AT YARIŞÇILARI
Gençliğin her şeyi gibi idealleri de güzeldir. Öğretmen okulunda okurken odayı paylaştığım arkadaşlarımla ne hayaller kurmuştuk. Ne idealleri paylaşmıştık. Hepimizde ülkemize ve kendimiz dair güzel düşüncelerle kendimizi beslemiştik. Beslemekle de kalmayıp, düşündüklerimizi hayata geçirmek için dört gözle okulumuzun bitmesini bekledik.
Okul bittiğinde artık, Anadolu’nun köy ve kasabalarında öğretmendik. Çocukları eğitirken, gördük manzara içler acısıydı. Ülkemize ne kadar yabancı olduğumuz o zaman kavradık. Sorunlar sadece çocukları eğitmekle aşılacak gibi değildi. Çocukların anne babaları, çocuklardan daha çok eğitime muhtaçtı. Karşılaştığımız her sorunda karşımıza çocukların aileleri çıkıyordu. Özellikle kız çocuğunu okutmayan, okutmak istemeyen köylüler vardı. Gençliğin verdiği güçle bunlarla da başa çıkmaya çalışıyorduk.
Her şey istediğimiz gibi gitmiyordu. Yabancı olmanın getirdiği soğuklukla insanlarla kaynaşmakta güçlük çekiyorduk. Herkesçe sevilmeye çalışmak kadar zor uğraşlar içindeydik. Bu aynı zamanda insanın kişiliğini zorlayan ve moral bozucu bir durumdu. Camiye gitmek, cenazeye gitmek, düğünlere gitmek görevlerimizi arasındaydı. Oysa ben bu tür yerlerde oldukça sıkılan birisiydim. Bütün bunlara rağmen köyde sevilen birisi olmuştum. Köyde doğup büyümüş cami imamı ve muhtar beni çekememeye başladı.
Muhtarın yıllarca muhtarlığına rağmen akıl edemediği işlere kalkışıyordum. Köyün ekilmeyen engebeli arazisini ağaçlandırmıştım. Açıkta bulunan tuvaletlere fos bettik çukurları açarak köylüyü kahvelerden koparmıştım. Bir süre sonra kahvehane sahibi de düşmanlarım arasına katıldı. Bunun farkında biri olarak köyün sorunlarını muhtarla birlikte kaymakama aktarmaya gidiyordum. Çalışan köylülere kahveciye çay yaptırıp dağıttırıyordum. İmamın gönlü olsun diye köylülerle camiye çeki düzen verdiriyordum.
Okulsuz yıllarda okumayan yetişkinleri akşamları ya okulda ya da kahvehanede okuma öğretiyordum. Okuma bilen gençleri anne babalarına okuma öğretmeye yönlendiriyordum. Oysa beni ve kardeşlerimi yetiştiren anne babamıza, biz kardeşlerin hiçbir okuma yazma öğretmemişti. Bizler öğrenmenin, okuyup yazmanın bir paylaşım olduğunu dahi bilmiyorduk. İnsan bazı şeyleri geç kavrıyor ya da hareket halinde iken öğreniyordu.
O zamanlar anlamıştım ki, köyler için köy enstitülerinin çok iyi düşünülmüş ve uygulanmış bir eğitim modeli, olduğunu kavradım. Boş zamanlarımda kasabada bulunan TÖB-DER’e gidip, öğretmen arkadaşlarla saatlerce bu konuları konuşuyorduk. Bu eğitim projesinden o kadar etkilenmiştik ki, köylerdeki birçok öğretmen arkadaş bu modeli uyguluyordu.
Biz öğretmenler canla başla bir şeyler yapmaya çalışırken, başkaları da kuyumuzu kazıyordu. Özellikle köylerdeki toprak sahibi ağa konumunda bulunan varlıklı kesim oldukça rahatsızdı. Bunlar köylünün okuryazar olmasında tutun, köyün sorunlarına sahip çıkan insanlar olmasında bile rahatsız oluyorlardı. Kendi çocuklarını büyük kentlerde okutan bu insanlar yanındaki köylünün, marabanın okumasını istemiyordu. Bu ve benzeri nedenlerden dolayı müthiş bir öğretmen düşmanı kesilmişlerdi.
Öğretmen hakkında söylemedik sözler bırakmıyorlardı. Kasabada kızıl komünist öğretmen derneğinden görevlendirildiğimizi. Bir yılan gibi köye sokulduğumuzu köyü zehirlediğimiz anlatılıyordu. Daha ileri giderek kızlara gelinlere kötü gözle baktığımızı bile söylüyorlardı. Oysa bütün hareketlerimizle köylünün denetimi altındaydık. Değil kötü bir hareket yapmak, aklımızın ucundan bile geçiremezdik.
