Ahmet:
Hep yaşasın diye erken ölür bazı anılar…
Başım Belada;
Peşimi bırakmayan telaşlı bir kuşla beladaydı başım. Bela kelimesindeki a, kısa ve keskin okunduğunda komik mi oluyor sizce? Peki, bu sözcüğü sadece üç kelime öğrenebilmiş bir tuhaf kuştan duymak? Ahmakça bir korku benimki sanırım. İzlenmeyeli asır olmuştur, şimdi bu polis korkusunu içime düşüren, sahnedeki Ahmet taklidi adamın etkili sesi olsa gerek.
Burnu Laz, Panço bıyıklı, baştan sona her yeri kuş, renkli tüylü bir tavus kuşu haliyle, kıpırdamayan baykuş gibi duruşuyla; tuhaf bir mahlûkat pervazda beni izliyordu. Saatlerce uçup, hiç üşenmeden beni takip etmiş ve bu barda beni bulmuş olması, her şeyin sadece aptal bir hayal olduğunu gösteriyordu.
Elinde bir peçeteyle ona yaklaştı bir kız, her haliyle soliste hayran olduğu belli olan vücut diliyle, anlattı bize her şeyi tüm açıklığıyla. Adam orkestrasına eğildi, keman bir giriş yaptı.
Bedenim terk etti mekânı, yıllar öncesinden kalma bir hançer; en paslı haliyle dikildi karşıma, beni sorguya çekti.
—Ne istiyorsun?
Göründüğünden oldukça derin ve zor bir soruydu bu. Ne mi istiyorum, nerden bilebilirim. Hayattan bir şey istememe konusunda çok deneyim kazanmış biri olarak, istemenin yollarına dair bilgilerim oluşmuştu. ‘Andan iste ne isteyeceksen’ dedim bir gün kendi kendime, dünden veya yarından değil. Şimdinin kendisiyle didiş dur. Şimdi ne mi istiyorum?
Ahmet Kaya-bu bar-aşk konulu bir şey yazmak istiyorum. Şey dedim çünkü öykü değil, şiir değil, tanımsız bir şey düşündüğüm. Anıyı hatırlatan, kimi yerlerinde röportaj havası içeren, yer yer şiirle süslenmiş bir şey olmalı. Yazıya uzaktan bakıldığında; yarattığı havanın topluma düşen siluetinde, tüm haksızlığa uğramış sanatçılarımızın gülümsemeleri olsun istiyorum. Azınlık olduklarından, az olanla bir olduklarından azımsanmış tüm yeteneklerimizden, ülkem adına özür dilemektir niyetim.
Bu şey; farklı düşünen, çoğunluk olmamaktan başka suçları olmayan o cengâver yürekliler için bir nevi saygı duruşu olmalı. Önsözden sonra bıraktığım boş sayfaya tüm sevenleri gözyaşlarını akıtsın. Çocuklar iyi niyetlerinden yaptıkları telden oyuncaklarını, gençler bundan sonra kıymet bileceklerine dair ettikleri sözlerle örülü sevgi yumaklarını iliştirsinler. Tüm yaşıtları, aynı asrı paylaşmanın ağır yüküyle ezilmiş omuzlarını dik tutarak yalvarıp af dilesinler istiyorum.
Dokunulmaz tabuların gözetiminde bir yaşam sürüyoruz, yarım yamalak bir demokrasiyle, sindiremediğimiz bireysel demokratlıkla sürünüp gidiyoruz. Değişik tarzlara, farklı bakış açılarına olan tahammülsüzlüğümüz ta aile yapımıza dayanıyor. Karşı konulamaz bir ‘baba’ figürü, okulda ‘öğretmen-müdür’, işyerinde ‘yönetici’, evlilikte ‘koca’ olarak karşımıza çıkıyor. Sesini yükseltmek edepsizlikle eşdeğer olduğundan, edepli semaverler olarak yetişiyoruz. Biblo gibi bakınıp duruyoruz hayatın içimizden geçişine.
Kum Gibi;
Adama haksızlık etmişim galiba. Enfes bir sesi ve sahnesi varmış, ne de güzel söylüyor.
‘’Acımasız olma şimdi bu kadar’’…
Kuş artık sağ omzumda.
Çok hüzünlendiğimde beni uyarmak için pençelerini geçiriyor köprücük kemiğime. Ben hangi acıya gark olacağımı şaşırıp, adamı dinliyorum.
