- 940 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Sevgiden Kaçışın Kısa Tarihi
Yüreği nasırlar bağlamış bir tarihe yaslanmak ne acı. Şehirlerin karanlık çehresini neden hiçbir icat aydınlatamıyor? Fabrikalar atıklarını ruhlarımıza mı akıtıyor yoksa? Tabiat, halifeliğini unutan insanın bir kral gibi davranarak çevreyi yağmalamasına ne kadar daha tahammül edecek? Aklın hareminde yiten nice genç ve güzel kızın acıklı hikayesi ulaşmadı mı insanlığa? Sevgiyi bir elektrik akımına indirgeyenler bugün nerede? Cevaplar sorulara karşı hiç bu kadar umursamaz bir tavır takınmışlar mıydı?
Sevgi varlığın mayasıdır. Suret kadehleriyle onu içmeye çalışan hiçbir yürek, ona doya doya kanamadı. Sevgiyi görüntü aynasında temaşa etmeye yeltenen kem gözlerin nazarları sonunda yine kendilerine döndü. Şehirleri sevginin kılıcıyla fethetmeyen hiçbir medeniyete zaman vefa göstermedi. Kimi zaman sözlüklerden kovuldu sevgi, kimi zaman bilimin inşa ettiği şehirlerden sürüldü. Bazen aşağılandı, bazen yok sayıldı. Ondan bir tutamlık ilgiyi esirgeyenler de oldu, dalkavukluk yaparken onu arkadan hançerleyenler de. Sevginin cübbesine saklandı şehvet ve onu kalpazanlara ısmarladı. Öyle bir noktaya geldi ki insanlık, aşkı tahrip edilmiş bir tarih kadar sahte görmeye başladı. Mutahhari’nin deyişiyle Romeo ile Juliet’lerin, Leyla ile Mecnun’ların, Ferhat ile Şirin’lerin aşkları bugün yaşanmıyor artık. Bugün aşkın ölümünden bahsediyoruz. Nietzsche’nin boş sokaklara Tanrının ölümünü müjdelediği günden beri aşkın izine rastlayan olmamış. “Kadının Adı Yok” diyen Duygu Asena neden sonra zayiat listesine aşkın ismini de eklemeye ihtiyaç duymuştu ki? Aşkın ve iffetin sembolü olan kadının yok edildiği bir yerde sevginin var olabilmesine imkan var mıydı?
Erich Fromm sevgiyi bir sanat olarak görürken, Leo Buscaglia modern sosyal bilimlerin sevgi sözcüğüne karşı duyduğu alerjinin sebebini anlamaya çalışıyordu. Camus’un yaklaşımıyla, Fransız devriminden sonra edebiyat akımları doğayı terk etmiş, sokaklarda pineklemeye başlamıştı. Sokaklarda ise dudaklarda tüten yalancı bir ihtilal şarkısından başka bir şey yoktu. Sevginin ve aşkın kimliği ve dili, ilkin akıl ve bilim, sonra adalet, en sonra da özgürlük adına inkâr edildi. Modern insan, Descartes’ın aklına sarılmış ve Pascal’ın kalbini giyotine göndermişti. Freud’un cinsellik nazariyesi baş tacı edilirken, medeniyetlerin kuruluşunu sevgiyle açıklamaya çalışan Schiller’in görüşleri zırvalık olarak algılanmıştı. Batıda yeşeren onlarca felsefe akımının tek ortak paydası vardı ve o da akılcılıktı. Rönesansla beraber, insanlığı kurtarmak için kendini feda eden ve insanlara kılıçlarının kanlarını sevgi denizinde yıkamayı salık veren İsa, Platon’un akademisine hapsedildi. Sokrat bizi çoktan aldatmıştı bile. Bacon’ın gösterdiği yeni hedefe, yürekler susuzluktan çatlamak üzere olan atlar gibi dörtnala koşmaya çoktan hazırdı: “Bilgi güçtür.”
Nietzsche, kendisini aldatan sevgilisinin intikamını bütün bir felsefenin köklerini sevgisizlikle sulayarak alma yolunu seçmişti. Bu şartlar altında insanlık birkaç cılız çığlık duymadı değil, ama bu seslenişler yüreklere İsrafil’in surunu üflettirecek kadar güçlü değildi. Ne Halil Cibran’ın elçiliğe soyunarak insanlara sevgiyi tebliğ etmesi, ne de Herman Hesse’nin inanca ve sevgiye aklın yoluyla ulaşılamayacağı yönündeki çırpınışları durumu değiştirmeyecekti. İnsanlık kendine yabancılaşmış ve sevgiyi ötelerde aramaya koyulmuştu bir defa. Bilinçaltının karanlık dünyasında iz süren süvarilerin tüm emekleri ve zamanları bir serap uğruna heba olacak olsa bile artık yapacak fazla bir şey yoktu. Sevginin ulaşılması imkansız bir hayâl olup olmadığını vicdanlarına ancak bu uzun ve zorlu arayış fısıldayabilirdi. Sevginin ruhlarda gerçekleşen bir depremin enkazı altında sıkışıp kaldığını ve umutsuzca imdat feryatları savurduğunu acaba sağır vicdanların duyma şansı var mıydı?
