- 884 Okunma
- 7 Yorum
- 0 Beğeni
Kitap...!
Sadist duygularımızın esiri olup, insancıl duygularımızdan uzaklaştığımız ve kurallarımızı Tanrı’laştıran bürokratik bir hayatta, insan hayatın daima ikinci planda olduğunu unutmak basit bir şey mi? Bunun kitaplarla ne alakası olduğunu düşünebilirsiniz tabi ki! Fakat düşünmek hiçbir mezalimin acılarını hafifletmiyor. İnsan hayatının ikinci planda kaldığı ve sayıldığı bir ortamda, kitapların kaçıncı basamakta yalnızlaştırılmaya çalıştığını da bir zahmet muhakeme edelim.
Kitaplar, kitaplar ve yine kitaplar. Bize yol göstermek için Yaratıcı tarafından verilmiş bir tür mükâfat. Ne zaman sonu gelir bilinmez ama kitaplar yaşamlarımız arasında insanlar için bir uzuvdur. Bunu, yokluğunda daha iyi anlayabiliriz. Şimdilik imkânlarımız mevcut iken düşünmemiz zor oluyor. Kişiliksiz ve ideolojik oyunlar içerisinde kendi fikirlerini insanlara sunmak için sırada bekleyenlerin kitapları hariç, her kitap zannımca okunmaya layıktır. Aslında kitabın başlı başına bir tanımı da yoktur ve bu yüzden her kitap okunabilir payesi taşır. Bunlar beynin kör noktası etrafında parçalanacak ve silsile halini almış görüntülerin şematik benzerliğinden kaynaklanır. Yani, düşünmemizi sağlayacak temellendirme ölçütlerimiz kitabın okunma veya okunmamasını sağlayacaktır. Ama bu gerçekten önemli değildir, önemli bir ölçüt materyali olması için gelişmemiştir. Sadece vardır. Bu yüzden nice edipler dahi kitabı tanımlarken susmuşlardır. Gevezelik yapma görevini bize bıraktıkları için müteşekkir olmalıyız.
Yazılmış ya da basılmış yaprakların bir araya getirilmesiyle oluşan dergiye kitap deniyormuş. Müthiş zenginlikte basılmış Türkçe sözlüğümüz söylüyor, ben değil. Ne kadar da güzel bir tanım değil mi? Bu kadar basit yani. Ama düşünmek istediğim ve kendi kendime çözüm bulmak istediğim mevzu bu değil! Kitap, aslında hep eskidir. Eski demekle yanlış anlaşılma olmasın, demek istediğim geçmişin acısı, tecrübesi ve zekâsıdır. Bu zamanda yazılabilecek kitaplar güne ışık tutmakla beraber hep eksik kalacaktır. Geçmişi yaşayacak sonraki nesillerin dinleyeceği bir ışık olunur mu bilinmez ama alıntılarla ve başkalarının söylemleri ile yazılacak kitapların gün için bir yararı olmayacaktır. Velâkin bir zaman gelir de eskiyen kitap hükmünü alan ideler hazinesi, insanın birikimleri açısından yol gösterici olursa, o zaman şu anda sıkıntısını çektiğim durumda feraha ulaşmış olacaktır. Çünkü dikkat edilirse, kitap okumadan ve de kitap irdelemesi ayrıntılı bir şekilde irdelenmeden kitap yazanlar çokça bulunmaktadır. Kitap eğer TDK’nin da dediği gibi yazılmış ve basılmış yaprakların bir araya getirilmesi ile oluşan bütün ise, herkes kitap çıkartabilir. Evet, herkesin de hakkı var. Ama dünyada kitleleri arkasından götürebilip de, insanların yaşamları için gerçekten yararlı olabilecek kitaplar hep azdır. Alıntı kaynaklı ve de ezberci soytarılığında yazılmış kimliksiz kitaplar hiçbir kitlenin işine yaramayacaktır. Tabi, eğer popüler kültüre hizmet etmiyorsa!