Bir gün Konya da öğretmenlik yapan arkadaşım geldi. Kaşı gözü patlamış, çok kötü bir dayak yediği anlaşılıyordu. Başına geleni anlattığında kendimi biraz olsun şanslı buldum. Sağcı bir gurubun hakimiyeti altındaki bir okulda, gece eve giderken kalın sopalarla ölesiye dövülmüştü. Aldığı onbeş günlük doktor raporu ile ailesinin yanına gidememiş, bana gelmiştir. Sabahlara kadar sohbet ettik. O sohbetlerimize bile kulp takıldı. Sabaha kadar köylünün beynini nasıl yıkayacağımızın planını yapıyormuşuz.
O zaman anlamıştım. Köy enstitülerine yapılanları bize birey olarak yaşatılıyordu. İktidarlar da bizlerin köylerde, kasabalarda fazla durmamamız için elinden geleni yapıyordu. Daha bir köye, kasabaya ısınmadan başka köylere ve kasabalara atamamız yapılıyordu. Arkasından iyi öğretmen olsaydı, oradan buraya gönderilir mi söylendiklerini duyuyorduk. Bütün olumsuzluklara rağmen ilkelerimizden, ideallerimizden vazgeçmiyorduk.
Ülkedeki kargaşa almış başını gitmişti. Öğretmene saygının baba anaya saygıya eşdeğer olduğu bu ülkede, öğretmenlere yapılan sırtlanca saldırılar, indirmeler öğretmen öldürmelere varmıştı. Öğretmen okulunda beraber olduğum Celal Çelik isimli arkadaşım, İstanbul’da Gültepe’deki evinin önünde öldürülmüştü. Bunlarla yetinmeyenler işi üniversitelerdeki öğretim üyeleri doçent, doktor, profesörlere kadar vardırmışlardı. Bunlarla yetinmeyen odaklar işi kitle katliamlarına kadar vardırmışlardı.
Bir Eylül gecesi TÖB-DER yönetiminde olman nedeniyle götürüldüm. Uzun günler, işkencelerden geçtikten sonra bırakıldığımda işsizdim. Gençlik idealleri yerini sadece bir işe bırakmıştı. Yapılan işkencelerde ideallerimizle birlikte kimliğimizde kaybetmiştik. Onurunu koruma mücadelesi vermek bir ve birkaç organınızı yetirmeye kadar gidiyordu. Ağır sarsıntılar geçirip intihar edenlere bile rastlanmaktaydı. Hatta bunu bildiklerinden ellerinde kalanlara, “intihar etti” diyip çıkıyorlardı. Ya da bir intihar senaryosu uyduruyorlardı.
Çıktığımda sevinemedim bile. Sudan çıkmış balık gibi çırpınıp duruyordum. İşim olmadığı gibi çevremde oldukça daralmıştı. Birçok arkadaşım hala cezaevinde idi. İmkanı bulanlar yurtdışına kaçmıştı. Böylesi günlerde sokakta rastladığım bir arkadaşa o kadar sevinmiştim ki, anlatamam. Saçımın tıraşlı olduğunu gören arkadaşıma mecazi bir yanıtla askerden geldiğimi söylediğimde. Beni işim var diyerek yanımdan uzaklaşması bütün sevincimi hüzne boğdu. Arkadaşım haklıydı. İçerden çıkan bizler kimlerle irtibat kuruyor diye takip edilmemiz muhtemeldi. O günlerde bir tik halini almıştı. Sürekli takip edilme korkusuyla arkama bakıyordum.
Sonra iş kaygısı ile her şeyi unutup, iş aramaya başladım. İş bulmak her şeyden daha ağır basıyordu. Anam, babamın maaşıyla geçinen dul bir kadındı. Önüme gelen her işte çalıştım. Pazarlarda limon satmaktan, işportacılığa kadar ne iş buldumsa çalıştım. Bu işlerde bana yardımcı olan kişiler öğrencilerimdi. Benim eğitim verdiğim çocuklar, şimdi bana para kazanmanın yollarını öğretiyordu. Bir arkadaşımla gece gündüz çalışarak bir seramik atölyesi kurduk. İşlerimiz çok iyi gidiyordu. Büyük şirketlerin, yemekhanelerin, otellerin, fuayelerin seramik işlerini yapıyorduk. Bir gün arkadaşımla bozuştuğumda ceketi aldığım gibi çıktım. Çıkış o çıkış. Oysa ben işin ortağıyım idim. Böyle garip küskünlükleri olan birisiydim.
