- 2860 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Ceylan Gözlüm
-Anne! Hemen gitme ne olur. Kal yanımda biraz. Bak, dolunay görünüyor bacadan. Onun yüzü suyu hürmetine, serçe kuşum, ceylan gözlüm, dediğin bu kızının son isteğidir senden. Kal biraz anne. Gitme.
Geceydi. Karanlıktı. Her şeyin olduğu gibi, her günahın da üzeri örtülmüştü. Gece bütün çirkinliklerin üzerini örterdi.
Ay, tüm bunlara inat, geç vakit de olsa dolunay biçiminde Ararat’ın üzerinden kayıp Zine ve kızı Gurbet’in olduğu damın bacasından içeriye süzülmüştü.
Az önce, yavrusunu kurtarmak için tüm gelenekleri, kadınlığını, insanlığını ayaklar altına alıp, aşiret önde gelenlerini hiçe sayıp, dişi bir kaplan gibi karşılarına dikilmişti.
Babası, amcaları, üç ağabeyi ve kendisinden küçük iki erkek kardeşinin her biri Gurbet’in hayatına son vermek için kendilerine verilecek görevi bekliyorlardı.
Söylenecek söz kalmayınca:
-Bu bir görevse eğer, bana verin bunu. Siz babası, amcası, abisi, kardeşiyseniz ben de annesiyim onun. Yapılması gerekeni ben yapacağım.
-Sen kadınsın. Bu görev sana düşmez.
Neydi ki bir kadının payına düşen buralarda?
Nasıldı ki bir kadının anne olarak, insan olarak algılanması, kabul görmesi?
-Anneyim ben. Onu doğuran, onu büyüten, onu seven, onun kılına bir zarar gelmesin diye hayatını vermeyi bile göze alabilen anneyim. Yalvarırım size ne olur. Vazgeçin bu geleneklerden demiyorum. Vazgeçmeyeceğinizi biliyorum. Başka türlü bir yol bulamaz mısınız? O bizim kızımız, o bizim canımız, o sizin ablanız, kardeşiniz. Azat edin onu. Yalan söyleyin herkese. Öldürdük deyin, cesedini dağ başına attık deyin, kurda kuşa yem ettik, deyin. Salın gitsin onu, gitsin yolunu bulsun, kendi başının çaresine baksın. Yeter ki yaşasın. Bu yaşama hakkını almayın elinden onu. Yalvarırım size, kaldırın şu silahı orta yerden. Silahsız bir çözüm bulun. Bizim oraların bir türküsü var, “yandırın silahları, arşa çıksın tütsüsü, sulha gelin ey insanlar, yoksa dünya mahvolur” diyen bir türkü. Ne olur canına kıymayın Gurbetimin, ceylan gözlümün. Dünyamızı mahvetmeyin.
Zine’nin çırpınışları boşunaydı.
Aile meclisi karar vermişti artık.
Gurbet ölmeliydi.
-Tamam. O zaman bırakın iki saat baş başa kalayım kızımla. Erteleyin biraz.
İşte buydu hepsi, kadın olarak Zine’ye düşen. Tamam, deyip kabullenmekti söylenenleri, emredilenleri.
Gecenin bir yarısıydı. Kiler gibi kullandıkları bu damda, bacasından düşen ay ışığının dışında bir aydınlık yoktu. Kızı Gurbet ile baş başaydı. Onun yüzünü görebilmek için tam da bacanın hizasında yere oturmuş, kızını kollarının arasına almış sıkı sıkı sarılmıştı. Ay ışığı mıydı yoksa ceylan gözlüsünün yüzü müydü böyle aydınlık olan? Tıpkı bebekliğinde olduğu gibi, onu uyutmaya çalışırken söylediği ninnilere benzer ağıtlar mırıldanıp salladı kızını kucağında.
Beş gün önceydi.
Büyük abisine gelen bir telefonda, tanıdıklardan biri Gurbet’i şehirde Aladağlı aşiretinin oğulları Muhsin’le gezerken gördüğünü söyledi.
-Sakın gözden kaybetme. Gizlice takip et. Nereye gittiklerini öğren. Ben hemen yola çıkıyorum. Akşama doğru orada olurum, dedi abisi.