Vebâdan nasibini alan sadece sevgi değildi. Merhamet ve şefkat de hissizliğin oklarına hedef olmuştu. Nietzsche, ilerlemenin ve üstün insana ulaşmanın tek yolunun üstümüze ve başımıza bulaşmış tüm merhamet kırıntılarını süpürmekten geçtiği hususunda gayet emin görünüyordu. Bütün ütopyalarda adalet, şefkat ve merhametin yerine geçmişti. Oysa şefkat ve merhamet olmadan hangi adaletten bahsedilebilirdi ki? Eşitlik bayrağını bizatihi göndere yükselten şey şefkat ve merhametten başka neydi ki? Şefkati bir zaaf olarak gören odaklar ilk olarak kadının annelik duygusuna saldırdılar. Kadını bu şefkat hissiyle mücehhez kılan yaratılış hikmetini anlamaktan uzak bu akımlar, kadının lâtif ruhunu dehşetli bir ahlâk yoksulluğuna terk etmekten zerre kadar hayâ etmediler. Viktor Hugo, “Kadınlar zayıftır, anneler ise güçlü.” diyordu. Said Nursi, okuma yazma bilmeyen annesinden öğrendiklerini seksen bin filozofun ilmiyle değiştirmeye nedense yanaşmıyordu. Ancak Batıyı kapalı gözlerle takip eden ve diline ‘kadının özgürlüğü’ diye bir slogan dolayan bu sözde aydınları, annenin sadece çocuk değil tüm bir toplumu doğurduğunu nereden bilecekti? Oysa küçük bir çaba onlara kadının yüce Allah’ın Cemâl isimlerinin bir tecelligâhı olduğunu gösterebilir ve İslam’ın tarihe adadığı Hz. Meryem, Hz. Safiye, Hz. Hacer, Hz. Hatice, Hz. Fatıma, Hz. Zeynep, Hz. Rabia ve daha nice büyük kadının hikayelerini öğrenmelerine olanak hazırlayabilirdi. Ancak Gandi’nin dediği gibi, “İsteğin olmadığı yerde sevgi yoktur.”
Sevgi, şefkat ve merhameti yansıtan bütün aynaları kırdık. Bizim için sadece gerçekler vardı ve bu gerçekleri modern bilimin rehberliğinde öğrenecektik. Merhameti kendimizden kopardığımız bir taviz gibi gördük. Şefkat elbisesini giymek bize sanki dağları andıran heybetimizden bir şeyler kaybettiriyordu. Gönlümüzü kaptırdığımız her şeyin bizi bir ihanetin çemberine sıkıştıracağını düşünmüştük. Bu dünya hayatında hiçbir yâre güvenilemeyeceğini biliyorduk ve yüreğimiz, her kıpırdayışında sevginin tohumlarını toprağından söküp atmaya her daim hazırdı. Mevlânâ: “Kainattan bir zerreyi çekip çıkarırsan, bütün kainat çöküverir.” diyordu. Bu koca kâinatı birbirine ayrılma kabul etmez bir şekilde bağlayan şey de neydi? Aslında bunu düşünmeye vaktimiz vardı, ama biz Einstein’ın belirttiği üzere düşünmekten korkuyorduk. Erich Fromm ‘Özgürlükten Kaçış’ı yazarken biz ‘sevgiden kaçış’ı tüm hücrelerimizle yaşıyorduk.
Tarihinde ve kültüründe Mevlânâ’sı olan bir toplumun sevgiyi, şefkati ve merhameti unutması mümkün müdür? Sevgi, şefkat ve merhameti bilginin imbiğinde damıtamayan yüreklerin hatırlayacağı hiçbir şey yoktur. Mevlana, kuruntuların ve arzuların ağırlığından kurtulmuş bir insanı, batmayarak suyun üstünde kalan bir ölüye benzetiyordu. Bilgiyi bir yüke veya bir sandala dönüştürmek bize bağlı. Ne bilgisiz bir sevgi ne de sevgisiz bir bilgi bizi istikamet üzere tutmaya yetebilir. Einstein’ın beyni ile, Mevlana’nın yüreğini yan yana getirmeyi başaramayan bir medeniyet daha baştan kaybetmiştir. Hem Sokrat’ın aklına, hem Spartakus’un gücüne, hem Marx’ın eşitliğine, hem Emerson’un kendine güvenine, hem Bergson’un sezgisine, hem Siddarta’nın aydınlanmasına, hem İbn-i Sina’nın zekâsına, hem Gazâli’nin ilmine, hem Mevlânâ’nın aşkına, hem Konfüçyüs’ün faziletli toplumuna, hem de Hz. Ali’nin irfan dolu imanına ihtiyacımız var. Kısacası, dostlar, bizim derdimizden ancak Hz. Muhammed Mustafa (SAV) anlar. “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.” diye buyurmuştu yüce peygamber. “Siz yerdekilere merhamet ediniz ki, göktekiler de size merhamet göstersin.” ifadesi onun başka bir hikmetli sözüydü. Kendisini Taif’te taşlayan gürûh için Allah’tan sadece bağışlama dilemişti tarihin en soylu ruhu. Mekke’yi ele geçirdiğinde kendisine onca ezâ ve cefâ veren ve onu doğup büyüdüğü şehri terke zorlayan Mekkelilere sormuştu. “Bugün size nasıl muamele etmemi bekliyorsunuz?” Hepsi bir ağızdan cevaplamıştı, “Sen soylu bir ailenin soylu bir oğlusun.” Bunun üzerine o, “Gidebilirsiniz. Bugün sizin için hiçbir kınama olmayacak, Allah sizi bağışlasın. O bağışlayıcıların en merhametlisidir.” diye buyurmuştu. Hz. Muhammed bir sevgi, şefkat ve merhamet peygamberiydi. Bazen mescitte, arka saflarda bir çocuğun ağladığını duyması üzerine, bir annenin çocuğu için endişeleneceğini düşünerek, kıldırdığı namazı kısaltırdı. Çocuklara karşı özel bir sevgisi vardı. Bir defasında torunları Hasan ve Hüseyin’i kucağında severken, onu gören Akra ibn Habis’in “Benim on çocuğum var ama şu ana kadar onlardan hiçbirisini öpmedim.” demesi üzerine ona şöyle çıkışmıştı, “Eğer Allah yüreğinden merhamet duygusunu söküp çıkarmışsa ben ne yapabilirim ki?”