Bir fabrikanın müdürlüklerinden birinde yazı işleri şefliği yapmaya başladım. Çalıştığım birimde on kadar elemanım vardı. Daktilograf, evrak kayıt, puantör, odacı vs. Fabrikadaki mühendisler yüksek okulu bitirmiş yazı yazmasını bile bilmiyordu. Onların yazıların ben kaleme alıyordu. Eğitimin içler acısı olduğunu, onların bu halinden anlıyordum. Onlarsa bu durumlarını kibrinden görecek durumda değillerdi. Teknik terimlerde yanlışı yakaladıklarında nerede ise beni fırçalıyorlardı.
Yaşım otuzu geçmeye başladığında evlen baskıları artmaya başladı. Bekarlıkta canıma tak demişti. Oturduğumuz mahallede vakur görünüşüyle etkilendiğim bir kız vardı. Annemi, ablamın araya koyarak onunla tanışıp evlendim. Birde erkek bir çocuğum oldu. Fabrikanın lojmanında bir daireye yerleştim. Yaşamım düzene girmişti. Ama içimde bir boşluk sürekli beni rahatsız ediyordu. Birçok arkadaşım yaşamda oldukça başarılar edinip, güzel yerlere gelmişlerdi. Bense kendi kabuğunda yaşayan biriydim. Bu kabuğu kırmam gerekiyordu. Öğretmen okulundaki ideallerim depreşmeye başladı.
Ne yapmalı idim. Kendimi sürekli ideallerle beslemenin acısını çekiyordum. Bu acı bir boşluğa dönüşüp uykularımı kaçırıyordu. Eşime, çocuğuma ve çevreme kendimi kanıtlamakla kendimi yükümlü hissediyordum. Ama nereden başlayacaktım. Maddi durumumuz çok iyi olmasa da, eşimde çalıştığı için kendi yağımızla kavruluyorduk. Hatta kendimizi zorlayarak, eşimin de ısrarı ile oğlumuzu özel bir kolejde okutmaya başladık.
Dairede at yarışlarına meraklı bir personelimiz vardı. Başka bir birimden bize gelmişti. O kadar meraklı ki, nasıl anlatsam bilemiyorum. Bir gün büronun önünde merhabalaştığım biriyle ayakta sohbet ediyorduk. Sanırım on beş yirmi dakika sohbet ettik. Bürodan bir at yarışı sunuluyordu. Radyo sandık, oysa radyoda at yarışı spikeri gibi yarış sunan Alpaslan idi. At yarışlarında büyük paralar kazanmış, kazandığı paralarla gece hayatı yaşamış ilginç bir idi. Onu gören elinden gazete düşmüyor sanırdı. Oysa elinde sürekli at yarışlarının sunulduğu bültenleri taşırdı. At yarışlarında kazandığı paraları haram diye eve götürmeyip, çevresindekilerle gazino ve pavyonlarda yiyip içermiş.
Gece hayatı bu para mı dayanır. Hem de çevrende birçok arkadaşla birlikte. At yarışında kazandığı paranın yanı da birde maaşını harcadığı gibi borçlandığı da olurdu. Parasız bir gününde yanıma yanaşıp, “Şef bir kupon doldurdum kesin akşam pavyondayım, ama param yok. Para ver şunu yatıralım seni ortak edeyim.” Atların adlarını bir yakını gibi ezberlemişti. Memuriyet hayatında bir unvanın varsa boş zamanında var demektir. Bende şeftim. Bütün gün gazete oku, radyo dinle işleri takip et, rutin işlerin verdiği sıkıntı. “Tamam, Alpaslan” diyip, ortak oldum.
Birde baktım sevinçle içeriye girdi. “Tuttu şef, tuttu şef” diye bağırıyor. “Akşam bendensin” diyordu. Tek düze geçen günlerimiz neşelenmişti. O akşam geç saatlere kadar iki üç pavyon gezdik. Alpaslan çakır keşif olunca başladı, anlatmaya. Gençliğinde aşırı sağcı bir örgütte, ocak başkanlığı yapmıştı. Özellikle öğretmenleri nasıl indirdiklerini anlatıyordu. Bundan korkunç bir pişmanlık duyduğunu ve beni tanıdıktan sonra bu pişmanlığı daha da büyüdüğünü anlatıyordu. Anlatmaya devam ediyordu. İndirmeler, yerini sermelere geldiğinde örgüttün kopmuş. Serme dediği silahlı indirme imiş. Örgütten koptuğunda ölesiye dövülmüş. Affedilmesinde en büyük etkeninin at yarışlarında kazandığı para ile bağış yapıp, arkadaşlarını yedirip içirerek kurtulmuş. Sonra gelen 12 Eylül’le birlikte tamamen kopmuş.
