- 545 Okunma
- 3 Yorum
- 0 Beğeni
Manganalı Aziz
General arabayı daha hızlı sürmesini söylediğinde Manuel kırbacını şaklattı. Şehrin dar sokaklarında atların daha hızlı gidemeyeceği ortadaydı ama bir kere general emretmişti. Arabacı kırbacı basıyor, atların ağızlarının köpürmesine, ayaklarının kaymasına aldırmıyordu. Sokaklar da boş değildi. Arada önlerinden kaçamayan olursa, aldırmadan devam ediyorlardı. Bir an önce Mangana manastırının iskelesine varmalıydılar. Önden gidip yol açması gereken iki atlı geride kalmıştı. Kırbacını bir kez daha şaklattı.
…
Sabahki hücum başladığında general Gregorias, Deutoron bölgesindeki savunmayı düzenliyordu. Top ateşinin şiddeti bu seferki hücumun kolay kolay savuşturulamayacağının göstergesiydi. Surlar ve üzerindekiler dayanamayabilir, şehir düşebilirdi. Bu endişeyle savunma hatları arasında koştururken generali saraya çağırdılar. Savunmanın başına Cenevizli general Giovanni Giustiniani bırakıp kendisini çağıran Dük Notaras’ın huzuruna çıktı. Dük onu savunma görevinden aldığını söyleyip, daha önemli bir taneye atadığını söyledi. Bedenlerden ümit kesilmiş, sıra ruhların kurtarılmasına gelmişti. General doğru Ayasofya’ya gidip kutsal emanetleri teslim alacak ve bunları Mangana’daki iskelede bekleyen bir Venedik uskunasına yükleyecekti. Sonra da Mora’ya yelken açacaklardı. Dük, generali itiraz etmesine fırsat tanımadan makamından yolladı.
…
Ayasofya’da onları rahipler bekliyordu. General oraya varana kadar arabayı yüklemişler, arabacı olarak da avludaki görevlilerden birini vermişlerdi. Emanetleri teslim edip aceleyle içeri koştular: Dua etmeleri gerekiyordu. General, iki askeri ve arabacıyla ortada kalmıştı. Çare yoktu, yola çıktılar.
…
Araba sahile vardığında durakladılar. Az ileride, iskelede dükün sözünü ettiği uskuna onları bekliyordu. Atları uskunaya doğru sürdüler. Tam rıhtıma varmışlardı ki sahil boyunca uzanan yolun kuzey ucunda bir kalabalık belirdi. Sıradan bir halk topluluğu değildi bu. Gelenler silahlı ve zırhlıydı. Sonunda olmuştu, şehre girmişlerdi. Üzerilerine doğru gelen askerleri görünce, iskelede generali beklemekte olan Venedikli kaptan uskunasına doğru koştu. Onu tayfaları izledi. Generalin arabacısını kıskandıracak bir hızla palamarları çözdüler ve açıldılar. Arabadakiler ve iki atlı koruma rıhtımda kalakaldı.
General arabacıya güney tarafa dönmelerini söyledi. Ama basit bir kilise hizmetkarı olan Manuel panikledi ve dizginleri bırakıp arabadan atladı. Kalabalık yaklaşmadan sokak arasında gözden kayboldu. Bunun üzerine general arabanın kontrolünü eline aldı ve askerlerine ‘Güneye!’ diye bağırdı. Üzerlerine koşarak gelen kalabalığın önüne düştüler. General askerlerinin de korkuya teslim olmak üzere olduğunu hissetti.
…
Ellerini zincirlediklerinde general artık yalnızdı. Refakatçilerinden biri atılan oklarla vurulmuş, diğeri ise kaçmıştı. Sonunda generalin yolu başka bir sokaktan çıkanlar tarafından kesilmiş, general kılıcına davrandıysa da üzerine atılanlar onu etkisizleştirmişti.
Kılıcını elinden almışlardı. Civarında askerleri de yoktu. Gerçi yakalanmadan önce de Roma’nın büyük lejyonlarına komuta etmiyordu. Roma, daha doğrusu Yeni Roma çok uzun süredir tek bir şehirden ibaretti. General ise onun cılız muhafız kıtasının komutanıydı. O kıta bile uzakta kalmış, büyük olasılıkla kılıçtan geçirilmişti.
Generali diğer önemli esirlerin yanına koydular. Esirlerin arasından biri gelip, kendini generale tanıttı. Kırımla ticaret yapan bir Cenevizli bir tüccarmış. Kuşatma başladığında şehirde kalmış, Galata’ya geçememiş. Farisilerin dilini biliyormuş, isterse generale yardımcı olabilirmiş. Gregorias yardıma ihtiyacı olmadığını söyledi. Latinlere güven olmazdı, hele de kutsal emanetler söz konusu olduğunda.
…
General Gregorias’ı büyük vezirin yanına getirdiler. Vezir generale bir araba dolusu sandıkla ne yaptığını sordu. Belli ki sandıklarda ne olduğunu biliyor, bildiğini generale de onaylatmak istiyordu. General lafı fazla dolaştırmadı. Kilisenin kutsal emanetlerini taşıdığını söyledi. Beraber sandıkların yanına gittiler. Vezir tek tek göstererek kalıntıların adlarını sordu. Greagorias da söyledi: Kutsal haçın parçası, Mesihin dikenli tacı, Vaftizci Yahya’nın kemikleri ve saymaya devam etti. Bitirdiğinde aslında eskiden daha fazla olduğunu ama bir çoğunu Latin’lerin yağmaladığını ekledi. Vezir anlayışla başını salladı. Sonra maiyetinden birilerine generale tercüme edilmeyen bir emir verdi. Emanetler sandıklara geri konulmayıp, çuvallara dolduruldu. Bir tek Yahya’nın kemikleri diğerlerinden ayrı tutuldu, onu özenle vezirin huzundan alıp götürdüler. General çuvaldakilerin nereye götürüldüklerine sordu. Aldığı yanıt kısaydı: Denize!
YORUMLAR
İlhan Kemal
kaçırdığım öyküyü okudum bu öyküde gizemli..keyifle okudum
tebrikler..
İlhan Kemal
canandemirel
buna emin olun..sevgiler..
İlhan Kemal
İlhan Kemal
Genelde öykülerde göndermeler yapmıyorum. Usame bin Ladin'le ilgili bir hikaye yazacaksam doğrudan onun yaşadığı döneme ve çevreye girerim.
'Helikopter havalandığında çavuş O'Meilly beni dürtüp 'Nereye gittiğimizi biliyorsun, değil mi?' diye sordu. Olumsuz anlamda başımı salladım. Çavuş 'İyi' dedi ve geriye yaslandı.'
gibi...
Bu yüzden o tip bağlamalar yapmayın. Bu denli özenle okuyor olmanız gurur verici. Saygılarımla.
reyya
Okuyucu olarak da yeterli olmayabilirim yada bilmediğim bir patikada yürürken kaybolmamak isteğiyle, ağaçlara işaret mi koymaya çalışıyorum acaba.
sebebini bilmiyorum:)))))))))))))))))))
İlhan Kemal
Siz başka bir yorumunuzda 'iz takibinden' bahsedince neredeyse 'Beni takip etmeyin, ben de yolumu kaybettim' diyecektim. Ağaçlara işaret koymanın bu noktada faydası olabilir. Sevgilerimle.