Şimdi kendi bestesini söylüyor, Yusuf abisiyle yapmış olduğu şarkı hiç fena değil.
Bir ufak rakıyı bitirmiş olduğuma inanmak güç. Zira bu kadar içmeyeli çok oluyordu. Hiç ara vermeden saatlerce söyleyip sonra mola verdi. Yanımdan geçerken hakkında dediklerimi duymamıştır umarım diyerek kızardım biraz.
Ufak bir aradan sonra iki saat daha söyleyeceğini söyledi adam. Kapının önündeki afişe baktım Hüseyin Deniz Aydın yazıyordu.
Sesinin renk benzerliği, onun şarkılarına ağırlık vermesi ilk duyan için itici gelebilir. Hep birilerini taklit ederek büyüyen bir kuşağın neden bu tip bir taklitçiliğe bu denli iğreti baktığı konusu biraz muğlâk olmasına karşın; zorluklardan imaret mertebeleri emerek geçinen sülüklerin olduğu da bir gerçekti. Bu adam bir başkaydı, emek dolu çalışmalar sonucu bir yerlere geldiği aşikârdı. Sesinin güzelliği bir kenara, anlamlı bir dokusu da vardı ve aynı zamanda kullanabilme konusundaki yeteneği göz alır bir haldeydi.
Oturmaya karar verdim, bir ufak daha söyledim.
—‘buyurun bu çerezde müessesenin ikramıdır’ diyerek, yorgunluğunu saklayamayan bir gülümsemeyle gelen garsona uzattım peçeteyi. Barda bir şeyler içen adama götürmesini istedim. Hüseyin üşenmedi bana el etti ve çalacağız anlamına gelen bir işaret yaptı.
Üç şarkı sonra sıra gelmişti benim isteğime, şarkı başlayınca ben yirmi yaşıma gittim. Sesim titreyerek onu sevdiğimi söylemeye çalıştığım o parktaki halime tebessüm ederken, elimdeki aynı kalmış saflık için sevindim. Kirlenmediğime, bozulmadığıma, her şeye rağmen çamura bulanmadığıma bakıp gurur duydum yaşantımla. E bu dumanlı kafayla da normaldir arkadaş bu kadar narsislik, idare ediverin. Kendi omzuma vurup ‘aferin aslanıma’ dediğimi burada söyleyecek değilim. Ne kadar da meraklısınız, hangi şarkı olduğunu söylemeden önce, size biraz aşkımdan bahsetmeyeyim mi?
Yaz tatili için misafir olarak teyzesine gelmiş bir güzeldi o. Dümdüz zifir saçlarıyla mı deli etmişti beni, salınışındaki inanılmaz tahrik ediciliğiyle mi emin değilim. Kararlı ve birazdan çok önemli emirler verecek bir başkomutan edasıyla bakan siyah gözleri mi korkutuyordu beni yoksa kayısı çiçeği gibi kokması mı bilemiyorum.
Mahur Beste;
Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımız da sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız
Bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı
Güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı
Hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı
Gittiler akşam olmadan ortalık karardı
Bitmez sazların özlemi daha sonra daha sonra
Sonranın bilinmezliği bir boyut katar ki onlara
Simsiyah bir teselli olur belki kalanlara
Geceler uzar hazırlık sonbahara
Büyük ustanın bu şiirini ne de güzel bestelemişti Ahmet. Sizlere bir aşkı, bir kara sevdayı hatırlatan bu dizeler 1972 de yazılmış Attila İlhan tarafından. Tam tarihi de 6 Mayıs. Bahsi geçen Müjgan ise eski dilde kirpik anlamına geliyormuş. Ağlaşmaların sebebini de varın siz keşfedin. Benden bu kadar tüyo yeter, sonra da aynı şarkıyı tekrar dinleyin. Bilmediğiniz bir âşık için döktüğünüz gözyaşları boşa gitmedi, meraklanmayın nice karanfil havuzlarından daha berraktır hüzünleriniz. Nice genç fidanlar duymuştur ağıtlarınızı, memleket kaygısı çokça sızlatıyor bugünlerde içerimizi…
Deniz’i dinliyorum kirpiklerim nehir
Deniz geliyor gözlerimin önüne
Aynı kader işte diyorum;
Aynı haksızlığın kurbanı hepsi
Aydınlanmamış zihniyetlerin
Körpelikten aldıkları öç ürkütüyor hepimizi
Nazım’a vatan haini diyen
Ruhi Su’nun ölümüne göz yuman
El kapılarında en güzel seslerini çürüten
Zindanlarını düşünürleriyle dolduran
Aynı mantığın iktidarıyla derdimiz
Cem Karaca gibi bir dehaya dönek deyip sırt çeviren
Nice sinemacısını açlığa mahkûm eden
Sınırlandırmacı, şabloncu zihniyettir hedefimiz
Deniz söylüyor ben dinliyorum
Deniz doluyor kavruk içime…
Giderim;
Her dilden, her ırktan, her yaştan, her sınıftan ve her kaliteden insanı etkileyebilen şarkılar yapmış Ahmet. Mükemmeliyetçi entel solcuların ulaşamadığı varoşlara Ahmet’in tüm debisiyle bir çağlayan misali akabilmesinin altında neler vardır. Onun insandan yana söyleminin, olağana selam çakan tarzının, kitleselleşirken oldukça az defoyla kurtulmuş hallerinin ardında yatan sebepler, günümüzün müzikologlarınca tez konusu olmalıdır.