At yarışından gelen para piyangodan çıkmış gibiydi. Yapmak istediğim işler için böyle bir paraya ihtiyacım vardı. İçimdeki boşluğu doldurmak için bir sermaye lazımdı. Büyük bir seramik atölyesi kuracak, çok iyi işler çıkartan yüksek ısılı fırınlar gerekiyordu. İşi büyütüp, bir seramik okuluna dönüştürecektim. Büyük şehirlerde galerileri olan büyük bir seramik atölyesini kuracaktım. Ehliyetimi alıp, birde güzel bir araba almak istiyordum. Gezileri seven ve bundan müthiş keyif alan birisi idim. Bir de bensiz atölyeyi batıran arkadaşım Remzi’den bir şekilde intikam alacaktım.
Alpaslan’la birlikte altılı ganyanların müdavimleri arasına girmiştim. Bu ganyan bayilerinde edindiğimiz çevre bile bizi çekiyordu. Artık radyolarda at yarışlarını izliyor, hipodroma gidiyorduk. Birkaç kere tutturduğum yarışlarda kazandığım para ile Alpaslan’a olan borcumu ödedim. Sürekli o beni götürüyordu. Böylesi bir gecesefasında Alpaslan kendinden biraz daha söz etti.
Sağcı örgütün ocak başkanlığını yaptığı sıralarda eve barka gelmediği için annesi babası oldukça tetirdin imiş. Okulu terk ettiği yıl, bir arkadaşına uyup at yarışlarına başlamış. İyice evden barktan kopmuş. Evlendirirsek evini, eşini bilip gelir demişler, bir akrabalarının kızı ile evlendirmişler. Aile zengin olduğundan bir de kızlarına daire almışlar. İlk zamanlar evine eşine gelen Alpaslan, daha sonra apartmanda birçok hısım akraba var diye, tekrar eve barka gelmez olmuş. Eşi de arayıp sormamış. Nerede adam indirilecek, dövülecek Alpaslan orada imiş. Çocuğun yanında babasını dövmek, Annenin yanında oğlu dövmek, karakollarda sabahlamışlar. Para bol olduğundan polislere yemeği biz ısmarlardık. Yani anlayacağın yediğimiz içtiğimiz ayrı gidemezdi. Diye keyifle anlatıyor.
Eşinin hamile olduğunu öğrendiğin bile kopamamış. “İşi silahlı adam indirmelere geldiğinde bu işi içime sinmedi. Ocak başkanlığı yapan bir adamın ayrılması öyle kolay olmuyor” Diyor Alpaslan. Sonra ekliyor. “Başbuğ’su “davadan döneni vurun” diyen bir örgüttün kopmak kolay mı? Diye ekliyor. “Allahtan 12 Eylül geldi de, hemen askere gittim. Zaten yoklama kaçağıydım. Devre kaybı olarak hemen askere alındım. Ben askerde iken bir kızım olmuştu. Nedense hiç sevinemedim. Belki de erkek bekliyordum”
Önceleri Alpaslan ile aramda sürekli bir mesafe koymuştum. Samimi bir itirafı onu sevmeme neden oldu. “Aslında benim oturduğu mahalle ve adımdan dolayı bu harekete yakınlığım oldu. Fikren pek benimsediğim söylenemez, ben eşitlikçi bir insanım” Bunları dinlediğimde hep Alpaslan’da bunların gerçekte var olduğunu gözlemledim. Oldukça dürüst, empati yeteneği oldukça gelişmiş bir insandı. Bence insandaki olgunluğun en büyük belirtisi empati yeteneğinin gelişmesi idi. Paylaşmayı sever, kendisinde fazla bulduğu her şeyi etrafına dağıtırdı. Gömlek, kravat, çakmak, palto buna benzer ne varsa dağıtırdı. Bir diğer özelliği de hiçbir Cuma namazını kaçırmaması. Ama son zamanlarda kendisiden daha az bilgili imamların namazına gitmem demeye başladı. Bu hareketi ile defa Alpaslan da rastlıyordum. Galiba birbirimizden oldukça etkilenmiştik.
Artık birbirimizden ayrılmayan ikili olmuş gibiydik. Aynı büroda çalışıyor. Ayni yemekhanede yemek yiyor. Ayni ganyan bayiinin müdavimliğini yapıyorduk. Arkamızdan, bazen yüzümüze karşı iki at yarışçı, Atçılar, Dıgıdık dıgıdık, Faşo – kom. Ortaklar, diyorlardı. Benim at yarışlarına başlamamı Alpaslan’dan, Alpaslan’ın Cuma namazlarını terk edişini benden biliyorlardı. Alpaslan’la arkadaşlığımızla birlikte bir birimize benzemeye başlamıştık. Artık vazgeçmediğim günlük gazetemi okumaya bile zaman kalmıyordu. At yarışlarını takip ediyor, üç beş kuruş para getirirse akşamları içiyorduk. Evle, eşimizle ve çocuğumuzla ilgilenmeyi unutmuştuk.
