- 1511 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
ANLAYAMAYANLAR AĞLAYAMAZLAR
Önceki gün Yemen türküsünü dinleyen Cumhurbaşkanı Gül, gözyaşlarına hakim olamamıştı. Yazılı ve görsel basın, bu kareyi çom önemsedi. Hakikaten de önemsenmeye değer bir manzaraydı. N. Fazıl’ın, Reis Bey adlı eserinde bir sahne vardır. Eseri okuyan okuyucularımız hatırlayacaklardır. İdama mahkum edilen gencin infaza götürülmeden önce Reis Bey’in başında bulunduğu heyetle karşılaştığı o meşhur sahne! İdama mahkum edilen genç :
“Etmeyin Reis Bey! Siz ağlayamazsınız! ağlayabilseydiniz, anlayabilirdiniz. Siz merhametten, acıma duygusundan yalnız kötülük doğacağına inanmışsınız. Rahmet kaldırılmış sizin kalbinizden! Buz çölünde yol alıyorsunuz!” diyordu. Gerçekten işin püf noktası bu noktada düğümlü.
Ağlama fiilini kadınlara özgü bir davranışmış gibi gösterip “erkekler ağlamaz” diyen halt etmiş.
Ağlamak ve anlamak… Ağlayamayanlar hiçbir şeyin mahiyetini anlayamazlar.
Ağlamak; anlamaktır, hissetmektir, hissettirmektir,yaşamak ve yaşatmaktır.
Ağlamak; edeptir, erdemdir, fazilettir, meziyettir, merhamettir, şefkattir, sevgidir, saygıdır.
Ağlamak, insana hiçbir şeyin kalıcı olmadığını ve dünyanın yalancılığını hatırlatır. Ve insan ağladıkça insanlaşır. Kibirden ve gururdan arınır.
Ağlama kavramına yabancı insanlara acımışımdır her zaman ve şu hadis gelmiştir her defasında aklıma: “Şeyet Allah(cc) senin kalbinden merhameti söküp almışsa ben ne yapabilirim ki?” Seyrani de ne güzel söylemiş: “Toplansalar yüz bin Ferhâd bir yere. Taş kalpli insanın bağrını aslâ delemez.”
“Gözyaşı katılmazsa, mûsikî bile çılgınlıktan başka bir şey değildir” diyen şarkın ve garbın büyük filozofu Muhammed İkbal’e karşı, Yunus da şöyle ses verir Anadolu yaylalarından:
“Bu fenâda bir garibsin, Gülme gülme ağla gönül,
Derdin dahi çoktur senin, Gülme gülme ağla gönül”
Bu satırların yazarını okuyucular iyi bilirler ki, siyasete mesafelidir. Siyasi içerikli yazılar yazmaktan mümkün olduğunca imtina eder. Tamamen siyasi mülahazalardan uzak olarak baktığımda, ağlayabilen birkaç devlet adamına rastladım. Rahmetli Özal bunlardan biriydi. Türkmenistanda kültür ateşesi olarak görev yapan Yazar bir dostum, o devletin kültür bakanının kendisine şöyle dediğini benimle paylaşmıştı: “Sizin iki cumhurbaşkanınızı tanıdım. Birine imrendim. Diğerinden iğrendim. Türkmenistan ziyaretlerinde her ikisine de ben mihmandarlık yapmış ve onları Sultan Sencer’in türbesine götürmüştüm. Özal daha türbeye yaklaşırken “Vah Sencerim vah! Diye gözyaşlarını boşaltmış ve sandukasına başını vura vura, biz sizin gibi bir ecdada layık olamadık” diyor ve hüngür hüngür ağlıyordu. Diğeri ise, aynı türbeyi ziyaret ederken çevresindekilerle geyik muhabbeti yapıyordu. İşte iki devlet adamı ve bir birine zıt iki ayrı yaklaşım. Üstelik ikisi de milletine kendilerini muhafazakar olarak takdim etmiş ve oy istemişlerdi.
Geçtiğimiz gün olay mahallinde yanık “Yemen Türküsü” nü dinlerken ağlayabilen ve anlayabilen bir Cumhurbaşkanı daha tanıdık. Yemen deyince, bütün bir Anadolu kıyam eder ve 73 milyon insanımızın kalbi atar ve heyecanlanır. İşte milletin Cumhurbaşkanı milletin hislerinin en güzel tercümanlığını yapmakta olduğuna şahit oluyoruz. Millete yabancı değil. Milletin değerlerine bîgâne değil. Milletiyle ağlayıp milletiyle gülebilen bir devlet adamı. Yıllar boyu işte bu manzarayı bekledi bu necip millet. Kendisine tepeden bakmayan bir devlet adamı özlemi içerisinde bastı bağrına onu ve koydu başına taç olarak. Gönül sarayının köşkünde de özel bir yer ayırıp oturttu O’nu baş köşeye. Başbakan Erdoğan, muhafazakar gelenekten gelmesine rağmen sol düşünceye mensup ve 12 Eylülde idam edilen gencin ailesine yazdığı mektubu okurken, ağlayabiliyordu.Çünkü o genci anlayabilmişti. Ancak anlayabilen ağlayabilir. Sayın Arınç da sık sık gözyaşlarına hakim olamaz ve ağlar.