Büyük adamlarda hata yapabilir, hem de çok defa. Zihnini yormaktan kaçan ve kendi söylemeleri ile ünlü bir yazar hükmüne bürünebilen 3. kalite edebiyatçıların yazdıklarına benzer ifadeleri büyük adamlarda dile getirebilir. Hele ki bizim ülkemizde, sormayın gitsin. İdeolojik fikirlerin zemheri ve loş kulübelerine sığınıp, aydınlanmayı kavgada, şiddette bulan insanların dile getirdikleri söylemlere inanmak zorken, nasıl olurda böyle büyük insanlarında kitapları okunabilir de bize faydası olacak bilgiler edinilebilir? Erichmann gibi olmak kolay, önemli olan öyle bir konumda bürokratik faaliyetleri insanların ferahı için kullanabilmek. Kitapların şiddet zıpkınları arasında kaldığı bu son asırda barışla dolu yeni günlere uyanabilmek için insanlar daha fazla düşünmesi gerektiğini unuttuğu için hep çıkarsız kalıyor ve kendini sarhoş kitapların coğrafyasında buluyor. Esrik zekâsında bir yazar dünya barışı için ne kazandırabilir ki! Diyebilirsiniz bana, sayın saçmalayan, nasıl olurda esrik kitap oluyor ve nasıl olurda bu kitapları okumaktan bıkmıyoruz ve de nasıl olurda barış için kitap yazanlar hep bir kaymak peşinde hızla koşuyor? Kitaplardan asıl beklenen kendimizi tanıma ve hayatın başlangıcından sonuna kadar iyi ve müferrih bir hayat yaşama olduğu için, gaye; dünya barışına etki yapabilecek bir derleme uğraşı vermektir aslında. İnsan hayatı eğer değersiz sayılıyorsa, hangi büyük insan olursa olsun, o anda kitapların hiçbir değeri kalmayacaktır. Bunu yazarların çoğu bilmekle beraber, yine de uğraş verdikleri nokta hep ilgi çekilecek yönler olur. Kaç defadır düşünmüşümdür, ülkemizde çok satan yazarlar halkın müfettişi olabilse ve müessesi Hak olabilecek ve adaletten ayrılmayacak bir müellif edasıyla müeddep sayılarak yaşantılarını sürdürseler çok mu zor? Müdafisi olacağı ve mübalağa etmeden saffetliğin özüne erişebileceği barış zemini açısından sağır kulaklar için adaleti sağım edebilseler ve çok okunduklarını bilindiği için de içleri bir de bu yandan rahat olabilse, olmaz mı? Romanı herkes yazıyor, denemeyi ya da çok sevdiğimiz şiiri! Ama manifesto tarzı bir beyannameyi hazırlamak çok mu zor? Manifestosuz sanatçılar olarak elbette sağistem zihinlerimiz sadaka hükmünde cümleleri tertip edecek, ama ya terminolojisi eksik kalmış insan hayatı? Hiç mi değeri yok şu âlemde terkip edilmiş halifelerin? Teressüp etmek ve de buhranların terimlerini duygusal ilhamlarla ifade etmek kolay, ama didaktik beceri ile tersinir bir akım oluşturmak çok mu zor? Yoksa tüm akımlar ortaya çıkmış da, bizim de uydurmaktan geri kalacağımız bir eksiklik mi var dünyada?
Bir terzi kadar bile olamıyoruz, olmaktan korkuyoruz. Çünkü tembellik bizim ibadetimiz olmuş ve hiçbir şeye karışmama da imanımız. Tanrımız da kendi vücutlarımız. Çok mu ağır geliyor vicdanımıza bu sözler? Aslında her gün şeytan tekrar etmiyor mu bunları kulağımıza ve de her seher vakti işemiyor mu sağırlaşmış ve ruhsuz kalıbında yaşamaya alışmış kulaklarımıza? Ters bir bataklık içinde masal perilerinin barış şarkıları söyleyeceği zamanı bekliyoruz ya da hiç beklemeyip, ‘böyle dünyanın canı cehenneme’ deyip kendimiz tatmin ediyoruz, bir nevi avutuyoruz. Türelerimiz türdeşliğin zevksiz ilişkileri için yaşanılabilir bir kuramla karşımıza çıkıyor. Tüketim toplumu olarak, üretebilecek fikrimizin kalmadığına şahit oluyoruz. Çünkü düşünmüyoruz. Düşünmek adına şunları dile getirmiştim: ‘Başkalarının istediği gibi düşünmeye başladığımızdan beri yaptığımız tek şey; ‘Aldanmak ve aldatmak!’ Neden ama ne için birbirimizi kırıyoruz? Öncelikle materyalist bir ülke olma yolunda hızla ilerlediğimizi belirtmek lazım. O kadar çok para ile iştiyakımız var ki, parasız bir yaşamın olabileceği bir günü düşünmek dahi istemiyoruz. Çünkü biz zaten düşünmeyi unutmuş varlıklar olarak, başkalarının istediği gibi düşünmeye başlamıştık ve kendimiz için düşünecek bir ayrıcalığımızda kalmamıştır.’ Çünkü hepimiz zihin üremisi olduk, yani beynimizden çıkması gereken atıklar, hafızalarımıza yapışıp kaldı ve bizi rahatsız etmekle kalmıyor, ayrıcalıklı düşünmemizi dahi engelliyor. Eğer bir kitap bize kendi düşüncelerimizi oluşturabilme fikri vermiyorsa, üleştirilmiş yaşamlarımızın hürriyet babında üfürükçüler gibi, sadece yaptıklarına gülmemizi ya da onları lanetleyip, ülküselliğimizin dışına itmemizi sağlayan bir araç olmaktan başka bir işe yaramaz. Bu kadar basit mi yani? Bir yazarın o kadar çabası, o kadar emeği, gözleri şişene kadar ve beli ağrıya ağrıya yazdığı satırların değeri bu mu, bu mu olmalı? Elbette insanların evrensel olması lazım ve kültürün çeşitliliği gibi, edebiyat dünyasında da farklı kitaplar olmalıdır. Ama oyalanmak için çok zaman kaybetmedik mi? Nasıl unutabiliriz ki, bir zaman vardı ki şu ülkede, insanlar kitaplarını saklamak zorunda kalıyordu. Propaganda sayılıyordu iki türlü şahadetler ve kim olursa olsun, içilen çile kadehi hep aynı adamlar tarafından dolduruluyordu. Şimdi ise yine düşünme çitleri ve sınırlar hala mevcut, ama insanların kendilerine vazife edindikleri tembellik, eskinin feci vaziyetini çoktan aşıp, dalalet içerisinde gafil bir okuyucu olarak bizi yetiştirdi bile!
Montaıgne’nin bir ifadesi var kitaplar için. Eski yazarların akıllarını kullandıklarını, ama sonradan yazmak için uğraş verenlerin ise desteğe ihtiyaçları çoktur ve dışarıdan çokça yardım alırlar. Bunu mizahi bir kavram boyutunda incelemiş de olsa, aslında doğrudur söyledikleri. Şahsi olarak kendi zekâmın yetersizliği karşısında çoğu zaman bir daha yazmak da istemem, hatta bunu dile getirip kendimle savaşmaya başlarım. Kendi illegal yargılarımın üzerinde dinginlik sağlayacak en büyük faktör yazmak olduğu için, yine kitaplara, yine edebiyata ve yazmaya yönelirim. Ama eksik kalan bir şey olduğunu için yine üzülürüm. Çünkü kitapların ikiyüzlü yanı, kendi varlığımın tembel ve tabanı olmayan dirayetsiz kentleri hep gerçeğe küfreder gibi yaşamaya devam eder. Bacon, yapmacık ile ikiyüzlülük üstüne denemesinin ilk paragrafında Mucianus’un bir sözünden alıntı yapar. Der ki Mucianus: ‘Biz ne Augustus’un keskin kafa yeteneğine, ne de Tiberius’un aşırı sakıngan sinsiliğine başkaldıracağız.’ Temelinde yatan sebep, devletin akıl dolu bir politikasıdır bu. Benim buradan yansıtma yapmak istediğim nokta, çaresiz kaldığımız günümüzde, kitapların ne keskin zekâsına ne de aşırı sakıngan sinsiliğine ve tembelliğine başkaldıracağız. Sadece yapmamız gerekeni yapacağız ve böylece vazifesi gereği yazmakla meşgul insanlar, gerçeği bulma yolunda lisan-ı hal üzerinden terbiye edinmiş olacaktır. Bir nevi, zaten desteğe ihtiyacı var ve zaten bir çeşme bulup da içmek zorunda hissediyor kendisini. O vakit, ihtiyacı olan eğitici çağı, suskunluğun damarlarında akan asaletten bulacaktır. Şunu yapalım, bunu yapalım demiyorum; ama en büyük saygınlık olan, başkasının düşüncesine saygı gösterme asaletini gösterip, kitapların daha fazla kirlenmesine sebep olacak mevzulara girmeyelim. Bundan hepimizi muvazzafız ve de muvazenemizi kurana kadarda kaidelerin muvafık olan sürekli danışmak zorundayız.