Para harcamak için gezilen gecelerde; içkiden yamulmuş ağızlarıyla, detone olarak, zevkten dört köşeyken bile Ahmet’ten nefret ederek ‘kafama sıkar giderim’ diyen çok lümpen gördüm.
Arabeskten öcü görmüş gibi korkan, bu konuyu kendi içinde çözümleyememiş, gizlice Müslüm dinleyen, her daim caz ve rock seven ve böyle bilinmesini isteyen plastik entelektüeller gördüm; hiç yapamadıkları şeye özenip ‘Kapıyı çarpar giderim’ diye böğüren çoğu erkek insancıklar gördüm.
Kadınlar gördüm, tüm zarafetleriyle, içimi kanırtan yere bakışlarıyla ‘’sen zahmet etme yerinden, gürültü yapmam derinden, parmaklarının üzerinden, su gibi akar giderim’’ dedikleri belli olan kadınlar gördüm. Henüz benim sıram gelmedi, durun bakın o vakit geldiğinde dünya beni nasıl sevecek diyen kadınlardı bunlar. Erkeğinin bir gün; teninden başka, terinden ayrı bir kafeste ederken kahvaltısını nasıl da saçlarındaki yumuşaklığı özleyecek olduğunu hayal eden kadınlar gördüm.
Sağın solun ne olduğundan bihaber yeniyetmeler, içilen ilk biranın yaptığı dumanlı kafalarına körpecik parmaklarını dayayarak sıkıp gidiyorlardı. Bunu yaparken on yaş büyümüş olmanın verdiği şehvet kokusuyla kaplandıklarından, mutlanıyorlardı.
Hayattaki önemli şeylerinden vazgeçtiğinden bahsederken köpeklerini ve kuşunu unutmayan, onları yavrusuyla eşdeğer tutabilen adama hayran olduğunu saklayan hayvan sever aydınlar gördüm.
Kimi arabesk olduğu için müziğini küçümser, kimi yeterince sol bulmadığından burun kıvırırken, bazısı da vatan haini olduğunu düşündüğünden tu kaka yapar Ahmet’i. Kişiliğinden, yaşam tarzından, dünya görüşünden ayrı bakamadık sanatçılara. Hep bir cendereye sokmak istedik, ötekileştirdik her şeyde olduğu gibi buna bakış açımızda da şekilciliğe düştük. Demokratlığımızın ucubeliği yüzünden tahammül sınırlarımız daraldı gün geçtikçe. Bizim gibi olmayana duyduğumuz öfke algılarımızı köreltti. -Bizden değil- edebiyatı ile dışlayıp durduk birilerini ve eserlerini. Öteki olmaya, ötekileşmeye hevesli duygu halindeymişiz ki bu durum pek fazla kişiyi rahatsız etmedi. Bölünmeye programlı bir toplum gibi dinamik bir yozlaşma içerisine girdik.
Şu an ki en büyük ihtiyacımız hoşgörü…
Ağız dolusu söylüyorum ses olsun diye yazdıklarım;
Ahmet Kaya’yı Seviyorum.
Ocak sonu 2011
Nadir
Ahmet: Yazısına Yorum Yap
"Ahmet:" başlıklı yazı ile ilgili düşüncelerinizi ve eleştirilerinizi diğer okuyucular ile paylaşın.