Onlar, “Dil benim, dîde benim, eşk benim; Neden ağır geliyor ağlayışım ağyâre” deyip geçerler. Bu hâlisane dökülen gözyaşlarını timsah gözyaşlarına benzeterek, alay etme seviyesizliğini göstermenin bir manası olabilir mi? Bu tavırla milletin hislerini de hafife almanın gereği yok. Ü. İlter’in, “Ey güzel Anadolum! Asırlar var ki sana deli gömleği giydirir gibi amerikan bezinden, avrupa basmasından muasır medeniyet denilen kefeni biçiyorlar” sözünü dert edinmiş olan bu aziz milleti anlamak lazım ve onun dertlerine çözüm üretip ağlayabilmek lazım.
Gözler yalan söylemez. Hangi gözlerin ağladığını, hangi gözlerin timsah göz yaşı döktüğünü, âlim olmayan, ama ârif olan bu halk, çok iyi anlar, bilir ve değerlendirir. Bizi dinamize eden dinamikleri dinamitlememek lazımdır.
Özdemir Asaf “AĞLAMAK” adlı şiirinde der ki:
Ağlamak, unutmak kadar kolaydır inan.
Sevin ağlayabiliyorsan. Sevin ağlıyorsan.
Gül ağlayabiliyorum diye.
Gül, ağlıyorum, ağlıyorum diye.
Sana bir şey yapamam.”
“Nasıl etmelide ağlayabilmeli, farkına bile varmadan.
Nasıl etmelide ağlayabilmeli,
Ayıpsız, aşikare. Yağmur misali” dizeleri de Nazım Hikmet’e aittir.
Ağlayabilenden değil, ağlayamayandan çekinmek gerekir. Zira, eski devirlerde Fransız filozof René Descartes, ağlayabilen insanın sevme ve merhamet etme becerisine sahip olduğunu söylüyordu. Ağlayamayan insanın içi, sürekli artan bir nefret ve korkuyla dolduğu da bilinmekteydi. Hatta Romalı şair Ovidius, 2000 yıl önce: "Ağlamak, öfkeyi siler", demişti. İstatistikler de, normal bir insanın yaşamı boyunca 95 litre, yani yaklaşık 10 kova gözyaşı döktüğünü söylüyor. Bırakın bugün bir insanın hayatında 10 kova gözyaşı döktüğünü, bir damla dahi gözyaşına yabancı yığın yığın insan içinde yaşamaktayız. Çoğu kalpler taşlaşmış ve gözü yaş değil, kan bürümüş.
Dinimizde de gülmek ve ağlamak kavramlarına atıfta bulunulur. Mesela Ebû Zer Gifârî (r a ) Resulullah’ın (s a v ) şöyle buyurduğunu anlatır: “Eğer bildiğim kadarını bilseydiniz, az güler çok ağlardınız” “Eğer benim bildiğim kadarını bilseydiniz, dağlara çıkardınız Eğer bildiğim kadarını bilseydiniz, durmadan Rabbinize yalvarır, ağlardınız Yataklarınızda duramazdınız ” (Tenbihü’l–Gafilin, c 1/222)
Mevlana:“Allah bize yardım atmek dilerse gönlümüze ağlayıp inleme isteği verir”der.
“Ağlarım ağlatamam hissederim söyleyemem
Dili yok kalbimin ondan ne kadar bizarım” diyen Akif de, şöyle devam eder:
Gitme ey yolcu! Beraber oturup ağlaşalım.
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım.”
“Gözlerden dökülen, inci mercanın “O” için değilse ne anlamı var?
Her türlü yanlışa hüküm katmanın“O” için değilse ne anlamı var?
Kokladığın gülde “o” kokmuyorsa, Gözlerin her daim “o” bakmıyorsa,
Adını anınca kalp atmıyorsa “O”nsuz heyecanın ne anlamı var? Diye soran N. Şimşek, gözlerden akan yaşın Cenab-ı Hak ve Peygamberi Hz. Muhammed(sav)’in hicranı, aşkı ve sevgisi için olması gerektiğini vurguluyor.
Gözyaşı üzerine yıllar önce kaleme aldığım iki şiirimizle bu sohbeti tamamlayalım inşallah.
BAK
Tohumların toğrağı delip yarışına bak
Şu ipek böceğinin koza sarışına bak
Ölüm fermanı ile çağrılınca her insan,
Dört kişi omzunda,Hakk’a varışına bak.
Şu gökgürlemesine,şimşek çakmasına bak
Rabbimin gece gökte kabdil yakmasına bak
Öyle ibret dolu bir alemdir ki bu dünya,
Göz pınarlarından şu suyun akmasına bak.
GÖRDÜM
Bakıp güzelliğine çok aldananlar gördüm
İnsanlığı parada, pulda sananlar gördüm
Ömründe hiç anmamış, can boğaza gelince,
Tevbe edip Allah’ı nice ananlar gördüm.
Nefse harp açıp onu bağlayanları gördüm
Bugünden ukbasını sağlayanları gördüm
Gözler çağlayan olmuş, durmadan gece gündüz,
Kâbe yolunda nice ağlayanları gördüm.
Kutad Gubilig adlı eserinde Y. H. Hacip: “İnsanın güzelliği yüzdedir. Yüzün güzelliği de gözdedir. Kalbin güzelliği dildedir. Dilin güzelliği de sözdedir. Göz görür, basiret ise görünenin sırrına erer” der. Ne kadar acınsa azdır, o basireti bağlı olan ve ağlayamayan kimselere. Ağlayanlara imrenen Goethe’nin dediği gibi “Gözyaşları olanlara ne mutlu!” Ne kadar imrenilse azdır, basireti açık gözlere sahip o bahtiyar insanlara. Çünkü o gözler ancak gerçeği görerek, hem anlayabilir, hem de ağlayabilir...
Mustafa TURAN