Kitapların üç tür olduğunu ve de bunların birincisinin okunup geçilmesi gerektiğine, ikincisinin yutulması gerektiğine ve de üçüncüsünün ise özümsenip daim akılda kalınması gerektiğine dair ifadeler ile makale müfredatlığı yapmak istemiyorum. Muzmahil fiyakalığımız mevcut iken, popüler birkaç sözü birleştirme çabamın ne kadar gereksiz olduğunun farkındayım. Bu yüzden tek amacım, kitapların daha çok hümanistliğe yardım etmesi ve edilgenliğinden kurtulup etkin bir edim olmasını sağlayacak fikriyata dair kanallar açabilmek. Sahip olmak ve olmak Erich Fromm’unda belirttiği gibi çok farklı şeyler. Sahip olduğumuzla yetiniyoruz ve kitapların çağa ışık tutacak yanına çaba gösteren yazarlara karşı daima saygı ile ayinle hazırlıyoruz. Çünkü yüreklerimiz siyah giyinmiş günah avcıları ve katedrallerimiz klasik yaşantılarımızın hep aynı ilahisini söyleten atalet merkezleri.
Üç tane dünyada olmazsa olmaz varsaydığım değer vardır. Kitaplar içinde bu geçerli. Düşünmenin esas sahası olan üç saha ve üç mükâfat, ilham kenti, rabıtaların sesli duası: ‘Din, ahlak ve hukuk!’ Din, kitap için zaten bağımlı bir faktör. Ehli kitap olarak sayılan Hıristiyanların ve de Yahudilerin milletleri, tahrif edilmemiş olarak yaşanabilme imkânı olsaydı eğer, hala kutsal kitaplarına bağlı olarak yaşayabilmeye sahip olacaklardı. Ancak insanların kendi zevklerini ve de duygularını belirtme adına inatları, dinlerin bile eskimesine ve en güzel dinin gelmesine sebep olmuştur. Esas esbab nedir bilinmez ama kitap demek, ilahi kat içerisinde de değerli demek ki! Ahlak ve hukuk da esasında yazıtsallığı itibari ile dine benzer. Üç değerde yazılabilir, ama yaşanmadığı müddetçe bu üç değerinde manası yoktur, kalmaz. Şunu belirterek, kitaplar açısından demek istediğim son noktaya geleceğim. Şeytan dahi Allah’a inanıyor ve O’nun tek İlah olduğunu sayıyor ve ona inanıyor. Ancak onu daimi günahkâr yapan şey; söz tutmaması, baş kaldırması ve amele riayet göstermemesi olmuştur. Hani çok kitap okuyup da, Hindistan felsefelerini kazanıp da, ‘Ben zaten inanıyorum Rabbime, O beni zaten koruyacaktır, kalbim temiz’ diyenler var ya, ne kadar da boş konuştuklarını bir bilseler! Kalpleri mutmain eyleyen güzellik karşısında temizlik hiçbir ifade etmiyor demek de yanlış olur, Allah bilir! Ama amelsiz inanç eksiktir. Bu yüzden kitap seviyorum, ama kitap okumasam da biliyorum demek yanlıştır. Örnekleme garip gelebilir, ama gerçek olduğu konusunda hiçbirimizin itirazı yok değil mi? ‘Seviyorum seni’ diyebilirsiniz birine, ama sözde kaldığı müddetçe, o kelimenin hiçbir manası yoktur. Aynen öylede kitap seviyorum deyip, okumamak cahilce bir yaklaşımdır. En kötüsü de şudur ki; bol kitap okuyup, düşünmemektir. Düşünememektir. İnsanların duygularını musaffa eyleyebileceği en güzel ortamlardan biri olan kitap, hazinenin anahtarını vermekten gücenmez ve de onu isteyen herkese verir. Ancak insan düşünmek istemiyorsa ve de kitabı kapattığı an kendini yararlı bir yol üzerinde bulamıyorsa, gereksiz bir örnekseme içerisinde vakit kaybında bulunuyor demektir. Kitabın zihne ulaşacak dumanı, ancak sayfaların arasında ki duraksama ve de kendi fişlerini oluşturup, ilhamların sadır olunacağı merkeze irtibatlı olunarak bu düzen kurulabilecektir. Bunun yaşı var mı? İnanın yok ve olmayacak da!