Babasına, annesine bir şey söylemeden, atına atlayıp kasabaya doğru yola koyuldu. Kasabada atını bir tanıdıklarının bahçesine emanet bırakıp şehre giden minibüslere bindi.
Telefonda konuştuğu tanıdığı ile buluştu. Kız kardeşi Gurbet’in izini bulmuştu. Doğru kaldığı eve vardı. Kapısını çaldı. Gurbet yalnızdı evde. Karşısında ağabeyini görünce, başına neler geleceğini anladı hemen. Korkudan dizlerinin bağı çözüldü. Yıkılıp kalacaktı yere nerdeyse. Ama ağabeyi korkulur gibi bakmıyordu kendisine. Sevecen, gülerek bakıyordu.
-Gurbet, kardeşim. Çok şükür gördüm seni. Merak etme kardeşim, sana bir fenalık yapacak değilim. Haydi, çıkalım bir pastaneye ya da çay bahçesine gidip orada sohbet edelim. Konuşalım bu durumları.
Gurbet güvenmişti, inanmıştı ağabeyinin sözlerine, gülen gözlerine.
Çay bahçesinde buluştular. Haber veren tanıdıkları da geldi yanlarına.
Gurbet hakkında kendi başına karar vermek istemiyordu. Önce onu görür görmez silahındaki tüm kurşunları üzerine boşaltmayı düşünürken, mutlaka babasına ve aile meclisine danışmak zorunda olduğunu düşünerek vazgeçti. Bu sürede de Gurbet’i ürkütüp kaçırmamak, izini kaybetmemek için de ona iyi davranıp inandırıp, güvenini kazanmaya çalışıyordu.
Sohbetten sonra kız kardeşini yeniden aldığı eve bıraktı.
Mutluydu Gurbet.
Her şeyin bu kadar sorunsuz hallolacağını aklının ucundan bile geçiremezdi.
Akşamın geç saatlerinde eve dönen sevdiğine olanı biteni anlattı. Muhsin tereddütte kalmasına karşın, Gurbet’in ışıldayan gözlerine inanmak istemişti.
-Bir masal anlatayım sana kızım, dedi annesi Zine. Bir masal ki, çok uzun olmayan. Senin ömrünle eş Gurbet’im, ceylan gözlüm. Üç ağabeyini üst üste doğurdum. Baban mutluydu her defasında ona bir erkek çocuk doğurdum diye. Ama benim aklım fikrim bir kız çocuğundaydı. Rüyalarımı süslerdi her gece bir kız çocuğumun olması. Her gebe kalışımda, babandan gizli kız çocuğu için patikler, kazaklar örer sandığımda saklı tutardım. Beş yıl bekledim seni Gurbet’im. Doğduğunda dünyalar benim olmuştu. Kız çocuğu doğurdum diye, baban sesini çıkarmadı, itiraz etmedi. Ama sevinmedi de. Nasılsa üç erkek çocuğu vardı. Daha da olacaktı Hûda isterse. Senden önceki beş yılım acıyla, hüzünle geçti ceylan gözlüm. Babanla evlendiğim günden itibaren bir daha da ne doğduğum köye ne de anne babamın yanına gidebildim. Törelerinde yokmuş genç bir gelinken, hele de kucağında bebesiyle baba evine gitmek. Bir gurbet sancısıydı çektiğim. Onun içindir ki doğduğunda sana bu adı ben verdim. Erkek olsaydın isim verme hakkı da verilmezdi bana. Kız oldun diye boş verdiler, bana bıraktılar sana isim vermeyi. Senden sonra bir başka kız çocuğu doğurmadım artık. Doğanların hepsi erkekti. İyi ki de doğurmamışım bir kız çocuğu daha diyorum şimdilerde. Ne mutlu hiç doğmamış olanlara, diyorum. Seni çok sevdim seni ceylan gözlüm. Uğruna ölecek kadar çok. Sevmelere doyamadım. Kız çocuğunu kana kana sevmek de hoş görülmezdi buralarda. Bu yüzden hep bir eziklikle, korkuyla, utançla, gizli saklı sevdim seni. Bir de yüreğimde taşıdığım kaygılarla sevdim seni. Kız çocuğuydun ve büyüyüp kadın olacaktın. Ya kaderin benimkine benzerse? Ya her şeyden mahrum bırakılırsan? Ya insan yerine konulmazsan? Bu ya’ları düşünüp çoğalttıkça kanım çekilirdi damarlarımdan Gurbet’im.