Sanırım bu at yarışlarına kendimi kaptırışımın etkilerinden biri de, bu hayvanı çok sevmemdi. Köylerde öğretmenlik yaptığımda fırsat buldukça ata biner dağda bayırda, yaylalarda gezerdim. Güzel sanatlardan resme olan ilgimden dolayı çok at resimleri çizerdim. Birçok öğretmen arkadaş, “sen Adalet Partilisin” dediği olurdu. Bu resimleri bütün akrabalarıma dağıtmıştım. Bir tane de Alpaslan’a verdiğimde bir çocuk gibi sevinmişti.
Bizimle çalışanlardan biri de Ahmet isimli bir puantördü. Fabrika çalışanlarının puantörlüğünü yapan ve lafını hiç kimseden esirgemeyen biri idi. İşinde oldukça titiz olan bu arkadaş, evine, eşine ve çocuklarına da düşkündü. Biz onunla dalga geçtiğimizde, o da bizimle dalga geçerdi. “Atla, itle uğraşacağınıza biraz çocuklarınızla, evinizle ilgilenin” derdi. Özellikle bana dönerek; “Nevzat Bey Nevzat Bey geleceğinizi hiç iyi görmüyorum. Bak Genel Müdürlükteki Serdar Bey de at yarışlarına başladı, yuvası dağıldı adamın” Bizse geleceğimize, sırtararak gülüyorduk.
Bazen hızımızı alamayıp, kokusuz içkileri işyerinde bile içiyorduk. Bana çay getiren odacımız bardak toplarken bardağımın dolu olduğunu görür. “Şef çayı hep soğutuyorsun”, diyip bardağımı almak istiyordu. Bense “soğuk çayı seviyorum, benim bardağımı alma” diyordum. Bir gün nasılsa uyanmış. Bana “Şef senin yatacak yerin yok” dediğinde, elimle sus işareti yapmıştım. Çok dindar olan bu insan ayni zamanda oldukça, ketum bir yapıya sahipti.
Bendeki bu değişikliği gören eşimde yavaş yavaş tepki vermeye başladı. Artık sık sık tartışıyoruz. Her tartıştığımda ceketi alıp kendimi altılı ganyan bayilerine atıyordum. Orada insanlarla yarış kritikleri yapıyor, atlar üstüne konuşuyorduk. Sonra soluğu meyhanede alıyordum. Akşam otele gider gibi eve gidiyordum. Alpaslan da başka bir semtte oturduğu için çoğu zaman bir birimizde bağımsız olabiliyorduk. Birkaç kez eve getirdim. Çünkü bizim ev daha merkezi idi. Onun evi çok uzak bir ilçeydi. Eşim bu değişikliğin arkadaşımdan kaynakladığını anladı. Tartışmalar bu yönde olunca Alpaslan’ı bir daha gelmedi.
Alpaslan da evden kopmuş. Sabahlara kadar mahalledeki kahvehanelerde sabahlıyor. Gündüz işe geldiğinde uyukluyordu. Bir gün Alpaslan işe gelmedi. Aradık, taradık, sorduk, soruşturduk eve de gitmemiş. Ertesi gün karakoldan haber geldi. Mahallede takıldığı bilardo salonu olan büyük bir kahvehane çıkan bir kavgaya katılmış. Kahvehane büyük bir apartmanı en alt katı ve apartman sahibinin oğlu işletiyormuş. İşleten adam Alpaslan gibi geçmişte ocak başkanlığı yapmış ve tekvando şampiyonlukları olan biri imiş. Kavga çıkaranlara “benim mekanımda nasıl kavga çıkarırsınız” diyip girişmiş. Bu esnada bilardo sopası ile bir adamın tek gözü kör olmuş.