Kitap üzerine birkaç söz daha edelim de, kitap ruhunu kaybetmesin. Cemil Meriç’den hep örnek veriyorum. Bazıları sıkılabilir ama Türkiye bir daha böyle bir deha bulamayacağı için içim rahat. Kitap üzerine yazmış olduğu yazıda Ruskin’den bahseder. Ruskin şöyle demektedir ki: ‘ Kendimize dost seçeceğiz. En iyilerini seçmek istiyoruz, ama nerede bulacağız o dostları? Kaç kişiyi tanıyoruz? Her istediğimizle tanışabilir miyiz? Talihimiz yar olursa, uzaktan görebiliriz büyük bir şairi, sesini duyabilirsek ne devlet…Bir bakanın odasında on dakika kalmak, bir kraliçenin bakışlarını bir saniye üzerimize çekmek, ümit edeceğimiz bahtiyarlıkların en büyüğü. Aman hep buna benzer mesut tesadüfler peşindeyizdir. (Haksız mı sayılır, hala öyle değil mi? Bir şarkıcı için, bir devlet büyüğü için günler öncesinden hazırlık yapan insanımız, kitap fuarlarında düşünen insanlar için ne kadar zaman ayırabiliyor? Hiç mi?) Yıllarımızı, duygularımızı, kabiliyetlerimizi harcarız bu uğurda. Sayısız zilletlere katlanırız. Bize her an kollarını açan bir dostlar topluluğundan habersiz yaşarız. İçlerinde hükümdarlar da vardır, devlet adamları da. Günlerce şikâyet etmeden iltifatlarımızı beklerler. Ağız açmalarına izin vermeyiz. Filhakika seçiş hürriyetimizin hudutsuz olduğu tek dünya: kitaplar dünyası.’ Ve Ruskin kitapları ikiye ayırır: ‘Geçiciler ve kalıcılar!’ Geçici olanlar zaten bellidir piyasada, ama kalıcı olanlar istenç dâhilinde bulunur, araştırılırsa ancak ele geçirilir o altın, hazine. Taşa kazınacak fikirlerdir bu kitaplar ve güzel bir âlemdir ki; kütüphaneleri yakan insanların gözyaşları yıkar bu kitapların sayfalarını. Bu mabede Cemil Meriç’in de ifadesi ile bayağılar giremez. Layık mıyız bilinmez, ama bu mabede girmek adına insan bir ömrü boyu çalışsa, çabalasa zannımca yeridir.
Cemil Meriçler, Nazım Hikmetler, Necip Fazıllar, Ahmet Hamdiler; geri çağda ülkemiz adına pek faydası olmayan düşünürler, Avrupalı yıldızlar, mabedi ilim olanlar ; ‘Doğru ve ya yanlış düşünenler, fark etmez, düşünen hayvanlar; yani insanlar. Biz düşünen hayvan; insan olma yolunda ilerliyoruz ya, haydi hayırlısı bakalım. Çünkü insan olma değerlerimizi yitirme yolunda çok iyiyiz Maşallah. Ayrıca şu var, bu dünyaya geldikten sonra gelişim göstermedikçe, cenin olarak kalmaya devam da etmiyoruz. Çevreye zarar veren, düşünen insanların iştiyakına ve emeğine tüküren eblehler oluyoruz. Ne yazık, kendimden utanıyorum!
Yinelemekten bıkmadığım için siz bıkmış olabilirsiniz. İnsan hayatının ikinci planda kaldığı ve sayıldığı bir ortamda, kitapların kaçıncı basamakta yalnızlaştırılmaya çalıştığını da bir zahmet muhakeme edelim demiştim ya, galiba boşuna bir talep bu. Diyalogsuz bir toplumda, konuşulacak her mevzu aslında birer harp meselesi. Bu yüzden boşu boşuna uğraş verilmiş bir düşünce yığınına sizi maruz bıraktığım için özür dilerim.
Bir sonraki yazıda ‘kitap okuma’ hakkında düşünmeye çalışacağım. Şimdilik kitabımın sayfaları yere düşüyor. Tamir etmeliyim.
YORUMLAR
Bazıları kitabı gereksiz ve hatta aptalca bulur. Etrafımdaki kimse çantamda en az üç kitap taşımama anlam veremez. Oysa ben cüzdanım olmasa dert etmem. Ama kitabım olmasa ruhum sıkılır.
Öyle güzel anlatmışsın ki, hayran hayran okumak düştü bana. Asran Hanıma katılıyorum. Sen gerçekten bakarken büyüyenlerdensin. Engin Beye de katılıyorum. Birazcık daha sade bir dil kullansan fena olmaz. Biliyorsun, her şey gibi edebiyat da yenileniyor. Artık eski dil tercih edilmiyor. Ben de kullanmayı seviyorum o kelimleri. Aslına bakarsan edebiyata yakışıyor eski kelimeler. Ama gel gör ki, yeni nesil okurlar bu kelimelerden ürküyor.
Seni kutluyorum. Başarıların artarak devam etsin.
Selamlar.