Seninle ilgili hayallerim bile olamıyordu Ceylan gözlüm. Bu köhne töreler var oldukça ve dünya sadece görebildiğimiz şu bacadan yansıyan aydınlık kadarsa, kendi kabuğumuz içinde yaşayıp, kader diye kabullendikçe her şeyi, yapabileceğim bir şey yok. Sadece elimiz değil, kolumuz, dilimiz de bağlıydı bizim.
Anlıyor musun anlattığım bu masalı Gurbetim? İçimdeki korkunç acıyı, katran karası gecelerimi, gözlerimdeki uçurumu, hüznü, kendime bile kapattığım, hiç anlatmadığım, susup dilsizleştiğimi, sessiz çığlıklarımı anlıyor, duyabiliyor musun?
İçinde durmadan akan bir nehrin olduğunu bir ben anlayabilirim kızım. Düşlerinde neler gördüğünü bir tek ben bilebilirim. Issızlığını, yalnızlığını, çaresizliğini bir tek ben anlayabilirim. Büyüdün işte, yok ki benden bir farkın. Korktuğum başıma geldi işte. Bana benzedi kaderin. Ayağımı kaldırdığım yere sen koydun ayağını.
Annesinin sıcacık kollarında, kendi masalını dinlerken Gurbet, dalıp gitmişti bacadan sızan dolunayın ışığına. Boğazı düğümlenmiş, kirpikleri tuzlanmıştı. Çılgın akan derelerin seslerini duydu uzaklardan. Bir çobanın kavalından kara koyun ağıtı süzülüp geliyordu. İçi acıdı. Kahrolası o anı hatırladı. Nasıl da kanmıştı abisine, nasıl da inanmıştı gülümseyen gözlerine. Ailemiz senin sevdiğinle kaçmanı kabullendi, istiyoruz ki evimize geri dönüp telli duvaklı gelin gidesin, demişti. Sevdiği, güvendiği biricik can yoldaşı Muhsin, çok çırpınmıştı Gurbet’i baba evine geri göndermemek için, sezmişti olacakları ama abisi onu dinlememişti bile.
Başını annesinin göğsüne bastırıp derin bir nefes aldıktan sonra, mırıldanır gibi, bir ağıt söyler gibi, usulca konuşur gibi yaptı.
Merhaba canım abim
Umudum, yüreğim her şeyim
Hoş geldin
Yaşama umudum olan
Nefes bahşedenim
Yüreğim alıcı kuşların takibindeyken
Baharlar estirenim
Her şey sevmekle başlar dedin bana
Kurdu, kuşu, böceği sevmek
İçinde umut olan her şeyi
İlle de bir insanı sevmek
Hepsinden güzel, dedin
Ne oldu, ne oldu canım abim
Neden öfkeli bakışların öyle
Hani sevgi umuttu
Hani bir insanı sevmekle başlardı her şey
Neden şimdi ölümle randevum oldu sevgim
Dokun o zaman tetiğe
Geç kalmayayım randevuma
Bir çiçeği dalından koparır gibi
Kopar al beni
Umudumdan, sevdiğimden, sevdamdan
Sesim yankılansın baykuşlar tünemiş vicdanlarda
Haydi, bitir sevdayı, günah olmaktan çıkar.
Annesi Zine, masala kaldığı yerden devam ederken çaresizliğini anımsadı. Nefesi üşüttü içini. Hüzün dolu bir şiirin dizeleri gibiydi artık anlattıkları. Acı doluydu. Yorgun düştüğü çok zamanlar olmuştu elbette. Ama hep direnmişti. Kendisine biçilen bu yaşamı kabullenip en azından daha fazla yara almadan ayakta kalmanın yollarını denemişti. Şimdi öyle miydi ya? Bir yanda kendisine söz hakkı tanımayan aile meclisi vardı karşısında, diğer yanda kaderi o aile meclisinin iki dudağı arasında kalmış ceylan gözlü kızı. Günlerdir ne diller dökmüştü kocasına, bunca yılın hatırı için. Tükenmişti artık tüm ümitleri. Kızı, birciği, ceylan gözlü Gurbet’i, bir kelebek ömrü yaşıyordu işte. Baharın kısa ömürlü bir çiçeği olsaydı keşke, bir dahaki bahara yeniden gelir, yeniden açar diye en azından umutlanırdı, avuturdu yanıp kavrulan yüreğini. Yitik umutlar hiç geri gelir miydi?