Gözü kör alan adam kahvehane sahibinden başka diğer bir suçlu olarak suçu Alpaslan’a atmış. Kahvehane sahibi mekan sahibi olarak mağdur gözükünce, Alpaslan’ nezarete atmışlar. Kahvehanede kırılan dökülenden dolayı kahvehane sahibi tutuksuz yargılanmaya başlarken, Alpaslan tutuklanmış. Kör olan adam bir işletmede şoför alarak çalıştığında göz kaybı için tazminat davası açmış. Reis dedikleri kahvehane sahibi bağlı olduğu siyasi hareketin en güçlü avukatını tutmuş. Bu avukat büyük paralar isteyip, paranın yarısını dava uğrunda harcayıp davayı kazanmakla ün yapmış bir kadındı. Kadın avukatın gücü ve daha sonra kahvehane sahibinden korkan davalı, suçu tamamıyla Alpaslan’a yıkılmıştı. Ayrıca Alpaslan birlikte ocak başkanlığı yapmış olan Reis bir centilmenlik anlaşması yapmıştı. İki kişinin mahkemelerde sürünmesi doğru değildi. Bir kişinin üstlenmesi daha uygundu. Bu uygunluk Alpaslan’a daha uygundu. Gereken yardım da yapılacaktı. Böylelikle Reis bu davadan sıyrıldı. Bütün suç Alpaslan’ kalmıştı. Reisi kendi sıyrıldıktan sonra hiçbir yardımda bulunmadı. Alpaslan da gurur yapıp, yardım istememişti.
Alpaslan iki ay tutuklu kaldı. Tutuğumuz avukat, tutuksuz yargılanmasını sağlamıştı. Buna karşın büyük paralar istiyordu. Davalının istediği tazminat karşılığında, yükümlünün kendisine ve eşine ait daire, arsa ne varsa ona mahkemenin el koyma ihtimali vardı. Avukatın önerisi ile Alpaslan boşanmak zorunda kaldı. Bu olaydan sonra evlilik iyice bozulmuştu. Boşanma da iplerin iyice kopmasına neden oldu. Zaten uzun bir süreden beri Alpaslan’ın eşi, kocasından umudu kesip bir işte çalışıyordu. Kızı oldukça başarılı bir lise öğrencisiydi, dayısı sahiplenmişti. Dolayısıyla Alpaslan bu konuda rahattı.
Alpaslan’a bankalardan tüketici kredileri çekiyorduk. Üç dört banka olunca yükü hayli arttı. Banklar artık kredi vermediği için bir tefeci bulmuştu. Adam büyük faizlere para veren biriydi. Günün geçmesiniyse birlikte faizi daha da artırıyordu. Avukat ise tefeciden kalır yanı yoktu. Davacı çok yüksek bir tazminat istiyordu. Alpaslan öyle bir batağa saplanmıştı ki, anlatmak oldukça zordu. Tefeciden alıp avukata veriyor, bir kısır döngünün içinde bocalayıp duruyordu. Akrabalarına gidemediği için nazı geçen arkadaşlarında birkaç günlüğüne misafir oluyor. Otel odalarında kaldığı da oluyordu. Parası olunca harman olmayınca seyrandı. Bu arada at yarışlarına daha çok sarıldı. Kendisini bu sıkıntılardan kurtaracak bir at parasına ihtiyacı vardı. At parası Alpaslan’a özgü bir terimdi. At parası demek, helal olmayan, havadan gelmiş bir paraydı. Yani kumarda kazanılmış bir paraydı. Belki de böyle düşündüğü için eline geçen parayı çabukça elden çıkarması bundandı.
Kafayı bulduğunda bilmem kaç daire parasını kazanıp harcadığını anlata anlata bitiremezdi. Tefeci bakmış ki, Alpaslan’ın durumu kötü, ipotek olabilecek gayrimenkul olmaksızın bir daha para vermeyeceğinin söylemiş. Alpaslan bu sefer başka bir tefeciye yakayı kaptırmış. O zamanlar kredi kartları yoktu. Olsaydı, kesin kart mağduru olmuştu. Alpaslan’ın en zayıf tarafı ise sözünde hiç duramamasıydı. Yeminler edip, “sigarayı, içkiyi, at yarışını bırakacağım” diyor. Ama bir türlü bırakamıyordu. “Ben beş vakit namazları, cumaları bırakmış bir adamım” diyordu. Ama sözünde durmuyordu. Her yeminin ertesi onu altılı ganyan’dan çıkarken, görenlere olmadık yalanlar söylüyordu. “Adliyede savcı arkadaşa kupon doldurdum, onun kuponunu yatırdım. Bir şey çıkarsa sebepleneceğiz.” Bu da, bu illetin ne kadar bağımlılık yaptığının bir kanıtı olsa gerek.
Ganyan bayiindeki insanlar bir birine o kadar çok benzer ki, hemen hepsinin birbirine benzeyen öyküleri vardır. Hemen hepsi yaşamda başarısız, umutsuz insanlardır. Yaşam yarışını atlarla yapmaya çalışan bu insanlar, kendileri yerine atları yarıştırırlar. Hayal kırıklıklarının çoğu meyhanede noktalanır. Kazanıldığında ise kutlama yeri ya pavyon ya da gazinodur. Sabahlara kadar ye iç. Evdekiler kimin umurunda.
