bir şeyler hep eksik kalacaktı artık, paranın satın alabileceği şeyler bu eksikliği asla gideremeyecekti ki… Beyninde çalmaya başlayan şarkıyı hiç itiraz etmeden dinlemeye koyuldu sigarası da nefes nefes tükenirken : Eksik bir şey mi var hayatında, gözlerin neden sık sık dalıyor?...
Ne çok dinlemişti Ezginin Günlüğü’nün bu şarkısını ve ne çok karşılaşmıştı bu soruyla… Hep başka şeylerden bahsedecekti bu eksikliği bilmeyenlere verdiği cevaplarda ve içindeki eksikliği kendine saklayacaktı. ‘’Zamanla geçer’’ telkinlerine öylesine inanmıştı ki, daha çok acı çekiyordu içindeki o boşluk günden güne büyüdüğünde…
Birden bıçak gibi kesti düşünmeye başladıklarını, yine kendinden kaçarak bugün neler yapacağını planlamaya başladı. Önce duş alıp bir kendine gelecek, sonra dışarı çıkacak ve sahil kenarındaki kafeteryalardan birinde kahvaltı yapacaktı, saatine baktı; vakit öğle yemeğini bile geçmişti ama planında değişiklik yapmayacak ve güne mükellef bir kahvaltı ile başlayacaktı. Sonra arabasına atlayarak Şeytan Sofrası’na gidecek ve gün batana kadar orada manzaraya dalacaktı yanına dört şişe –asla fazlası değil- alarak… Sonra oteline dönecek, tekrar duş alıp temiz ve daha şık kıyafetlerle Cunda Adasına gidecekti, orada yapacak bir şeyler bulunurdu nasıl olsa; sonrasını planlamadı.
Şeytan Sofrası, bir cennet! İnanılmaz, akıl almaz bir manzara… Denizin karaya usul usul sokulmaları, bir de gün batımı… Güneşin bir bukalemun gibi renk değiştirmeleri, güzelliğine dayanamayıp denize sokulmaları ve denizi o anki rengine boyamaları; denizin karşı koymaları… Büyülenmiş ve adeta kendinden geçmişti biraz da alkolün etkisiyle… Ağır adımlarla yürümüş ve her açıdan izlemişti bu manzarayı. Gökyüzü iyice griye boyandığında biraz da acıktığını hissederek geri dönmeye karar verecekti.
Oteline döndü, ılık suyla hızlıca bir duş alarak üstünü kuruladı. Kendine gelmişti, niye kendini kaybetmiş miydi? ‘’Keşke’’ dedi içinden. Siyah bir gömlek giydi ve altına krem rengi keten bir pantolon. Sağ bileğinde gümüş bir bileklik ve sol kolunda metalik siyah bir saatle tamamlayacaktı bu şıklığı. Kulaklarının arkasından ensesinde son bulan düz ve koyu kahverengi saçlarını arkaya doğru taradı. Bağcıksız siyah spor ayakkabılarını giyerek dışarı çıktı. Cunda’ya vardığında saat yirmi ikiye geliyordu. Biraz daha erken gelseydi daha çok taksi dolmuşun bekleme yapacağı küçük meydanın uygun bir yerine arabayı park ederek yürümeye başladı Arnavut taşlarla döşenmiş dar sokaklarda. Tahmin ettiği gibi açık mekanlar vardı, kiminden alaturka nağmeler, kimindense gürültülü şarkılar yükseliyordu. Önce bir dolaşmaya karar verdi, gece uzundu! Yürüdü sardunyaların süslediği o sokaktan ileriye doğru, sokak kedilerinin sebeplendiği su ve yemek kaplarını gördü kenarlarda. Ne güzel bir yerdi burası böyle, geçen sene hiç fark etmemişti bu güzel ayrıntıyı, üzüldü.
Ne kadar yürüdüğünü bilmiyordu şu an arabasının yanından geçiyordu, tekrar meydana çıkmıştı; demek ki fark etmeden bir yay çizmiş ve başladığı noktaya dönmüştü. Başka bir girintiden tekrar dar sokakların içine girdi. Çok yürümedi, bir ses duydu; o sesi takip etmeye karar verdi. Belli ki sahnedeki kadın ’ ’İspanyol Meyhanesi’’ni söylüyordu çünkü ‘’Daha içelim hey!’’ diye haykırıyordu, bu davete riayet etmeye karar verdi. Sese doğru yürüdü. Ses şimdi bir kapının eşiğinden kendisini içeri buyur ediyordu, durdu. ‘’Hayat Bahçesi’’ yazıyordu kapının üstünde. Ses birkaç kez ‘’İçelim, içelim…’’ dedikten sonra aniden kesildi. Davet artık geçerli değil mi diye düşünürken aynı sesin başka bir şarkıya geçtiğini fark etti: ‘’Bir kıvılcım düşer önce büyür yavaş yavaş, bir bakarsın volkan olmuş yanmışsın arkadaş…’’
Basamakları çıktı, eşikten içeri girdi. Yaşlı sayılmayacak kızıl saçlı –belli ki boyatmıştı- bir kadın karşıladı ve iki kişilik küçük masalardan birine kadar eşlik etti. Dalgalı koyu siyah saçlı, orta boylu ve düzgün vücut hatlarına sahip henüz kırkına varmayan bu kadının gözaltlarındaki çizgiler de neydi? Sonradan öğrenecekti; adı Füsun’du.
______________________________________________________________________________
Resim : Ayvalık, Şeytan Sofrası’nda gün batımı