-Hatırlıyor musun Gurbet’im? Güneşli bir bahar günüydü. Koyun kırpma zamanıydı. Yayladaydık. Herkes, tüm köylüler, hatta civar köylüler de oradaydı. Koyunlar kuzular meleyor, çocuklar oradan oraya koşturup duruyordu. Her yere yağmurun ve toprağın taze kokusu sinmişti. Gökyüzü öyle mavi, öylesine duru, öylesine sınırsızdı ki. Sen yanımdan bir adım bile ayrılmadan yardım ediyordun bana. Kocaman kız olmuştun artık. Genç kızlığa adım atmıştın ve buraların törelerine göre, henüz 14 yaşında olmana rağmen artık davranışlarına dikkat etmen gereken çağlardaydın. Gözlerini gökyüzüne dikmiş ve bana sormuştun. Anne, dünya çok mu büyük? O zaman sana yanıt vermiş miydim bilmiyorum. Ama şimdi anlıyorum ki, hayır kızım, dünya çok büyük değilmiş, yayladayken görünen gökyüzü ne kadarsa o kadar büyükmüş işte. Çok büyük olsaydı sana saklanacak yer olmaz mıydı? Kaçıp gideceğin, kimselere görünmeyeceğin bir kuytusu olmaz mıydı?
Hatırlıyor musun? Sen ceylan gözlerini gökyüzüne çevirip bana o soruyu sorunca, bir sana bir de çevremdeki rengârenk çiçeklere, yemyeşil çimenlere baktım. Kuş cıvıltılarını, efil efil esen rüzgârı dinledim ve kalkıp boynuna sarılıp öptüm seni. Beyaz bir çiçeği koparıp saçlarına taktım. Ne de yakışmıştı yüzüne? Güzelliğine bir güzellik daha katmıştı sanki. Orada, saçlarına taktığım bu çiçekli halinle karşılaşmıştın o aşiretin oğluyla. O anda akıvermişti damarlarından kalbine sevgi denen duygu. Bir tek ben anlamıştım bunu yüzünden, gözlerinden.
Sanki herkes de anlamış gibi, çok geçmeden senin artık büyüdüğüne ve evlenmen gerektiğine hükmetmiş, senin o yaşlı adamın kadını olmana karar vermişlerdi.
Ah benim kadersizim, ah benim ceylan gözlüm. Neden sen de benim gibi suskun kaldın? Neden o zaman isyan etmedin? Neden ne düşündüğünü benden bile sakladın? Sevdiğinle kaçmak için sözleştiğini söyleseydin bana, bir hal çaresine bakmaz mıydım? En azından bulunmayacak yerlere göndermez miydim seni? Şimdi, şimdi sözün bittiği yerdeyiz Gurbet’im. İçimdeki acıyı anlatamam sana. Ölümden de beter bu. Zaten yaşamak, bizim için bu kötülüklerle ve yanlışlarla dolu dünyada ölüm demektir. Onca ağır yük verilmiş ki sırtımıza, sen taşıyamazdın bunu zaten. Ben alıştım nasılsa. Bundan sonrasını da taşırım, aklımı yitirsem de.
Sana su ile ateşin hikâyesini anlatmış mıydım ceylan gözlüm? Hani ateş suya aşık olmuş da sarılmak istemiş sevdiğine. Gel, sevdalım ol, demiş. Hayatıma anlam veren mucizem ol. Sarılmışlar kopmamacasına. Sonra ateş kül olmaya, su da buhar olmaya başlamış. Sevdiğinin sönüp kül olacağına yüreği dayanamayan su, baştan alınlarına yazılmış kaderi de, yüreğindeki kederi de alıp yanına, uzak diyarlara gitmiş.