Benim durumu ise hiç iç açıcı değildi. Alpaslan’a olan kefilliklerimde bankalarla başım dertte idi. Artık tatil günleri bile evde duramıyor, hemen altılı ganyan’a ya da meyhaneye gidiyordum. Eşimle kavgalarımız ayrılık noktasına gelmişti. Bunu bilen lojmandan dostlarım her gün yanıma gelerek, bu ayrılıktan beni vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Bunu görenler “bu adamlara ne borcun var, sürekli geliyorlar” diyordu. Ayni şekilde eşimin işyerine gidip onu da ikna etme turları yapıyorlardı. Eşim çok zeki bir kadındı, beni birçok beladan korudu. Ayni zamanda bana güvenmediğinden bir kooperatiften hisse almıştı. Ne zaman o kooperatif evi teslim edildi. Bizim evliliğimiz de bitti. Bir gün baktım bir yatak, giysilerim ve üç beş kap kacaklar kala kalmışım. Oğlumu da beraberinde götürmüştü. Sürekli “oğlana kötü örnek oluyorsun, kendine benzeteceksin” diye başımın etini yiyordu.
At yarışı, içki, sigara, borçlar beni insanlıktan çıkarmıştı. İnsan bir şeye kapıldı mı zaman nasıl da geçiyor. Dönüşü olmayan bir yolda olduğunu anladığında, yaşam ne kadar anlamsız geliyor. Yıllardır içimde hissettiğim boşluk bir uçurum olmuştu. Ben bu uçurumdan her gün rüyalarımda düşüyordum. Fabrikada çalışan işçilere gıpta ile bakıyordum. Birçoğu düzenli bir eğitimden geçmediği halde, yaşama benden daha disiplinli bir şekilde sarılmışlardı. Korkunç bir yalnızlığın içinde boğulmaya başladım. Lojmanda herkes selamı sabahı kesmişti. Artık lojmanda bekar bir erkektim ve bu çevreye korkunç bir rahatsızlık veriyordu. Arada bir Alpaslan bize geldiğinde komşuların rahatsızlığı daha da artıyordu. Anlıyordum ki, konu komşu durumdan haberdar. Rahatsızlığım daha da artıyordu.
Lojmanda o kadar rahatsız oldum ki, annemin yanına sığınmak zorunda kaldım. Oysa annemle aramız hiç iyi değildi. Annem bir tarikatın ileri geleni olmuştu. Haftanın belli günleri kadınları toplar başına, hu çekerlerdi. O benim alışkanlıklarıma saldırırdı. Bense onun kadınlara vakit geçirmelerine takmıştım. O yüzden ayda bir iki ziyaret ederdim. Bir ziyaretimde kapının önünde yüze çifte yakın ayakkabı gördüm. Ayakkabıları birbirine kattım ve sekizinci kattan aşağı bodruma kadar hepsini aşağı attım. Aparmandaki kadınlar hu çekişine öyle bir dalmışlar ki, o gürültüye kimse çıkıpta bakmadı bile. Bir köşede keyifle izledim. Kabak mahallenin muzır çocuklarının başına patladı.
Tek şahsım annemin de yalnız olması idi. Yalnızlıktan hoşlanmayan annem beni kabul etmek zorunda kaldı. Eşimi pek sevemediğinden ayrılığımıza sesini çıkarmadı. Eşim annemin tarikatına girmediği gibi onun bu davranışını eleştiriyordu. Çünkü kadınlar burada hu çekmekten öte başka işlerde yapıyorlardı. Örneğin dedikodu gibi, çöp çatanlık gibi şeyler. Ha unutmadan şunu da anlatayım. Belki beni düzeltir diye, varlıklı dul bir kadını benimle evlenmeye ikna etti. Kadının çocukları direnince evlenme işi yattı.
Bir gece kapı çalındı. Gelen Alpaslan’dı. Annem Alpaslan’ı çok severdi. Dini bilgisi annemle uyuşuyordu. Annemle saatlerce konuşur, bense gazete okurdum. Yaşlılarla sohbeti çok seven Alpaslan’ı, annem benden daha çok seviyordu. Alpaslan’a beni tarikattan bir kadınla evlendirmek istediğini anlattım. Alpaslan’ın kafasına yer etmiş. Annemler saatlerce sohbet ediyor. Fakat bir türlü açılamıyor. Annemin mutfakta olduğu bir zamanda bana yalvardı. “Ne olur şöyle, bana evi barkı olan bir kadın ayarlasın. Orada burada sürtmekten bıktım usandım.” Bense “sen söyle” dediğimde, “ya bu kadar sohbetimizi yağcılık zanneder” diyerek bana tekrar yalvarmaya başladı.
