- 469 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Bir Silindir Geçti Üzerimizden 3
Lise’ye başladığında
Rus köylüsüne Mujik dendiğini
Hamingway’in savaş muhabiri olduğunu
ve İnce Memed’in üç cildini biliyordun artık.
Ve balcı babanın
ve susukun annenin
ve on beş haneli köyündeki
altmış beş kişinin
hiç duymadıklarını
hiç görmediklerini
hiç bilmediklerini
duyuyor
görüyor
biliyordun
Ve durmadan
bıkıp usanmadan
yorulmadan
yaşamaya dair
insanlığa dair
yeni
yeni şeyler öğreniyordun
ve senin yüzünden
doğrusu senin sayende
balcı baban
bir değil
bir çok adım ileri atmış
on beş haneli
altmış beş nüfuslu
dört dağ arasında unutulmuş o köyü
bir tek bal arılarını bırakıp geride
terk edip
kente yerleşmişti.
senden sonraki kardeşin de
ilkokula başlamıştı.
İnce uzun boyunla
elli’yi geçmeyen kilonla
kocaman ela gözlerin
ve düzgün burnunla
artık bir liseliydin.
Balcı babana inat
suskun ve içine kapanıktın.
Kendini okuluna ve derslerine adamıştın.
Balcı babanı tanıyıp bilenler
senin onun oğlu olduğuna inanamıyordu.
Çünkü balcı baban
hayattan zevk alan
yanakları kırmızı kırmızı hep sağlıklı olan biriydi
Ve hep tebessüm edip kahkaha atıyordu.
Dilinden türküler şarkılar düşmezdi
ve asla hüzünlü türküler söylemezdi.
Neşeliydi hep
soranlara:
Felekle dalga geçiyorum derdi.
Önce senin
sonra küçük kardeşinin
ve kendilerinin geleceği için
haftada bir kez köye gidip
arılarına bakıp dönerdi.
Arılar çok önemliydi
onun her şeyleriydi.
Arılar bal yapacak
balcı baban bal satacak
bal satıp para kazanacak
ve sizler bu sayede
okuyacak
yazacak
yaşayacaktınız.
Bir süre sonra gördü ki balcı baban
bu kentte
yedi ay boyunca yollar
kardan kapanmıyor
ve bu yüzden yedi ay boyunca
yan gelip oturulmuyor
önce senin
sonra küçük kardeşinin
ve kendilerinin geleceği için
daha çok çalışmalıydı.
Yörenin en büyük tuğla fabrikasında bekçi oldu.
Aynı gün bir müjdeli haber alınmıştı
Gülten ablan bir çocuk annesi
balcı baban dede olmuştu.
Çocuğu olunca Gülten ablanın
kocası
alıp karısı ve oğlunu
çalışıp karnını doyurduğu
İstanbul’a götürdü
Ve sana da yine yol göründü.
Artık kabına sığamıyordun
büyük kentlere gitmeliyim diyordun.
Böylece lisenin ikinci sınıfında
ablanın yanında
okula başladın İstanbul’da….
Evet, dedi gölge
güneş yavaş yavaş gitmekte.
Bundan sonrasını artık ben değil
yazarımız anlatacak.
Senin
yani balcı’nın oğlu Seyit’in hikayesi
artık romanlarda
kitaplardan okunacak.
Benden bu kadar
haydi eyvallah
güneşli bir günde görüşürüz inşallah…
İstanbul…!
Devleti Ali’nin ve nice uygarlıkların başkenti
kollarını balcı’nın oğlu Seyit’e açıyordu
ve Seyit’in hikayesi burada başlıyordu.
İstanbul güzeldi
İstanbul zengindi
İstanbul ayrı bir dildi
kültürdü
sanattı
şiirdi
özgürlük
ve uygarlık demekti
ama tüm bunlar
balcı’nın oğlu Seyit
ve onun gibi yoksullar için
hiçbir şey ifade etmezdi.
Onlar da İstanbul’dalardı
ama İstanbul’da yaşamıyorlardı.
İstanbul’un dışında bir İstanbul daha vardı
suları yağmurdan
yolları çamurdan
insanı yoksuldan olan
gecekondular vardı
ve yoksul insanlar
ve emekçiler
ve Anadolu’dan kopup gelenler
oralarda yaşardı.
Bir ekmek uğruna
köyünü terk edip gelen
yoksulluk kader değildir diyen
biraz olsun ileriyi gören
maraba babası gibi
yaşamak istemeyen
genç yaşında beş çocuk sahibi olmuş
çoğunlukla amele
sıvacı
çöpçü
köylüler yaşardı burada.
Ve çok daha zordu
ve çok daha beterdi
dört dağ arasındaki köydeki yaşamdan.
Yağmur suları biriktirirdi kadınlar
çamaşır ve banyo için
içme suyunu
çok uzaklardan
saatlerce kuyrukta bekledikleri
bir hayrattan taşırlardı.
Ve sanki herkese yetecek kadar ekmek varmış gibi
düşünmeden
durmadan
çocuk doğururlardı.
Tarla ve ahır işinden kurtulduk
artık insan
artık evimizin hanımı olduk
derlerken
binbir çile
ve yokluk içinde
ömür doldururlardı.
DEVAM EDECEK