Yıllar geçmiş aradan. Ateş durmadan aramış suyu. Günün birinde karşılaşmış onunla. Bakmış o duru gözlerine suyun. Biraz kırgın, biraz hırçın da olsa, anlamış aslında aşkın bazen gitmek olduğunu. Ama gitmenin yitirmek olmadığını da. Ateş durup susmuş öylece. Sönmüş aşkıyla. İşte o zamandan bu yana, ateş sudan su da ateşten uzak durur olmuş. Sırf birisinin canı yanmasın diye. Ateşin yüreğini su, suyun yüreğini ateş anlarmış sadece.
Masal bittiğinde, kollarının arasındaki Gurbet’in tıpkı bebekliğindeki gibi uyumuş olduğunu gördü. Keşke bundan sonra olacakları da böyle uyur gibi ardında bıraksan, dedi içinden. Eğilip göğsüne dayadı kulağını. Sanki akan bir ırmaktı ceylan gözlüsünün yüreği. Bazen gürül gürül, bazen sessiz ve derinden aktığını hissetti. Dolunayın ışığında parlayan nurlu yüzüne, siyah saçlarına, pürüzsüz tenine baktı kızının. Kokladı saçlarını, boynunu. Derin nefeslerle içine çekti. Yüzüne baktı son kez kızının, öylesine saf, öylesine masumdu ki yüzü, dünyanın tüm kötülüklerinden habersizdi... Sicim gibi yaşlar süzüldü gözlerinden birbiri ardına. Ne çok acıyı, sevinci, hüznü, korkuyu bir araya biriktirmişti, bir arada tutmuştu yıllar yılı.
Ağır tahta kapının açılırken çıkardığı sesi duyunca, korkuyla, ürkerek kapıdan yana baktı Zine. Büyük oğluydu içeriye giren.
-Babam, vakit tamamdır diyor. Artık yalnız bırak Gurbet’i, dedi. Elindeki su dolu bir tas ile bir tabancayı usulca kız kardeşinin ayaklarının yanı başına bırakıp çıktı.
Annesinin billur sesinden kendi masalını dinleyip uykuya dalan Gurbet de uyanmıştı abisinin sesine. Annesiyle yeniden baş başa kalınca, yere bırakılan su dolu tası ve tabancayı gösterip, annesine, korku dolu gözlerle bakarak:
-Bunlar nedir annem? Ne demek bu şimdi? Sen biliyor musun? Dedi.
-Gurbet’im, Ceylan gözlüm. Bunlar sana sunulmuş seçeneklerdir. İster zehir dolu tastan içersin, ister bir kurşuna razı olursun.
-Seçenek mi? Ne zaman, şu kısa hayatımın neresinde bana bir seçenek sunuldu ki anne? Bir tek ölüm konusunda mı seçme hakkımız var bizim?
-Ya ben ne yapayım kızım? Bana sadece bir tek seçenek hakkı tanınıyor. Acılarla bu işkence dolu cehennemde yaşamaya devam etme hakkı. Ama onlar varsın öyle karar versin. Buna katlanıp göz yumamam artık. Ceylan gözlümü göz göre göre benden alacaklarsa, bir kez olsun, son kez olsun buna razı gelmeyeceğim. Onların dediği olmayacak.
Yeter artık! Diyerek yerdeki tabancayı aldı, aile meclisinin olduğu odaya yöneldi.
YORUMLAR
Bugün çok güzel öyküler okudum. Bu çok güzel. Peşpeşe güzel çalışmalar geliyor. Bize de okumanın keyfini sürmek düşüyor.
Sizin öykünüzde aklımda ve kalbimde yer eden üç öyküden biri. Bu öykünüz diğer çalışmalarınızdan daha ayrı bir yerde. Yazdıkça büyüyorsunuz dedikelrimdensiniz. Tabi benim okur görüşlerim bunlar.
Kutluyorum sizi.
Saygılar.
Ne töre, ne de kadının çilesi demeyeceğim. 21. yüzyılda, hala, yaşanıyor ve öykülere konu oluyorsa; ne törelerin ne kadınlarımızın kaderlerinin değişmeyeceği belli oldu demektir. Bu konuda söylenecek her söz; içi boş söylemden öteye gidemeyecektir, ne yazık ki...
Anlatımınız ve kurgunuz o kadar güzel ki; tüm içtenliğimle kutlamak istiyorum, sizi. Kaleminize, yüreğinize sağlık. Saygılar, selamlar.