Alpaslan günlerce gelip gitti. Her seferde annemle sohbeti ediyor bir türlü söyleyemiyordu. Artık öyle kızmıştım ki, dayanamayıp azarlamaya başlamıştım. ‘Kardeşim neden ısrar ediyorsun.’ “Abi insan kendisine istemeye çekinir ama bir başkasına isteyebilir” demez mi? ‘Allah belanın versin senden kurtuluş yok’ diyerek anneme konuyu açtım. Annemin tek sözü, “senden ağzım yandı.” Demesiydi. Bu söz annemin bu işi yapmakta büyük baskı altında olduğunu hissettirdi. Konu bir daha açılmadı.
İki insan bir birimize benzemiştik. Ne ev ne bark, ne eş ne de çocuk vardı. Alpaslan, “Abi bu atlar bizi üzerinden hep atıyor, senin kafa iyi çalışır, benim durumuma bir çare bulalım” dediğinde ne kadar gülmüştüm. Oysa benim de ondan bir farkım yoktu. Tek avantajım annemin yanında kalmamdı. O da burnumda geliyordu. Evde hu çekileceği zaman, beni evden kovuyordu. Kar, yağmur, tipi de olsa evden çıkıp bir yerlere gitmeliydim. Sonra oturup Alpaslan’ın çalışma sürelerini hesapladık. Altı ay dişini sıkarsa emekli olabilecekti. Altı ay sonra aldığı para ile bütün borçlarına yetmese bile birçoğunu temizleyebiliyordu. Böyle bir çözüm aklına yattı, rahatladı.
Altı ay sonra Alpaslan emekli oldu. Emekli ikramiyesini aldığı gibi ortadan kayıp oldu. Sanki yer yarıldı da içine girdi. Ortalıkta bir daha gözükmedi. Doğup büyüdüğü, oturduğu mahalleye gidip araştırdım. Yok, ne bir gören, ne bir duyan var. Bir yakını Adapazarı’na, akrabalarının yanına gitmiş olacağını söyledi. Orada depremde de ölmüş olabileceğini söylediler. Yoksa elindeki para için öldürülüpte, bir kenara mı atıldı. Aradan yıllar geçtiği halde, hala bir ses seda yok. Oysa vefalıdır iki eli kanda olsa hal hatır sormak için uğramadan edemezdi.
Kendimi içkiye, sigaraya o kadar vermiştim ki, sağlığım bozuldu. Annemin ve kardeşlerimin zoruyla hastanede alkol tedavisi görmeye başladım. Kendime yepyeni bir hayat kuracaktım. Borçlarımı bitirdim. Emekliliğim de gelmişti. Emekli ikramiyemle küçük bir ev alıp, emekli maaşımla sakin bir hayat yaşayacaktım. Emekli ikramiyesini aldığımda, daireden daha önce memuriyetten istifa ederek kendi işini kurup batırmış bir arkadaşım vardı. “Ev acil değil, gel sana iş kuralım. Emeklilikte sana bir meşguliyet lazım ” diyerek. Eline geçirdiği paramı borsaya yatırıp, batırdığında iş işten geçmişti. Çok saftım. Oysa bu adam birçok kişiyi dolandırmış, tehdit mektupları almaktaydı. İnsanlar bütün parayı at yarışına yatırdığımı söylediler. Bunu bile bile paramı kaptırma, beni tekrar alkolün kucağına itti.
Annem artık sağlığı bozulduğu için beni istemediği gibi, anneme bakmaya gelen tarikat kadınları vardı. Onların rahatsız olmasını istemiyordu. Hatta birçoklarından beni saklıyordu. Tekrar hastaneye yattım. Doktorlar beni çok sevdi. Bana tahsis ettikleri odada aylarca kaldım. Hastaneye ve doktorlara resimler yaptım. Bir gün artık hastaneden taburcu olmam gerektiğini, daha fazla tutamayacaklarını söylediler. İstersem hastaneye yakın bir yerde bir oda tutabileceğim ve bu konuda yardımcı olacaklarını söylediler. Burası bir okullar bölgesi olduğu için oda bulmak kolay olmuştu. Birkaç ay son annem öldüğünde ev bana kaldı. Bütün kardeşlerim mirastan feragat etmişlerdi.
Şimdi dipsiz bir kuyuda gibi, bu evde yaşamaktayım. Arada sırada gelen oğlumdan başka bir kimsem yok. Yalnızlığın en büyük acısı da sürekli iç çatışlar yaşamak. Yıllarca hissettiğim boşlukla, dipsiz bir kuyuya düşmüştüm. Atları seviyorum ve at yarışını ufaktan ufaktan oynamaya devam ediyorum. Atın ölümü arpadan olsun misali.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.