Kadınlara ve çocuklara en küçük bir sevgi ve şefkatli bir yaklaşımın esirgendiği bedevi bir toplumda, o bir sevgi ve merhamet meltemi olarak gönüllere esiyordu. Eşlerine hayatında bir defa bile en hafif bir şekilde vurmamış olan bu sevgi ve merhamet peygamberinden tarihin öğreneceği çok şey var. O eşlerin birbirlerine gösterdiği sevgiyi bir çeşit rızık olarak görürdü. “Hatice’nin sevgisi benim rızkımdır.” derdi. “Aranızda en hayırlınız eşine karşı iyi davrananınızdır.” diyerek arkadaşlarını daima hanımlarına karşı nâzik davranmaları konusunda uyarırdı. Onun gözünde erdemli bir kadın dünya ve içindekilerden daha hayırlıydı.
Hz. Muhammed’in şefkati sadece insanları değil bütün bir kâinatı kucaklamaya yetecek kadar engindi. Bir defasında önceki bazı peygamberlerin bir karınca yuvasını ateşe verdikleri için Allah tarafından çok sert bir şekilde ikaz edildiklerini anlatmıştı. Bir gün, bir adamın bıçağını, keseceği koyunun önünde bilediğini görmüş ve ona kızarak, “Bu zavallı hayvanı kaç defa öldürmek istiyorsun?” diye sormuştu. Yine ondan, kötü yola düşmüş bir kadının susuzluktan ölmek üzere olan bir köpeğe su verdiği için sonunda cennete gittiğini öğreniyoruz.
Sevgisizlik ve katılıktan kıvranan çağımızın gerçek muhabbet fedâilerine ihtiyacı var. Birileri kalkıp insanlığın vicdanına tarihin dudaklarında pörsümüş olan bu şarkıyı yeniden çalmalı. Nietzsche’nin gözyaşlarını silmek, Sartre ve Camus’un karamsar ruhlarına ümit aşılamak, Marx’a hayatta ekmekten daha önemli şeyler olduğunu da anımsatmak, William James’in pragmatizmine ahlak aşılamak, Freud’a sevginin şehvetten çok daha büyük olduğunu anlatmak, Makyavel’e başarı için başvurulan nice yolların bağışlanamaz olduğunu öğretmek, ve Thomas More’u daldığı ütopya hülyasından uyandırmak gerek. İnsanı tek boyutlu felsefelerin kıskacından kurtararak, onu Hz. Muhammed’in mektebinde yetişen çok boyutlu, kâmil insanlarla hemhâl kılmak lazım. Mevlânâ’nın engin hoşgörüsünü, Arâbi’nin okyanus derinliğindeki kalbini, Yunus’un insan anlayışını, Ibni Sinâ’nın varlığı okuyuş biçimini, Gazâli’nin imanını, Molla Sadra’nın aşkın hikmetini, Ebu Zer’in adaletçi vicdanını, Hz. Ali’nin devrimci zühdünü, tarihin kucağından alıp bugüne taşımak lazım. Sevgi, şefkat ve merhametin varlığın her zerresini kuşattığına inanan ve hakikatin kendi ruhlarının derinliklerinde gizlenmekte olduğunu bilen kimseler için bu hiç de zor değil. Bunun için uzun ve zorlu bir tarih yolculuğuna çıkmak gerekmiyor, hikmet bize sadece bir kitap uzaklığında.Yeter ki biz kendi benliğimizi perde perde kitaba ve hikmete açalım. Hayret! İşte bu gerçek rahmet, değil mi?
Turgay Evren
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.